21. yüzyılın geldiğimiz bu noktasında (Mart 2014) geçen yüzyılın uzatmalarını oynadığımızı ve geçen yüzyılın ruhî, siyasî ve iktisadî buhranlarının kronikleştiğini belirtmeliyiz. Geçen yüzyılda (20.yüzyıl) bütün buhranlar yaşandı, iki dünya savaşı görüldü ama çözüm bulunamadı. Günümüzde de dünya müthiş bir şekilde kabuk değiştirmektedir, her yerde değişim sancıları görülmektedir.
Buhranın kaynağı Batı emperyalizmi ise köhne düzenini yeni isimlerle yaşatmanın ve ömrünü uzatmanın derdinde. Modernizm artık “post-modernizm” oluyor, sekülerizm ise “milenyum dinleri”ne evriliyor, demokrasi “ileri demokrasi”, liberalizm ise “neo-liberalizm” oluyor. Öz aynı fakat isim değişiyor; mazruf aynı sadece zarf değişiyor.
Sistem kendi içinde revize ediliyor. Kısaca aynı çıkmaz içinde dönüp duruluyor. Fikir ve sanatta  Batıda yeni ve orijinal bir şey yok, yeni bir ruh ve heyecan yok. Eski kocakarı bize yeni gelin gibi sunuluyor o kadar. Batının yeni sunumları (neo liberalizm, küreselleşme vs.) hepsi özünde aynı, biraz makyaj ve sunum farkı var sadece. 
            
            Kapitalizme göre dünya siyasetini dizayn ediyorlar, fakat ekonomik sistemleri gelir eşitsizliğine ve sosyal sorunlara yol açıyor, ondan sonra “sosyal siyaset” diye ilim ihdas edip sistemlerini yaşatmanın yollarını deniyorlar. Sömürgeleştirme siyaseti de onlara ait, insan hakları ve demokratikleşme lafları da, Üstadın bir şiirinde geçtiği üzere dünyadaki paylaşım sistemi, dokuz kişiye bir pul, bir kişiye ise tam dokuz pul şeklinde gerçekleşmektedir.
İnsanlık yeni bir ruh, yeni bir fikir, yeni bir duyuş istiyor.  Köhne sistemlerin makyajlanmış, pudralanmış, taze gibi sunulan yapılarını istemiyor Siyasî ve içtimaî rejimler dünyanın her yanında tartışılıyor, yıkılıyor fakat yeni bir sistem uygulamada olmadığı için bunalımlar devam ediyor. Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nun  ısrarla belirttikleri ve sistemini kurdukları yeni dünya düzeni olan Başyücelik Modeli’ne ihtiyaç kendini her sahada gösteriyor. İnsanlığın aradığı yeni ruh, yeni soluk, yeni rüya burada. Bütün köhne sistemlere alternatif olan apayrı bir bakış, duyuş ve paylaşım öneren ve merkez üssü Devlet-i Âliyye geleneğinin binek taşı Anadolu olan. Yeşerecek ve dünyayı yeşertecek olan Kurtarıcı Fikir…
Büyük Doğu geleneğinden gelenlerin bir kısmı bugün iktidarda olsa bile uyguladıkları reçete Büyük Doğu–İBDA dünya görüşü değildir. Bir davayı içselleştiremeyen ve çözüm reçetesi olarak sunamayanların çare olması mümkün değildir. Ancak böyleleri mevcut Batıcı rejimi bazı iyileştirmelerle yaşatmış olurlar. Zaten Batının istediği de budur, kendileri de yıllardır bazı güncellemelerle sistemlerini yaşatmaya bakmaktadırlar
Çağımızın maddeci hayat tarzı ve manevî bir ideal noksanlığı Müslüman   bilinende de var. Modernizmin inkar ettiği hakikat ise şudur: “Hayatın hakikati ferdî hayatta,  ferdî hayat ise ruhî hayatta.” Demek ki, önce kendi ruhlarımızda değişim ve dönüşüm olacak, ondan sonra cemiyete faydamız olacak. Kendimizde olmayan bir şeyi başkalarına veremeyiz. 76 milyonluk bir nüfusun İslâm alemine yeterli derecede faydalı olamamasının sebebini buralarda aramalıyız.
BD-İBDA’nın merkezi hüviyeti üzerinde durmalıyız. “Müslümanlar niye dağınık“ gibi kuru dilek ve temennileri bırakıp “fikirde birlik“in şartlarını kuşanmaya bakmalıyız. Etrafında kenetlenecek fikri idrak etmezsek çözüm olamayacağımız gibi sorunun bizzat kendisi oluruz ve sızlanmalar ise hiçbir fayda vermez. “Merkezî  fikir“ mevzuuna dönelim:
Bakış açımız ve yorumlarımız bir dünya görüşüne nisbetle değilse,  İslâmi merkez kabul ettiğimizi söylerken bile merkezden kayabiliriz. Demokrasi, liberalizm, muhafazakarlık, sosyalizm vb. fikirleri İslâmla birleştirme gibi hatalara düşebiliriz. Merkezî nisbetimiz için kuru kuruya İslâm demek yetmiyor, “ölçülendirme ölçüleri“ne de malik olmalıyız.  İslâma hangi gözle  bakıyoruz, mühim olan budur.  Necip Fazıl, Batının kritiğini yapar, çağımızdaki meseleleri çözer ve İslâmi özü ortaya koyarken yaptığı budur. Büyük Doğu ve onun yürüyen hali İBDA, İslâm tefekkürünün çağımızdaki merkezi hüviyetidir. Üstadın veciz ifadesinde yerini bulduğu gibi:
“Büyük Doğu İslâmiyetin emir subaylığı… Büyük Doğu, İslâm içinde ne yeni bir mezhep,  ne yeni bir içtihad kapısı… Sadece “Sünnet ve Cemaat Ehli” tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyete yol açma geçidi ve çoktan beri kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti bu yüzyıl içinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi… Galiba işlerin de en değerli ve pahalısı!”
Demek ki Büyük Doğu İdeolocyası, İslâmiyetin özünü ortaya çıkarmak ve küfrün bulanıklaştırdığı İslâm suyunu arındırmak ve çağın karmaşık meselelerine çözümler getirerek sistemli bir bütün halinde fikri tatbik etmektir. Büyük Doğu’yu sadece Üstadın kahramanlığı veya şairliği olarak anlarsak Üstadı ve Kumandan Mirzabeyoğlu’nun Büyük Doğu’ya nisbetini anlamamış oluruz. Sistemli düşünceyi, sistemli hareketi, Ehli Sünnet ve tasavvufu ve rejimin tuzaklarını anlamamış oluruz. Ve neticesinde “merkezi” kaybedip sağa sola yalpa vurmaya başlarız.
“Büyük Doğu-İBDA kurtuluş yoludur” iddiası her cemaatin şeyhini büyük görmesi iddiasından öte birşeydir. Büyük Doğu-İBDA, kendisiyle yürüyeceğimiz ve kendisini yürüteceğimiz ruh ve anlayış sistemidir, bakış açısıdır, ölçülendirme ölçüleridir. Kafa karışıklığının ve fikir dağınıklığının olduğu çağımızda, “Büyük Doğu-İBDA” olmazsa olmaz merkezi hüviyettir.
Büyük Doğu’nun merkezi hüviyetini can pahasına meydan yerine diken Salih Mirzabeyoğlu İBDA Diyalektiği eserinde şöyle ifade etmiştir:
“Kendinden başka hiçbir tarafa gönül ve kafa nisbeti kabul etmediğimiz BÜYÜK DOĞU yolunun derinliğine ve genişliğine doğru destanını yazan İBDA, bir davası, iddiası ve ıspatı bulunmadan, karışıklıkta ve arada kaynayarak boy gösteren sürüngenlerin tersine, en açık bir biçimde ilan eder ki, Peygamberler Peygamberinin kum tepelerine çizip yanlarına çapraz hatlar çektiği düz yolun tâ kendisidir… Ve tarihi boyunca da görüldüğü üzere, “Fırka-i Naciye; Kurtuluş Yolu” diye isimlendirilen bu yolun çapraz çizgileriyle hiçbir alakası yoktur.”
Üstadın Kumandana hazırlattığı “İstikbal İslâmındır” eseri ve Üstadın “Kaptan Kusto Müslüman” takdiminde ifadesini bulduğu üzere, lisanda mazi, hal ve istikbali yani kainat muhasebesini hülasalandırması, Esseyyid Abdulhakîm Arvasînin “İrşad Kutbu Makamına” nisbetle O’nun gölgesi olarak zamanı bütünlemesi… İslâmı hayata tatbik edebilmenin ve İslâmcı mücadelenin temeli buradadır. Ancak bu temel üzerine sağlam katlar çıkılabilir.
“İdeolocya ve İhtilal” eseri ile de aksiyon cephesini örgüleştirmiştir Kumandan Mirzabeyoğlu… “Ustada kalırsa bu yapı onu sürdürmeyen çırak utansın!” mısraındaki espiriye denk gelecek şekilde, vazifesini ve bağlılığını şuurlaştırmış ve aksiyona geçmiş bir şekilde…
Batı düşüncesinin “mekanik kâinat-mekanik hayat” algısı yıkılıyor, “robot insan” tipi yürümüyor artık. Bu algı yıkılırken “kâinatta insan-insan’daki kâinat” algısının duygu ve düşünce alışkanlıklarını kazandırmaya çalışan ise İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu oluyor. Batı Felsefesinin fikirde de kaynağını gösterir ve onu yıkarken neyi tesis edeceğini göstererek, robot insan algısı yerine “kendinden zuhur” algısını ve bunun vasıtası (İslâma muhatap anlayış) ortaya koyarak. Dünyanın beklediği inkılâbın “nasıl” ve “niçin”iyle beraber.
BD-İBDA İslâma muhatap anlayışına muhataplığımız, aşk, idrak ve yaşayış seviyemiz kadardır. İBDA’ya muhatap olan her cephe ve gönüldaş, kendi şuur ve anlayış seviyesi kadar İBDA’cı olabilmektedir. Nisbetimizin İBDA olduğunu hiçbir zaman unutmamalı ve her iş ve faaliyetimizde bunu yeniden parıldatmalıyız. Modernizm ya da Post-modernizm gereği herkesin aklını ve nefsini beğendiği çağımızda, robot insan veya kendi anlayışını merkez gören ve böylece sistemi yaşatan insan değil, BD-İBDA merkezî hüviyetine bağlı, düşünen ve üreten sahici insan olmalıyız. Modernizmin veya demokrasinin istediği başıboşlukla değil, hakikate bağlılıkta kendimizi ortaya koymalıyız; yenilikçi sistemimiz ve kendinden zuhurumuzla… 


Baran Dergisi 373. Sayı
6 Mart 2014