Kumandan Mirzabeyoğlu, avukat meslektaşlarınız ve diğer kardeşlerimiz nasıl?
(Av. Güven Yılmaz, Kumandan’ın, avukatların ve diğer kardeşlerimizin iyi olduğunu söylüyor. Kumandan’ın, Carlos’a devrimci selâmlarını gönderdiğini ve Carlos’a “ÇAVUŞESKU” hakkındaki düşüncelerinin sorulmasını rica ettiğini ifade ediyor.)
Elbette.
Öncelikle, orada burada Çavuşesku hakkında bir sürü çerçöp laf ediliyor. Benim söyleyebileceklerimse şöyle:
Çavuşesku zamanındaki Romanya Sosyalist Hükümeti’nin rejimi, tam bir “polis devleti”ydi. Tüm çevresi, tüm sınırları, kendisine “düşman” olan devletlerce kuşatılmış bir devletti o sıralar Romanya. Sadece Yugoslavya’yla “barışçı” diyebileceğimiz bir ilişkisi vardı, geri kalanıyla dostça bir münasebeti yoktu. Komşularının hepsi “sosyalist” hükümetlerdi gerçi ancak, Romanya’yla dostâne bir ilişkileri yoktu. İşte Sovyetler, Macaristan, Bulgaristan falan. Yugoslavya’yla ilişkisi de öyle çok “dostça” sayılmazdı ama, “barışçı” diyebileceğimiz cinstendi sadece.
Bu adam, ne Doğu’nun ne Batı’nın ajanı olan, aksine, kendi başına müstakil bir siyaseti olan yegâne rejimi temsil ediyordu dünyada. Romanya’nın bağımsız bir sosyalist hükümeti vardı. “İdeolojik” olarak sosyalistti elbette, fakat tüm o “sosyalist kamp” içerisindeki “siyasî” olarak bağımsız olmayan onca ülke arasında biricik bağımsız devletti.
Bu insan ve karısı hakkında söylenen bir ton laf, sadece içi boş “propaganda”dan ibarettir. Hiç de söylendiği gibi lüks içinde yüzmüyorlar, son derece mütevazı şartlarda yaşıyorlardı. Kendilerini Büyük Romanya ve Romanya halkı idealine adamışlardı. Romanya’yı, hiçbir dış borcu olmayan dünyadaki tek ülke hâline getirmeyi başarmışlardı.
Evet, önceki dış borçlarını ödeyebilmek için müthiş bir ihracat seferberliği başlattılar. Ürettikleri ne varsa ihraç ettiler. Dünyanın sayılı et ihracatçılarındandı Romanya. Ortadoğu’nun et ihtiyacının neredeyse yarısını onlar karşılıyordu. Ne var ki, daha vâdeleri gelmeden üç yıl önce tüm dış borçlarını tamamen ödemeyi başardıkları demde, halk da bir nebze yoksullaşmıştı ve bu da Çavuşesku’yla karısının ölümünü kolaylaştıran faktörlerden oldu. Tabiî, onların sonunu getiren asıl sebeb bu değildi, yoksulluk sadece “kolaylaştırıcı” oldu. Batı, bağımsız hiçbir ülkeye ve devlet başkanına tahammül edemez. Böyle bir devlet başkanının hakettiği ceza, ölümdür. Aynen Çavuşesku için hükmedildiği gibi.
Dediğim gibi, üretimin çoğu ihracata tahsis edildiği için, ülke içinde büyük sınırlamalar oldu. Ekmek olsun, et ve süt ürünleri olsun, herşey bir nevî karneye bağlandı. Halka “biz çok çalışacak ve ürettiğimizi satarak kendi neslimizi fedâ edeceğiz, sanayîleşmiş bağımsız bir Romanya’yı inşâ edeceğiz, biz kaybetsek de gelecek Romen nesilleri kazanacak, torunlarımız sosyalist bir cennet içinde yaşayacak” dendi. Hakikaten “dış borçları ödeme” hedeflerine de bu yolla ulaştılar ama, bu süreç, Çavuşesku’ların da sonunu getirdi.
Romanya için, bir “polis devleti”ydi demiştim. Paranoyak bir devletti aynı zamanda. Düşünün ki, Batı kendilerine karşı olduğu gibi, Sovyetler Birliği de kesinlikle dost değildi. KGB her yerdeydi ve öyle gizli kapaklı da değil, resmî zeminlerde mevcuttu. Üstelik, Çavuşesku’dan da kurtulmaya çalışıyorlardı.
Kısacası, Çavuşesku’lar, öyle söylendiği gibi, yolsuzluklara gömülmüş insanlar değildi. Dış politika bakımından da, dünyanın belki en bağımsız siyasetini yürütmeye çalıştılar. Diğerlerine kıyasla, bunu başardılar da. Öyle ki, Küba’dan falan bile daha bağımsız bir dış politika takib ediyorlardı. Neticede Küba’nın dahi belli derecede Sovyetler Birliği’ne bağımlılığı sözkonusuydu.
Bir örnek vereceğim size: Sovyetler Birliği’ndeki kimi bürokratlar bir plan yaptılar ve sosyalist kamp içindeki her ülkenin belli mal ve hizmetleri üretmesini taleb ettiler. Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi –COMECON- olarak bilinen bu sosyalist ekonomik yapı içerisinde, işte, Macaristan –meselâ- bilgisayar, Çekoslavakya –meselâ- araba ve kamyon üretecekti, falan. Romanya, tarım bakımından son derece zengin toprakları olan bir ülkedir, su sıkıntısı yoktur. Üstelik, büyük bir köylü nüfusu vardır. Bu sebeble, Romanya’dan da tarım ürünlerine yoğunlaşmasını istediler. Gerçi Romenler böyle bir üretimi zaten yapıyor ve ihraç ediyorlardı ama, Romenler asıl sanayilerini de geliştirmek istiyorlardı.
Kaldı ki, Romanya’da, petrol dahil, herşey vardı. Sınırları içerisinde olmayan tek şey, demirdi. Zaten gerçekten bağımsız olmak isteyen bir devlet, mutlaka demir-çelik endüstrisini geliştirmek zorundadır. Onlar da bunu istiyor fakat demire ihtiyaç duyuyorlardı. Demir madenleri ise, komşuları olan ve o dönem Sovyetler Birliği topraklarında bulunan Moldova’da bulunuyordu.
Romenler Ruslara dönüp, biz size istediklerinizi verebiliriz ama, sanayimiz için gerekli demir hammaddesini de Moldova’dan alalım dediler. Hem Moldova da tarihî olarak Romanya toprağıdır, halkının neredeyse tamamı Romence konuşur. Fakat ne dedi Rusya? “Oradaki demir size ait değil, veremeyiz!” Böyle olunca, hemen dibindeki Moldova’dan tren yoluyla demir almak duruken, ihtiyacı olan demiri tâ Hindistan’dan, Brezilya’dan falan ithal etmek zorunda kaldı Romanya.
Özetle, Sovyetler tarafından çok kötü bir muameleye maruz bırakıldılar. Çünkü Romenler kimsenin ajanı değildiler. Çavuşesku’dan sonra Rus ordusunu topraklarına sokmamışlar, bizim kendi ordumuz var, hem düşman NATO ülkelerine komşu da değiliz, başka orduların bizi korumasına gerek yok demişlerdi. Böylesi tavırlar, tabiî ki, Sovyetler’i son derece rahatsız etmişti.
Romanya, bu süreçte kendi yağıyla kavrulmaya çalışmış; Çin, Hindistan, Endonezya ve Mısır gibi ülkelerle iyi ilişkiler kurmaya bakmıştır. Tüm bunlar, Romanya’nın Sovyetler’den biraz daha uzaklaşmasına yol açmıştır.
Size gerçekten olmuş bir hâdiseyi nakledeceğim: Çavuşesku’dan önce Romanya’yı yöneten ve Romanya Komünist Partisi Genel Sekreteri olan Gheorghe Gheorghiu-Dej, kendisinden sonra “ikinci adam” olan Çavuşesku’yla beraber Romanya’daki Sovyet Büyükelçiliği’ne çağrılırlar. Burada, Romanya’nın izlediği siyasî ve iktisadî çizgiden Sovyetler’in duyduğu rahatsızlık, Moskova’dan alınan direktif gereğince Rus büyükelçisi tarafından yüzlerine karşı ifade edilecek, akıllarını başlarına devşirmeleri istenecek, yoksa gereğinin yapılacağı beyan edilecektir. Giderler tabiî ama, gidip de dönememe ihtimalleri de vardır. Şaka değildi tabiî, 1968’de Çekoslavakya’da bunu gerçekten yaptılar ve Çekoslavakya Komünist Partisi lideri Alexander Dubcek’i alıp zorla Moskova’ya götürdüler ve tehdidle ona bir sürü anlaşma imzalattılar.
Evet, Gheorghiu-Dej ve Çavuşesku, hayatımda öylesini görmediğim devâsa bir kale gibi olan Bükreş’teki Sovyet Büyükelçiliği’ne gittiler gitmesine ama, ondan da önce de orduya emir verip Sovyet Büyükelçiliği’ni kuşatmalarını söylediler. Elçiliğe gelip de tehdid edilince, şöyle dedi Gheorghiu-Dej ve Çavuşesku: “Biz kimsenin ajanı değiliz. Sizin müttefikiniziz ama emir eriniz değiliz. 2000 yıllık bir tarihi olan anavatanımızın çıkarı neyse, ancak onu yaparız. Biz ülkemiz için ölmeye hazırız, burada bize ne isterseniz yapabilirsiniz ama, bilin ki bunun bedelini de ödersiniz.” Ve Ruslardan pencereden bakmalarını istediler. O kale gibi bina, Romen ordusuna ait Sovyet yapımı tanklarla kuşatılmış, toplar binaya çevrilmiş, elçiliği yerle bir etmeye hazır hâlde mevzîlenmişti. Yâni, oradaki Romen devlet adamlarına herhangi bir ters hareket yapılsaydı, hiç kimse o elçilikten sağ çıkamayacaktı. Size gerçek bir hâdiseden bahsediyorum.
Ruslar, Gheorghiu-Dej ve Çavuşesku’nun binadan çıkmasına elbette izin verdiler. Başka ne yapacaklardı ki? Orada böyle bir çatışma cereyan etseydi, o zamana dek Sovyet karşıtı olmayan Romen halkı tamamen Sovyet karşıtı olacak ve Sovyetler bakımından işin içinden çıkılmaz neticeler doğacaktı. Tam da bu hâdiseden itibaren, bağımsızlığını kazanmayı her anlamda başarmıştır Romanya.
Şurası anlaşılmalıdır: O dönem Romenler, ideolojik olarak hakiki komünisttiler, hattâ en yırtıcılarındandılar. Fakat aynı Romenler, bağımsızlıklarını kazanmak için Sovyetler’e kafa tutmayı ve hayatlarını tehlikeye atmayı da bilmişlerdir. Çin’i ayrı bir yerde tutarsak, kendi dönemlerinde dünyadaki biricik bağımsız devlet olmayı da böyle başarmışlardır. Bu hakikati teslim etmek durumundayız.
Sonra şu meşhur propaganda: Romen gizli polisi “Securitate” şöyleydi, böyleydi. Sanki kimse bilmiyor. Evet, öyleydiler, tamamen paranoyaktılar. Ancak bunun da yukarıda bahsettiğim türden birtakım anlaşılır sebebleri vardı.
Meselâ, benim Romanya’dayken kaldığım villa çok hoştu ve eminim Çavuşesku’nun ikametgâhından bile daha iyiydi. Ve bu villanın çöplerini atmaktan sorumlu 19 yaşında bir genç vardı. Fakir bir Macar köylüsüydü ve Macarca’dan başka dil bilmediği için villada neler olup bittiğini bilmiyordu, Romence bilmediği için konuşmaları anlayamıyordu. Bu da paranoyak Securitate’nin kendince bir tedbiriydi. Çünkü bizi korumak zorunda olduklarını düşünüyorlardı. Gerçi biz de kendimizi koruyorduk fakat, işte otomatik silahlarla falan ortalığı kolaçan ediyorlardı. Ortalıkta dönen işler farkedilmesin diye de, çöp toplamaktan sorumlu olarak genç bir Macar köylüsünü bulup getirmişlerdi. Bir başka deyişle, gerçekten paranoyak bir sistem sözkonusuydu o dönem Romanya’da.
Tabiî ki Romanya’da hoşlanmadığım şeyler vardı ama, bunların da herkesçe bilinmesi ve takdir edilmesi gerek. Bizzat tanıdığım, bizzat yaşadığım bir ülkeden bahsediyorum.
 “Anavatan” diye bir kavram vardır. İdeolojik olarak hoşlanırsınız hoşlanmazsınız ancak, bir yer gelir tüm gayretler bu noktada yoğunlaştırılmalıdır.
Kemal Atatürk’ten bahsedeceğim bu vesileyle. Bazen onu olumlu kelimelerle andığımı farketmişsinizdir. Oysa ben ne onun ideolojisini benimserim ne de onun gibi farmasonum. Ne var ki, İngilizler ve Fransızların Türkleri Osmanlı’yla beraber tarihten kazımaya kararlı oldukları bir demde, Stalin’le, şununla, bununla bazı andlaşmalar yapmış ve Türkiye diye bir devlet kurmayı başarmıştır. İngiliz ve Fransızlar, artık bölgede “çok milletli” Osmanlı gibi bir devleti ve başında da bir İslâm halifesi görmek istemiyordu. Böyle bir konjonktürde, Atatürk sayesinde izin verildi “Türk” devletinin kurulmasına. Kurulan bu devletin yapısı ve bu devleti hazırlayan andlaşmaların niteliği hakkında belki çok şey söylenebilir ama, neticede böyle bir devlet kurulmuş mudur, kurulmuştur. Osmanlı, elbette bugünkü Türk devletinden çok daha iyidir ama, şimdi kurulan da elbette “hiç” olmamasından iyidir.
Toparlarsak, Gheorghiu-Dej ve Çavuşesku, yalnızca kendi anavatanları için çalışmışlar, hakikaten bağımsız bir dış politikası olan bir Romanya kurmuşlar, tek kuruş dış borcu olmayan bir ekonomi tesis etmişler ve o devirde kimsenin yapamadığını yapmayı başarmışlardır.
Bu devletin, bir zamanlar Batı ülkelerinden, Batı bankalarından aldığı borç paralar ise, ne çalınmış, ne de lükse harcanmıştır. Aksine, yalnızca Romanya’nın sanayi yatırımları için kullanılmış, uçaktan kamyona kadar herşey ama herşey Romanya’da üretilmiş ve müthiş bir ihracat seferberliğiyle tek kuruşuna kadar tüm borçlar geri ödenmiştir. Elbette, dış borç almayan bir devlet başkanı, üstelik aldığını da böylesi yatırımlara harcayan ve son kuruşuna kadar geri ödeyen bir devlet başkanı, Batı gözünde ölümü haketmiştir. Çünkü dünyanın kalanı için çok kötü bir “örnek”tir.
Sadece bu da değil. Sosyalist kampta, ekonomi sağlıklı işlemiyordu. Sadece yalanlar vardı ortada. Çalışan, üreten, ihraç eden, dış borca dayanmayan, kendi ayakları üstünde duran bir ekonomisi olan yegâne sosyalist ülke ise, işte sözünü ettiğim Çavuşesku’nun Romanya’sıydı. İdeolojik tarafgirlikle konuşmuyorum, siyasî ve iktisadî bir tesbit yapıyorum.
Hem siyasî hem iktisadî bağımsızlığı olan böyle bir ülke, iki kampı da rahatsız etti. Sovyetler, zikrettiğim sebeblerle bundan hiç hazzetmedi. Batı ise, o yahudi bankacılık sistemine esir olmayan, borç para almadığı ve aldığını da hemen ödediği için siyasî ve iktisadî olarak da emir almayan böyle bir ülkeden aynı şekilde müthiş rahatsız oldu. Romanya’nın ne bürokrasisini ne ordusunu kontrol edebiliyorlardı çünkü. Maddî-manevî işgal edemeyecekleri bir ülke vardı karşılarında. Böyle olunca, “doğrudan” çözüm yoluna gittiler ve Çavuşesku’yu öldürttüler.
Kuşkusuz, Romanya’daki komünist politbürodan ihtiraslı ve çıkarları Batı’nınkilere paralel kişiler de çıktı. İktidarı ellerine geçirir geçirmez, Çavuşesku’yu katletmelerinin üzerinden daha altı ay bile geçmeden, gittiler IMF’den 600 milyon dolar dış borç aldılar. Peki ne yaptılar bu parayla? Çerden çöpten işler. Netice ne oldu? Romanya, o güzel genç kızlarını dünyaya ihraç eden bir ülke hâline geldi. Eskiden kendi tarım ve sanayi ürünlerini ihraç eden Romanya, artık kendi kızlarını fahişe olarak dünyaya pazarlayan bir ülke olup çıktı. Ne aldıkları borçları ödeyebiliyorlar ne de sefaletten kurtulabiliyorlar şimdi.
Romanya gerçeğini farketmek için, içeriden bakan bir göz olmak lâzım. İşte benim böyle bir fırsatım oldu. Diğer yandan, ben ve yoldaşlarım, onların hakikaten paranoyak sistemine de doğrudan şâhid olduk. Yabancı bir müdahaleden cidden çok büyük korku duyuyorlardı. Ne yazık ki, tarih onları haklı çıkardı, korkmakta haklıymışlar.
Çavuşesku, üzerinde uzun uzun durulması gereken bir “örnek” koydu ortaya. Çünkü o, Batı bankacılık sistemini çözmüştü. Hiçbir karşılığı olmayan kağıtlar ABD’de “para” diye basılıyor ve isteyene milyarlarca dolarlık borç hâlinde veriliyor, bu borç da ülkelerin tüm millî varlıkları yağmalanarak ve halk iliğine kadar soyularak geri ödeniyordu. Borç alınan bu paralar, yatırımlara “sermaye” mi kılınıyordu peki? Ne gezer! Ancak yolsuzluklara peşkeş çekiliyordu.
Bu yüzdendir ki, Çavuşesku’dan herkesin öğrenmesi gereken çok şey vardır. Ben “miletlerarası” devrimci bir insanım. Ancak anavatanı için yaşayan herkesin, tüm milliyetçilerin, Çavuşesku’nun yaptıklarından büyük dersler çıkartması gerekiyor. İster Müslüman olun ister komünist, ne kadar “hümanist” de olsanız, tüm insanlık için de mücadele etseniz, doğduğunuz ülkeye, dilini konuştuğunuz ülkeye ihanet edemezsiniz. Kendi ülkesine ihanet edenin, dünyanın kalanına hayrının dokunacağından sözedilemez. Çavuşesku da ideolojik olarak komünistti belki ama, kendi anavatanının çıkarlarına öncelik vermeyi de bilmişti.
Çavuşesku zamanında Romenler, dünyanın her yanına seyahat eder, tüm kıtalarda şirket kurar, binlerce işçi çalıştırır, yatırım yapar ve büyük saygıyla karşılanırlardı. Şimdiyse, fahişe ve çingene ihraç eden bir ülkenin insanları olarak, köpek muamelesi görüyorlar çoğu. Ne kadar acı!
Herneyse... Yoldaş Çavuşesku ve eşi Elena’nın hatırasını, bu vesileyle, saygıyla yâdetmek istiyorum.
Sormak istediğiniz başka birşey var mı?
(Av. Güven Yılmaz, Kemalist Sol’un Kumandan Carlos’la ilgili bir iddiasını dile getiriyor. Carlos’un 1973’te Fransa’da bulunduğu dönemde, Mahir Çayan’ın eşiyle de görüştüğü şeklindeki bu iddianın ne kadar doğru olduğunu bizzat Carlos’tan öğrenmeyi arzu ediyor.)
Hayır, Fransa’dayken Mahir Çayan’ın eşiyle kesinlikle görüşmedim. Fransa’da olduğunu biliyordum ama, onun polisçe bilinen bir isim olduğunun da farkındaydım. Onların örgütünden birkaç kişiyle görüştüm, doğrudur, fakat Çayan’ın eşiyle görüşmedim. Burnuma kötü kokular geliyordu ve tahminim de maalesef doğru çıktı. İhanete uğradılar ve hepsi tutuklandılar. Birkaç sene de hapiste kaldılar.
Gerçi Çayan’ın eşiyle tanışıklığım vardır. Hoş ve kibar bir hanımefendiydi. Birkaç kez de görüştüm ama, Lübnan’da sözkonusu oldu bu, Beyrut’ta. Yâni Fransa’da değil.
Fransa’ya geldiğimde, Çayan’ın örgütünden birkaç kişi Paris’in eteklerinde bir villa kiralamışlar, neresi olduğunu şimdi hatırlamıyorum, orada silahları falan vardı ve bana da kendileriyle birlikte kalmamı teklif ettiler. Lâkin güvenlik bakımından içime kötü bir his doğdu ve “Yok, teşekkür ederim” dedim ve oraya gitmedim. Bilâhare Fransa’yı da terkettim. Korktuğum gibi de oldu, yakalandılar.
Yalnız, onlardan biriyle, Paris’teki küçük bir dairede birkaç gün birlikte kaldım. Almanlar gibi görünen, sarışın bir Türk arkadaştı. Tedbir olarak, İsviçreliymiş gibi davranıyordu. Birkaç sene sonra da Türkiye’de infaz edildi. Bunu biliyorum. İsminiyse maalesef hatırlamıyorum.
Ben onlarla içiçe olsaydım, ya Fransız cezaevlerine düşecek yahud Fransız polisiyle oldukça büyük bir savaşa girecektim. Fakat bizim öncelikli meselemiz, İsrail’le ve siyonistlerleydi. Bir de Fransız polisiyle boğuşmak gibi gereksiz gördüğüm bir belâyla uğraşmak istemedim.
Sormak istediğiniz başka bir şey? (Av. Yılmaz, sorusu olmadığını söylüyor.)
Zaman geçiyor gerçi. Suriye hakkında haftaya daha teferruatlı konuşacağım ama birkaç kelime etmeden de geçemeyeceğim.
Suriye rejimi, âcilen kendisini yenilemelidir. 1963’te kurulan, 1966’da birtakım sol, 1970’de birtakım pragmatik çizgiler kazanan bu rejim, bugüne kadar gelmeyi başarmıştır. Bu rejimde, hem en iyiler hem de en kötüler mevcuttur. Bu rejimde iyi insanlar, Arab sosyalistler, antiemperyalist ve antisiyonist insanlar bulunduğu gibi, sırf ceplerine para doldurmak için yaşayan tipler de vardır.
Beşar el-Esad’ı çok yakından tanıma fırsatım olmadı, ben Suriye’deyken o daha çocuktu, ama uzaktan takib edebildiğim kadarıyla, kullanmayı pek sevmediğim fakat daha uygun bir kelimeyi de bulamadığım bir şekilde söylersem, “demokratik”, daha doğrusu, Suriye halkının kendisini rejimde “temsil ediliyor” gördüğü daha iyi bir rejim tesis etmek için gerekli adımları atabilecek ve âcilen atması da gereken bir insandır.
Şu husus son derece mühimdir ki, Suriye’de köşebaşlarını tutmuş olan Alevîler, eski zamanlardaki gibi köle muamelesi görmeyi, Sünnî çoğunluk tarafından tiksintiyle karşılanan ikinci sınıf bir zümre olmayı kabullenmeyeceklerdir. Açıkçası, yeniden böyle bir geçmişe dönmek istemeyecekleri gibi, öyle kolayca da çekip gitmeyeceklerdir.
Bugün Alevîler, Suriye halkının çoğunluğuyla eşit seviyede değil, tam tersine çoğunluğun üstünde bir mevkîdedir. Onlara düşen, halkın kalanıyla “eşit vatandaş” olma statüsünü kabullenir adımlar atmaktır. Eskisi gibi, “ikinci sınıf vatandaş” olmalarını kimse onlardan beklememelidir. Ama onlar da, “üstün vatandaş” olmaktan artık vazgeçmeyi bilmelidir.
Suriye’deki Alevîler arasında, en ilerici, açık fikirli, eğitimli, dürüst ve devrimci olan bir entelijansiya, öncüler sınıfı vardır. Bunlar sadece Baasçılardan ibaret değildir; komünistler ve sosyalistler gibi muhtelif görüşler taşıyanları da vardır. İşte bu insanlar, sözünü ettiğim rejim değişiminde büyük rol oynamalıdırlar.
Hükümetten bahsetmiyorum, rejim değişimini kasdediyorum. Hem rejim, hem hükümet, Suriye nüfusunu daha çok temsil edici bir nitelik kazanmalıdır. Ki, temsil edilmesi gereken asıl büyük kitle, nüfusun yüzde 75’ini teşkil eden Sünnî müslümanlardır. Müslüman Kardeşler’den Afganistan gazilerine kadar, Suriyeli herkes yeni Suriye’nin inşâsında rol üstlenebilmelidir.
Bugünkü Suriye Anayasası, Kur’an’dan mülhemdir aslında. Gerçi biz Sünnîlere göre “yanlış” bir ilham sözkonusu olsa dahi, bu bile geleceğin Suriye’sini kurmak bakımından önemli bir noktadır.
Tabiî bu süreçte, Suriye rejimindeki birtakım yozlaşmış unsurlar da temizlenmelidir. Hattâ Suriye istihbarat servisinde çalışan kimileri, hepsi değil ama bazıları, bilfiil NATO istihbarat servisleriyle işbirliği içinde çalışmaktadır ki, bunların hepsi dışlanmalıdır. Asılsınlar, infaz edilsinler falan demiyorum; sınırdışı edilmeli ve ABD’ye gitmelerine izin verilmelidir.
Suriye’de “köklü” bir rejim değişimi beklememeliyiz şu ân. Oradaki 1.5 milyonluk Alevî zümre, tekrar “ikinci sınıf vatandaş” statütüsüne düşmemek için herşeyi yapacak, böyle bir teşebbüse karşı çok kanlı bir direniş gösterecektir. Buysa korkunç bir iç savaş, akabinde yabancı bir müdahale demektir. Yine böylesi bir facia, İsrail’in görmeyi en çok isteyeceği gelişme olacaktır. Devlet olarak İsrail’e karşı biricik ön cebhemiz, İsrail’dir. Hizbullah’la beraber, İsrail’i göğüsleyebilecek yegâne ön cebhemizdir Suriye. Lübnanlı kardeşlerimiz Suriye olmazsa ne kadar zor duruma düşer, bellidir.
Evet, bir yanda Suriye, bir yanda Libya, belli bir çerçevede Cezayir devlet başkanı, -devlet ve hükümet planında- İsrail’i göğüsleyebilecek biricik cebhelerimizdir. Ne kadar acı bir gerçektir ki, kalan hepsi, İsrail’le çalışan, Amerika’yla çalışan ülke ve hükümetlerdir.
Allah tüm fedaîleri, tüm mücahidleri korusun.
Allahü Ekber.
2 Nisan 2011
İngilizceden Tercüme:
Hayreddin Soykan