Önümüzde anayasa değişikliği referandumu var, yani Türkiye, içinde bulunduğu ve kurtulabilmek için kendini oradan oraya attığı labirentte bir ayrıma daha geldi dayandı. Peşinen söyleyelim ki; Müslümanlar olarak düşman kutbun aksülâmeli halinde ona tâbi olma sefilliğine düşmeden ve ideal nizamımızın ufkunu gözden yitirmeden ve dahî “demokratik çıkmazlar” içerisinde önümüzde daha kapsamlı üçüncü bir seçenek de olmadığından, duvarlarının cidar kalınlığı en az olanı tercih etmek durumundayız.

Biz kendi konumumuzu nasılları ve niçinleriyle en iptidaî şekilde de olsa açıklayabiliyorken güya geleceğin kadro adayı “gençlik” ise etrafına boş gözlerle bakmakta ve kim kafatasına ne doldurduysa onun notalarını ötmekte pek bir mahir! Ülkücüleri bir kenara koyarsak, küfür ocağı CHP ile “karşıt cephe” dışında bir işimiz olamayacağına, HDP’nin de emperyalizmin yancısı olduğunu bildiğimize göre “gençlik”ten kastımızın kimler olduğu anlaşılıyor olmalı.

Ak Parti’nin “gençlik” diye bahsettiği; takım elbiseyi üniforma edinmiş, salon doldurmayı cihad zanneden, mitinglere katılmayı ribat meydanında at koşturmak addeden ve eyyamcılığı meslek haline getirmiş sunî bir varlıktır, tabiî içlerindeki az sayıda samimî genç istisna. İneğin böğürmesi, karganın gaklaması, kurbağanın vıraklaması gibi “dava, dava” şeklinde iki heceden ibaret bir ses çıkaran bu sunî varlığa “davanın ne olduğunu” sorduğunuzda mutlaka sesini kesecektir. Şimdiye kadarki değerlendirmemizde ve bundan sonra yapacaklarımızda şu ölçü akılda tutulsun ki bir şeyleri tekrar tekrar hatırlatmak zorunda kalmayalım: Bir yaylaya genel itibariyle baktığınızda ortada ottan başka bir şey göremezsiniz, lakin yaklaştığınızda tek tük gelincikler olduğunu müşahede edebilirsiniz. Bu ölçü bahsettiğimiz varlık için de ayniyle geçerlidir. Bu varlığın ne yazık ki muayyen bir gayesi yoktur, başıboştur. Mesela sekülerliğe biraz daha yakın bir üst gördüğünde eyyamcılığın icaplarından olsa gerek anında suret değiştirip seküler kesilebilir, yine bir başkasına göre başka bir surete bürünebilir. Ancak kendi başına kaldığında “Hakikatin şu olduğunu ben de biliyorum ama…” der. İşte burada çok acaib bir şekilde trafiğin ağır ilerlemesinin sebeplerinden olan “hayalî kavşak”ı hissedersiniz. Mesela kulağıma gelenlerden:

Bir arkadaşımız görev aldığı etkili bir teşkilatın başkanına 28 Şubat programlarının çok boş geçtiğini söylüyor ve hemen teklifini sunuyor “Bu sene cezaevinde esaret altındaki Müslümanlara dikkat çekelim.” Aldığı cevap “Biz de bu durumdan çok mustaribiz… Halil abiyi tanıyorduk…” ve bir takım “kem küm”lerden sonra “Şu seçim sürecinde böyle bir şeyin kamuoyuna yansıması partiyi olumsuz etkiler, ne yazık ki şimdi yapamayız.” Yahu bu insanlar ortalama 20 yıldır esaret altındalar ve bugün bırakalım davadan bahsetmeyi, nefes dahi alabiliyorsak o kahramanlar vesilesiyle alıyoruz. O zaman biz de soruyoruz: Şimdi değilse ne zaman?

Bu varlık, gaye ve ideal nedir bilmemekten öyle bir sapkınlığa düşmüş ki; aracı ideal, ihtiyati bir sistem olan demokrasiyi de gaye addeder olmuş. Dilindeki “İslam” kelimesinin sesi altında uyumaktadır. Öyle bir nefs emniyeti içerisindedir ki, liderinin takatinin aşıldığı çizgiden itibaren bir planı yoktur, çünkü bu rahat haliyle öyle bir şeyi aklından geçirmeyi dahi kabul etmez. Mesela Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bir vakfın düzenlemiş olduğu partili cumhurbaşkanlığına dair yapılan sempozyumda, ekserisini gençlerin oluşturduğu bir topluluğa şöyle sesleniyor: “… Tayyip Erdoğan baki değil ya, Tayyip Erdoğan fani ya! Benim 16 Nisan’a dahi çıkacağıma bir garanti var mı?” ve çoğunluğunu saf ve temiz gençlerin oluşturduğu topluluğun içerisine her zaman olduğu gibi yerleşmiş ve sesi çok çıkarak iyileri bastıran bu habis varlık böğürüyor: “Var!” ve Cumhurbaşkanı verilen saçma cevaptan ötürü yüzünde asabi çizgilerle şu yanıtı veriyor: “Haşa, haşa! Dolayısıyla biz burada bir sistem mücadelesi veriyoruz, olay bir sistem mücadelesidir. Erdoğan’dan sonrası ne olacak? Millet ne derse o olacak, Allah ne derse o olacak!” Yine ruhuna Fatiha, Şehid Halil Kantarcı bu hissiz varlığın suratına bir yumruk gibi inecek şu cümleyi yazmıştı bir sosyal medya hesabından: “Korkaklık, yalakalık, menfaatçilik, güce tapmak, iktidarlarını baki görmek, liderleri ölümsüz zannetmek defterimizden silineni 14 asır oldu.”

Vaadedilen, yapılan güzel değişiklikler bu vaziyetteki gençlikle hitamına erer mi, aklımızdaki en önemli istifham. Tayyip Erdoğan bugün çevresinde kimseyi bulamıyorsa işte bu sebepten ötürü bulamıyor. Kadrolara taze kan gerekiyor ancak kırk yaşındaki bir ferde yüz yaşındaki bir bunağın kanını aktarmaktaki abes gibi, bu gençlik de kadroya dirilik vermekten çok ama çok uzak bir keyfiyette.

Yeri gelmişken… Domuzdan kıl koparılsa kârdır hesabı bahsi geçen sistem değişikliğini de destekleriz. Nasreddin Hoca’nın (ks) dediğinden mülhem o dağın ardında da umudumuz var, ama beklediğimizi bulamazsak görün bizdeki gümbürtüyü. Hatırlatalım ki bizim esas problemimiz sistemin tâ kendisidir ve yapılacak olan şeklî değişiklikler derdimize devâ olmaya yetmez. İslâm’a nisbetle tesis edilmesi zarurî olan nizam ile aramızdaki engellerin yekûnu ve hammaddesi olan başka bir şey olsa gerektir. Yüksek matematiğe tâbi “limit” konusunda sonuca yakınsama hadisesi vardır, bu durumu da onun gibi açıklayabiliriz: şartlar şuraya giderken, Türkiye nereye yaklaşıyor? Zaman süratle geçiyor; lâkin yapılması gerekenler hep bir sonraki yol ayrımına öteleniyor, üst üste yığılıyor, kervana haybeden yere yük oluyor.

Sigarasını çekip uzaktaki gurup renklerine bakan büyük mütefekkirin ihtar ettiği: “Güneşin batmasına bir mızrak boyu kaldı! Ne olacaksa bu zaman içinde olacak!..”

Baran Dergisi 527. Sayı