Geçtiğimiz cumartesi sabahı… “Sünnet Olmadan Ümmet Olmaz” yazısının ikincisini yazmak niyetiyle kalktım… Gazeteleri okumadan önce, dergide çıkan yazımı tekrar büyük bir dikkatle okudum… Derginin sayfalarını aheste aheste büyük bir zevkle çevirdim… Yazımı güzel bulup da sakın sarhoşluğa kapıldığımı sanmayın… Evet büyük bir lütuf, tarifsiz bir mutluluk yaşamadım değil… Aynı dergide mütefekkirlerin şahı Salih Mirzabeyoğlu ile yan yana olmak, omuz omuza durmak… Bundan öte saadet olur mu?

Bir gün önce akşam ailece Abdülhamid Han dizisini seyrettik. Diziden etkilenen kızım Üstad Necip Fazıl’ın “Ulu Hakan Abdülhamid Han” kitabını almamı istedi… Derhal aldım… Yavaş da olsa okuyor… Bilmediği kelimelerin anlamlarını tek tek yazmasını, öğrenmesini ve kelimeleri cümlelerde kullanmasını tavsiye ettim… Arzumu geri çevirmedi… Yavaş olmasının bir sebebi de bu durum. Kızım bu yıl İngilizce hazırlığa gidiyor… İngilizce öğretmeni bir arkadaşa yıllar önce merhum Cemil Meriç’in bir kitabını hediye etmiştim… Ne dedi biliyor musunuz: “Bu kitabı anlayamıyorum.” Sebep ise anlamadığı birçok kelime. Bu yüzden kitabı okumaktan vazgeçmiş. Kendisi velilere ve öğrencilere her daim İngilizce dersinden başarılı olmak için bol bol İngilizce kelimelerin anlamlarının öğrenilmesi gerektiğini ikaz ederdi. Ne kadar acı bir durum… Kendi tavsiye ettiklerimize kendimiz uymuyoruz… Bütün dilcilerin ortak olduğu bir görüş… Kelimeler taşıdıkları anlam ile insan ruhunu zenginleştirirken zekâyı da işlek hale getirir… Yani az kelime dağarcığına sahip bir insanın fikretmesi ve okuduğu mevzulara nüfuz etmesi hemen hemen imkânsız. Şu anda eğitimde büyük bir mesele… Hemen aklıma gelen bir hâdiseyi sizlerle paylaşayım… Ulucanlar Cezaevi’nde tanışığım Mustafa Hoca… Kumandanın babası Muammer Erdiş Amca ile tanışık ve çok sıkı bir münasebetleri var. Onla olan bir hatırası… Muammer Amca, Ahmet Cevdet Paşa’nın bir kitabını okuması için Mustafa Hoca’ya veriyor… Hocamız herkesin gösterdiği tavrı sergiliyor… Kitap çok ağır geldi anlayamadım… İçinde anlamadığım birçok kelime var… Muammer Amca “oğlum sen ki imamsın insanlara dinimizi anlatıyorsun… Bugün bir doktor adayı doktor olmak için binlerce kelimenin anlamını öğreniyor; bunlar içinde pisliğin bile Latince karşılığını bilmek zorunda, yoksa doktor olamaz…” diyor. Bu sözler Mustafa Hoca’ya iyi bir ders oluyor. Kitabı tekrardan büyük bir sabırla ve işçilikle okuyor. Büyük mesafe katediyor. Ondan sonra Said Nursi’nin kitaplarını bile rahatlıkla okuma becerisi gösteriyor. Hanım, dizileri seyrederken elinin altında fındık fıstık ve çekirdek bulundurur. Küçük çocuğum sabah kahvaltıda “anne sen çekirdeği çok severdin niye hiç açılmamış” diyor. Hanımın cevabı oldukça manidardı… “Abdülhamid beni çok etkiledi, dizi seyretmeyi eğlence haline getirmek içimden bir türlü gelmedi.” dedi. Bir gün önce okulda yanımızda her fikirden öğretmenlerle otururken bir arkadaşımız Abdülhamid’i gündeme getirdi… Abdülhamid’in neler yaptıklarını anlattı… Ben de ortamda Üstadımdan aldığım bilgilerle Abdülhamid’in çok merhametli ve şefkatli olduğunu, bu özelliği yüzünden tahttan indirildiğini ifade ettim… Bu devletin zamanında hukuksuz ve asılsız bir şekilde birçok Müslüman insanı, askeri, subayı ordudan attığını ve onlara sivil hayatlarında bile iş veren insanları ve kurumları tehdit ettiğini söyledim… Hatta bu durum üzerine bir mazlum intihar dahi etmişti… Oysa Abdülhamid’in muhaliflerini devletten atmayıp yurdun başka yerlerine atayıp orada görevlerine devam ettirdiğini ifade ettim… Hamdi arkadaş da diziyi baştan itibaren seyrettiğini söyledi ve “bilmediğimiz meğer neler olmuş” diye konuşmaya katıldı.

Bu duygu ve düşünceleri yaşarken gazetelerde Abdülhamid üzerine bol bol yazılar… Tarihçi İlber Ortaylı’nın bir tesbiti… O devrin aydın zümresi maalesef Abdülhamid’i anlayacak kapasitede değildiler. O devirde merhum Mehmet Akif ve Said Nursi muhalif olmuşlar, Elmalılı Hamdi Yazır da Ulu Hakan Abdülhamid’i tahtan indirici hal fetvasını vermişti. Mehmet Akif, kendisine “Molla Sırat” diye saldıran ve kendisinin de kilise hizmetçilerine benzetip, ‘zangoç’ diye hitap ettiği Tevfik Fikret aleyhindeki şiirlerini bile “gelecek nesillere intikal etmesin” diye safahat’ından çıkarmışken; Abdülhamid hakkında yazdığı: “Ortalık şöyle fena, böyle müzebzeb (karmakarışık, elinden bir şey gelmeyen, beceriksiz) işler” Ah, o Yıldız’daki baykuş ölüvermezse eğer/Çoktan beridir vardır benim bir derdim/Gideyim zalimi ikaz edeyim isterdim/Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamid/Al-i Osman’dan bu korkaklık edilmezdi ümid” gibi mısralarını; keza, Yıldız Camii’ndeki Cuma selamlığında Abdülhamid’e karşı suikast düzenleyen Ermeni teröristin eyleminden sonra,Yıldız Sarayı etrafında alınan çok sıkı tedbirler için, “Neye mal olmadan seyret herifin bir namazı: Sade altmış bin adam kaldı, namazsız en azı!” diye mısralarını Safahat’ından çıkarmamıştı. Yine Merhum Mehmet Akif, Peygamber’siz dinin önderliğini yapan Sapık Mustafa İslamoğlu’nun piri-baş tacı Cemaleddin Afganî adına Safahat’ında nice yüceltici güzellemelerde bulunmuştu. Halbuki Sultan Abdülhamid’e en ağır saldırıları yapanlardan İstanbul Dar-ul Fünunu (üniversite) reisi olan Feylesof Rıza Tevfik bile, daha sonra, “Abdülhamid’in Ruhaniyetinden İstimdad” isimli şiirinde, “Padişahım gelmemişken yad’a biz/İşte geldik senden istimdada biz” gibi pişmanlık yazılarını yazabilmişti. Öte yandan, merhum Elmalılı Hamdi Efendi de henüz 30-31 yaşındayken, Abdülhamid’in hal’inin, şer’an caiz olduğuna dair fetvayı yazacak kadar bir cüretkârlık sergilemiş! Sonrasında da açık bir pişmanlık beyan etmemişti. Sadece yakın çevresine, eğer fetva vermeseymiş, Padişah’ı öldürürler diye düşünüp, tahtan indirilmesini tercih ettiğini söylemiş. Maalesef siyasetten nasipsiz nice İslâmcı şahıslar Abdülhamid Han’a karşı koca devleti çok kısa bir sürede dağıtan mason ve Yahudi yapılanması İttihad ve Terakkicilerle birlikte saf tutmuşlardı. Meşruti idareye geçerek kurtuluşa ereceklerini düşünmüşlerdi. Meşruti yapılanmayı İslâm’a daha uygun bulmuşlardı. Meşrutiyette mecliste büyük bir çoğunluğu gayrimüslimler oluşturuyordu. Şimdi ben devleti yönetirken gayrimüslimlerle istişare mi yapacaktım? Allah Resûlü Müslümanlar dışında insanlarla istişare yaptı mı? Oysa işin doğrusu İslâm’da idare şekli yoktur, idare ruhu vardır. Kim bir devleti İslâm ölçülerine uygun, hassas bir şekilde yönetiyorsa ve yönetirken ehil insanları gerekli yere tayin ediyorsa, o İslâmî bir idare biçimidir. Yani İslâm’da şablonculuk yok. Bu ruha uygun zaman ve mekânın icaplarına göre şeklini de en güzel oturtursa ne ala. Bu ruh ve şekil günümüzde Üstad’ın varlık hedefi Başyücelik Devleti. Başyücelik Devleti’nde Allah ve Resûlü’ne teslim olmuş, onun ölçülerinde erimiş eser ve çile sahibi kendi alanlarında kırk ile altmış beş yaş arsı irfan ehli insanlar topluluğu. Hiçbiri gayrimüslim değil. Bu demek değil ki devletimize bağlı yaşama imkânın nasibdar gayrimüslimlerden yardım ve akıl almayız. Alacak olursak, has ve hususi mahrem yerimize de sokmayız. Meşruti idare öyle miydi? Mecliste yarıya yakın gayrimüslim insan vardı. Meclis karar alamıyordu, tıkanmıştı. Abdülhamid yeri geldi bu hantal yapıyı kaldırıp devletin önünü açmak zorunda kaldı. Bu fakir seksen öncesi partilerin ve meclisin yapısından dolayı kaç aylar boyunca cumhurbaşkanının seçilmediğine şahitlik etmiştir. Ruh ve gönül birliğine malik olmayan insanlardan teşekkül etmiş yurdun her yöresinden seçilen insanların devleti idare edilemez hale düşürdüklerine tanıklık etmiştim. Allah’a şükürler olsun, o yapı başkanlık sistemiyle yıkıldı. Bir adım ötesi Başyücelik Devleti!

Böylesi yaşanmışlıklardan sonra televizyonu açtığımda ne görsem. Her şey üst üste birikiyordu. Abdülhamid Han’ın ölümünün yüzüncü yılından dolayı programlar. Pelin Çift Hanım’ın programında dünyanın farklı yerlerinden gelen Abdülhamid’in torunlarıyla konuşmaları ve Abdülhamid üzerinde donanımlı ihtisas sahibi hocaların müsbet ve vicdani fikirleri... Duygulanmamak elde değil. Akşam oldu… Abdülhamid ile ilgili programda cumhurbaşkanının konuşması… Konuşmasında Üstadımızın tesbitini dile getirmesi: “ABDÜLHAMİD’İ ANLAMAK HER ŞEYİ ANLAMAKTIR!”

Evet, bütün bunlara şahitlik etmek insanı nasıl mesut etmez ki... Medyadan devlet erkânına kadar Abdülhamid’in hakikatinin gündeme getirilip gün yüzüne çıkarılması Büyük Doğu-İbda hakikatinin kabulü değil miydi? Bütün oluşlar bu hakikati doğrulamıyor muydu? Tarih canlanıyor. Bu canlanış fertlerin ve cemiyetin şuurunu yeniden teşekkül ettiriyor. Bir Batılının hayıflanması ne manalı: Biz toplumu Kemalistleştirmek isterken, maalesef toplum olarak Abdülhamidleşiyoruz. Sakın Abdülhamid’i yıkılmış bir devleti zamanında yönetmiş bir fani olarak görmeyin. Üstadımın ifadesiyle “o bir remz, bir sembol.” Irkçılık temeli üzerine bu devleti kurmuş, Batı yaşayış ve düşünüş tarzını bu millete dayatmış, İslâm’a dair ne varsa kökünü kurutmak gayretini göstermiş İttihad Terakkicilerin düşmanı. O İslâm davasını gütmüş, birlik ve beraberliği bu yolda görmüş kutlu ve maveraî bir davanın sevdalısı. Evet, Abdülhamid’in hakikatini ilk ortaya seren Üstad Necip Fazıl. Yolu açan remz şahsiyet O… Ne mutlu Büyük Doğu-İbda davasına bağlı olup, “bu davayı nasıl temsil etmeliyim” acısını duyanlara. Yazıklar olsun enaniyetlerine kapılıp yüceler yücesi mukaddes davayı şahıslarında kepaze edenlere. Üstadımız bu kitabı yazma sürecinde tıpkı ‘Vatan Dostu Vahdettin’ eserinde olduğu gibi fikir özgürlüğünün(!) olduğu cumhuriyet döneminde mahkûm bile olmuştu.
Yazımıza Üstad sever Ahmet Kaplan’ın Üstad ile ilgili yazdığı bir eserden, onun bu mevzuu ile münasebeti olan bir hatırayı yazarak devam edelim.

Önce O’nun Ahlâkı
Anlatanın şahadetine dayanarak, ondan nakledeceğimiz bir hatıra, Necip Fazıl’ın fikir öfkesine eşit fikir namusunu ortaya koymaktadır. 1949 veya 1950 yılı. Kayseri eski müftüsü Abdullah Saraçoğlu’nun misafiri olarak Kayseri’yi ziyaret eden, “İslâm Tarihi” yazarı büyük âlim Abdurrahman Zapsu’ya, Saraçoğlu Hoca, Necip Fazıl’ı hiç tanımayan bir insan hüviyetine bürünerek sorar: “Nasıl adamdır; davasında, inançlarında samimi mi, değil mi?”

“İslâm Tarihi” adlı eserini tamamlayamadan Hakk’ın rahmetine kavuşan Zapsu Hoca, “Bizzat şahit olduğum bir olayı nakledeyim: O’nun nasıl bir insan olduğunu, bu olayın ışığı altında siz değerlendirin.” der ve anlatır:

“Bir gün heyecanla Büyük Doğu’nun idarehanesine girdi. ‘Bakın bakın ne buldum, ne buldum’ diyerek!... Elinde Rıza Tevfik’in, ‘Abdülhamid’in Ruhaniyetinden İstimdat’ adlı şiiri… Ben bunu neşredeceğim’ dedi, idarehanede, mecmuanın sürekli yazarlarının tamamına yakın kısmı mevcut. Necip Fazıl Bey’e ‘bu çok tehlikeli bir iştir, biz bu rizikoya giremeyiz; mecmuayı kapatırlar’ dedim. ‘Kapatsınlar’ dedi. Vazgeçirebilmek ümidi ile başta ben olmak üzere ‘hepimiz derginin yazı kadrosundan çekiliriz’ diye ilave ettim. Necip Fazıl, ‘çekilin!’ dedi… ‘Ben bu şiiri neşredeceğim, beni mahkemeye verecekler, orada Abdülhamid’i anlatacağım. Mahkemeye gelen gençler beni dinleyecekler o zaman. Hiç olmazsa, bu talihsiz Türk padişahı hakkında, onların kafalarında bir soru işareti belirecek’ dedi. O haftanın mecmuasında söz konusu şiiri neşretti. Dediği gibi mahkemeye verildi, tezini de salonu hınca hınç dolduran gençlerin huzurunda, mahkeme heyetine anlattı.”
İşte, “Evlad-ı İyal” kaygusundan arınmış fikir namusu! İşte Necip Fazıl! Abdülhamid Han’ın şahsında düğümlenen, tarihimizin en girift döneminin, Necip Fazıl’ın anahtarı ile açılmasının hikâyesi bu kadar!

“Şimdi ne kolaydır Ulu Hakan’ı anlatmak!..”

Yazımıza Ali Ulvi Kurucu’nun hatıratından Abdülhamid ile ilgili iki bölüm ile merhum Ulu Hakan Abdülhamid’in duasıyla son verelim.

Sultan Abdülhamid Geliyor
İbrahim Erken Bey’in de Saatçi Osman Efendi Hoca’ya dair bir hatırası var ki, kendisi anlatmıştı... Şöyledir: “Hacca gitmiştim. Mekke-i Mükereme’de bulunan âlimlerin hocası Şıh Muhammed el-Arabi et-Tebbani ismindeki büyük zatın ziyaretindeyim. Sohbet esnasında Şeyh Efendi, ‘Sultan Abdülhamid geliyor’ diye bir söz sarfetti. Biz şaşırdık. Acaba Hoca Efendi’nin keşif hali midir, rüyasını mı anlatıyor, kıssa mıdır, acaba ne anlatacak, diye düşünürken, o anda saatçi Osman Efendi geldi. Gelen o imiş…Sohbetten sonra Osman Hocaefendi’ye ‘Efendim Şıh Arabi Hazretleri, sizin geldiğiniz esnada, Sultan Abdülhamid teşrif ediyor’ dediler. Anlayamadım kendisine sormak fırsatını da bulamadım. Bu işin sırrı nedir? Osman Hoca da bu hale hayret ederek, şu cevabı verdi: ‘Acayip! Bunu Allah’tan başka kimse bilmiyor. Ben bu seneki haccıma Sultan Abdülhamid niyetine, niyet etmiştim. Haccım Sultan Abdülhamid Hazretlerine vekaleten, onun ruhuna ithaf etmek için Rabbim kabul etsin diye… Kimseye de bildirmemiştim. Kimin için Hacc’a geldiğimden ailemin dahi haberi yok… Demek ki Şıh Arabi’ye malum olmuş!”

Saatçi Osman Efendi ihya dersleri vermekle maruf, Muhyiddin-i Arabi Hazretlerinin Fütuhat-ı Mekkiye’sini elinde düşürmeyen bir zat… Bu hâdise İslâm’ın derinlik buudunu inkâr edenler dışında derin ve ince Müslümanlar için çok şeyler ifade etse gerek. 

Üstad Hasanül Benna, Kuba’daki hurma bahçesinde yaptığı sohbette, yine Filistin Müftüsü Emin el-Hüseyni’nin Sultan Abdülhamid’e dair anlattıklarını naklederek devam etti: “Müftü Efendi, Sultan Abdülhamid’i, hepimizden fazla bilen bir büyüğümüz. Onun söylediğine göre, Sultan Abdülhamid’den Kudüs mutasarrıfına, katib-i adle yani notere, mahkeme reisine, sık sık talimat, ferman gelirmiş ki: Sakın Yahudiler, Kudüs-i Şerif’te yer almasınlar. Onlara gayrı menkul satılmasın! Bir karış yere, bir avuç altın bile verseler, sakın satış yapılmasın… Maalesef, o büyük kahraman, akıllı sultandan sonra, gün geldi; biz maalesef Filistin tapusunu Yahudilere verdik. Bu acıklı günleri bizler ne yazık ki gördük…”

Sultan II. Abdülhamid’in Duası...
“Helal etmiyorum! Şahsımı değil, milletimi bu hale getirenlere hakkımı helal etmiyorum. Beni, benim için lif lif yolsalar, cımbız cımbız zerrelerimi koparsalar, sarayımı yaksalar; hanûmanımı, hanedanımı söndürseler, çoluğumu gözümün önünde parçalasalar, helal ederdim de, Sevgili’nin (s.a.v) yolunda yürüdüğüm için beni bu hale getiren ve milletimi ateşe atan insanlara hakkımı helal etmem!

Allah’ım, Mukaddes isimlerine kurban olduğum Allah’ım! Yâ Adil! Bana “Kızıl Sultan” adını takan ve devrilmem için ellerinden geleni yapan Ermenileri, şimdi beni devirenlere parçalatıyorsun. Bu cellatları da kim bilir kimlere parçalatacaksın? Fakat yâ Rahman; adaletinle tecelli edersen hepimiz kül oluruz. Bize acı! Resulünün, Sevgili’nin, Kâinatın Efendisi nurunu kaybeder gibi olduğu için bu hale gelen millete, rahmetinle, fazlınla, lütfunla tecelli et. Yâ Kâdir! Kundaktaki yavruyu, almış kaçıran leş kuşunu düşürüp, çocuğu kurtarmak ancak senin kudretine sığabilir. Leş kuşlarının gagasında kundak çocuğuna dönen milletimi kurtar Allah’ım! Yâ Ma’bud; ömrümde tek vakit farz namazı kaçırdığımı hatırlamıyorum. Ama tek vakit namazım olduğunu iddiaya da nefsimde kuvvet bulamıyorum. Huzurunda eğileceğime, kaskatı kalıyorum ve duada ruh teslim edeceğime, yatağımda kıvranıyorum. Sana kulluk gösteremeyen bu kulunu affet Allah’ım. Eğer, yılları tesbih dizisince süren hükümdarlığımda seni bir kere anabildim, Resûl’üne bir kez bağlanabildimse, duamı, o bir kere ve bir an yüzü suyu hürmetine kabul et. Yâ Sübhan! Şu titrek elleri, kıyamet gününde sana “ümmetim, ümmetim” diye yalvaracak olan Habibinin eteğinde, şimdi “milletim, milletim” diye dilenen bu ihtiyarın duasını geri çevirme. Milletimi evvelâ, “Ba’sü bâ’de’l mevt”siz bir ölümle yok etmeye götüren sahte kurtarıcılar ve sahte kurtuluşlardan kurtar ve O’na bir gün gelecek kurtarıcıları, gerçek kurtuluşu nasib eyle. Benim artık bu dünya gözüyle görebileceğim hiçbir saadet ümidim kalmadı. Bari felaketi olsun bana daha fazla gösterme Allah’ım. Ayakta duramaz haldeyim, vâdem ne gün dolacak Allah’ım!”

Baran Dergisi 579. Sayı