“Devletle Millet Arasında Kan Var”

Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonuyla başlayan süreç  içerisinde, Yargı’nın hukuk üzerinden yaptığı operasyonla, Hükümet'in iç ve dış siyâsetine müdahil olduğu, Hükümet'in de bu müdahaleleri durdurabilmek adına Yargı'nın eli-kolu konumunda bulunan kolluk kuvvetlerini bağladığı ve devlet bürokrasisinin artık işleyemez hâle geldiği bir dönemdeyiz. Bu vesileyle İstiklâl Mahkemelerinden beri T.C’nin bürokrasi kademelerine çöreklenmiş, devletin kendi milletine düşman unsurları temizlenecek mi, yoksa tamamen bu unsurların hâkimiyeti mi perçinlenecek göreceğiz…

1923’ten itibaren rejiminden zihniyetine, hukukundan yargıcına kadar, milletinden başka her şeyi ithâl olan T.C.’de yaşanan bu acaiblikleri anlamak için öncelikle bu ithâlatın kaynağına bakmakta fayda var.

İthâl Rejim ve Hukukun Kaynağı

İslâm’ın insanca yaşamak ve yaşatmak arzusuyla Devlet-i Aliyye elindeki merhamet neşterini Avrupa’ya doğru savurduğu demde, Avrupalı’nın durumu tedavî olmamak için doktordan kaçacak delik arayan çocuğa benzemektedir. Çocuğun tedavi edilmesi gereken hastalığının da Kilise olduğunu yerine koyacak olursak, manzara daha da net bir şekilde anlaşılacaktır. Böyle bir zamanda Batılılar hem doktor korkuları hem de kilise baskısından kurtulmak için Eski Yunan’da Aristo ve Eflatun tarafından “ayak takımının yönetimi” şeklinde aşağılanan demokrasiye sarıldılar.

Demokraside hâkimiyet milletin görünmesine rağmen iktidarın tek bir seçilene devredilmesinin krallıklardan beter sıkıntılara neden olacağının düşünülmesi başta Montesqueiu olmak üzere birçok düşünürü bu konuda çalışmaya sevk etmiştir. Reform dönemiyle birlikte Avrupa’da Krallıkların sembolikleşmesi ve demokrasinin yerleşmesinin neticesinde bu husuta yapılan çalışmalara önem verilmiştir.

Baron de Montesquieu’nun kaleme aldığı “De l'esprit des lois-Kanunların Ruhu” adlı eser Avrupa’nın demokrasiye geçişinde önemli bir kaynak olarak kabul görmüştür. Kuvvetler Ayrılığını sistematize eden Montesquieu için, bugün hâkimiyetin millete atfedildiği yönetim sistemlerinin ve Medenî Kanunun temellerini atan Fransız düşünür tanımlaması yapılabilir.

 İthâl Rejimin İthâl Payandaları

1923 senesinde Devlet-i Aliyye’nin yıkılmasıyla beraber paylaşılamadığı için kendi başına bırakılan, kendi başına bırakılamayacak kadar mühim olduğu için de rejiminden hukukuna, zihniyetinden eğitimine, dilinden kılık kıyafetine kadar Batılıların dikte ettiğini tatbik edecek ihanet şebekelerine iktidarın ödünç verilmesiyle kurulan ülke olarak Türkiye.

Devleti işleten bürokrasi kadroları senelerce bu zihniyetin ülkedeki varlığını idame ettirecek şekilde istihdam edildi. Seçme hakkı olsa da seçilme hakkı olmayan milletin içinden birilerinin ez kaza iktidara gelmesi hâlinde bürokrasi marifetiyle haddinin bildirilmesi mümkün olabilirdi.

Askerî Bürokrasi

İstiklâl Mahkemeleri döneminde başlamak kaydıyla Türkiye’deki rejim zihniyetinin gardiyanlığını Ordu üstlendi.

Devletin bürokrasi kademelerine kodlanmış olan zihniyet varlığını senelerce sürdürdü. Demokrasiyle seçilen iktidarların alamayacağı kararlar bürokrasinin dayatmasıyla alındı. Batılıların siyaset üzerindeki hâkimiyetleri bürokrasiyle perçinlendi. Bugüne kadar seçilmiş iktidara karşı ekseriyetle askerî bürokrasi kanalıyla müdahale edildi. Türkiye’deki hâkimiyetin aslî sahiblerinin emir ve direktifleri lâyıkıyla yerine getirilemediği zamanlardaysa, askerî bürokrasinin sopası meydana çıktı ve hâkimiyeti kendisinde sanan milletimizin Batılıların çizdiği çerçeve içerisindeki "hürriyet"lerine asker zoruyla tıkılması sağlandı.

Türkiye’de askerî darbelerin pek çok örneği vardır. Hatıralardaki tazeliğini koruması bakımından 28 Şubat’ı hatırlayalım: İslâmî söylemler geliştirmiş bir partinin demokrasinin izin verdiği meşru yollarla iktidara gelmesi ve Batılı Efendilerin çizdiği ekonomik, siyâsî çerçevenin dışına çıkması sonucu yaşananları. Bu tabiî sadece işin politik tarafı; bir de ülke genelinde rejim karşıtı görüşlerin yine asker ve yargı maharetiyle tasfiye edilmesine yönelik operasyonlar var… Yargının hiçbir gerekçeye dayanmayan kanaatlerle sırf muhalif diye tutukladığı insanlara askerin düşman kuvvetine saldırırcasına cezaevlerinde yaptığı operasyonlar…

Askerin Türkiye’deki vazifesini anlamak için İlker Başbuğ’un geçtiğimiz günlerde yayımlanan kitabındaki şu ifâdelere bakmak bile yeterli olacaktır; “Yapılan etkin propagandanın da etkisiyle, tezkerenin geçmemesinin sorumluluğu Türk Silahlı Kuvvetleri’nin üzerine yıkıldı. 1 Mart Tezkeresi, TBMM’de yeterli kabul oyunu almış olsaydı, Türk Silahlı Kuvvetleri ve personeli bugün karşı karşıya kaldığı sorunlarla, büyük ölçüde yüz yüze kalmayabilirdi.”

Yargı Bürokrasisi

Türkiye’deki hukuk sistemi kuvvetler ayrılığından ötürü yargının elinde toplanmıştır ve bağımsızdır. Bu bağımsızlık öyle bir bağımsızlıktır ki, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun icraatlarını sorgulama yetkisi olan hiçbir kurum yoktur. Organizasyon şemasında HSYK’nın üzerinde yer alan Anayasa Mahkemesi yalnızca “tavsiye edici” konumunda olan, işlevsiz bir kurum niteliğindedir.

Türkiye’deki yargının macerasına kısaca bir göz atacak olursak; “Üç Ali”ler döneminden başlayarak milletimizin kendi özünde ve köklerinde yer alan başta İslâm’ın ve Müslümanların toplumumuzdan tasfiye edilmesine yönelik işletilen bir kurumdur. Yani Cumhuriyetin varlığının idame ettirilmesi adına, karşısında yer alan herkesin ve her kurumun mahvedilmesi vasıtasıdır.

İstiklâl Mahkemeleri devrinden beri kendi hukuk kurallarını bile tanımayan, keyfî kararlarını yargının bağımsızlığı kisvesine sokan, atama mekanizmasını hâlen kendi elinde tuttuğu için zihniyetini 90 senedir muhafaza eden, devleti devlet yapması icab eden hukukun temsilcisi temel kuvvetlerden birisidir. Daha açık konuşmak icab ederse; İkide bir olağan üstü şartlar bahanesiyle DGM, Özel Yetkili bilmem ne diye mahkeme kurarak iktidarı eline alan ve Olympos Dağı’nın tepesinden devletin varlık sebebi olan millet üzerine yıldırımlar yağdıran çetedir.

Bu çete “hukukun olmadığı yerde devlet yoktur, çete vardır” düsturunca devletin çeteleşmesinin de baş müsebbibi olarak gösterilebilir.

Yapılan Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonuyla beraber ülkenin iç ve dış siyasetine yargının müdahil olduğu bir kez daha görülmüş oldu. İşin ucunun Ak Partiye dokunmasıyla beraber Türkiye’deki yargının meşruiyeti sorgulanmaya açıldı.

Ergenekon ve Balyoz Yargı Kararları

Kemalistler 28 Şubat’taki başarısızlıklarının arından ellerinde kalan malzemeyi bir araya toplayarak evvelâ Ak Parti iktidarını devirme kararı aldılar. 28 Şubat döneminde “yerse” diye çektikleri hareket yenmişti ya, bu sefer öyle olmadı.

28 Şubat öncesini andıran suikastlar, Danıştay Baskını gibi olaylar da millet nezdinde karşılık bulmayınca ve bir yandan hükümetin kararlı tutumu, bir yandan cemaat kadrolarının iyiden iyiye yerleşmesi Kemalist Zihniyeti köşeye sıkıştırdı.

Böyle bir konjonktürde Ergenekon adlı bir iddianame hazırlandı ve operasyonlar başladı. “Ergenekon' un, devletin güvenlik güçleri içerisinde örgütlendiği, bünyesinde asker, polis, gazeteci, akademisyen üyeleri olduğu iddia edilmektedir. Bir "derin devlet" örgütlenmesi olduğu iddia edilen Ergenekon'a atfedilen eylemler arasında 2003-2004 yıllarında Adalet ve Kalkınma Partisi Hükûmetini devirmeye yönelik darbe planları, 2006'da bir yüksek yargıcın öldürüldüğü Danıştay Saldırısı, 2007'de Malatya'da üç Hristiyanın öldürüldüğü Zirve Yayınevi katliamı ile 2008-2009 yıllarında gerçekleştirileceği öne sürülen suikast planı iddiaları yer almaktadır."

Ergenekon Dâvâsıyla beraber cemaat kadroları Batı’dan verilen rolü tamamen kaptılar ve millet nezdinde yozlaşmış, köhnemiş, çürümeye yüz tutmuş Kemalist Zihniyetin tasfiyesine giriştiler. Mevcut hükümetin kendi çıkarlarıyla da paralellik arz eden Kemalist Zihniyetin tasfiyesi, Ergenekon ve Balyoz gibi dâvâlarla hukukî yoldan hızlı bir şekilde gerçekleştirildi. Değişimi idrak edip ayak uydurabilenlere dokunulmazken, kimi dosyalar vesilesiyle içeriye alınanlardan bile bazıları serbest bırakılarak yeni sisteme entegre olmaları sağlandı.

Yeniden Yargılama

Dedik ya;"Türkiye’yi bir çete devleti hâline getiren yargı bürokrasisi çeşitli dönemleri olağanüstü diye niteleyerek zihniyetinin hâkimiyetini perçinlemiştir" diye, son zamanlarda, bu dönemlerde alınan hukuksuz yargı kararları sık sık gündeme gelmekte. 28 Şubat döneminde DGM’lerde alınan yargı kararları başta olmak üzere, Özel Yetkili Mahkemelerin verdiği hukuksuz yargı kararları sürekli gündemde.

Son zamanlardaysa başta Balyoz olmak üzere Ergenekon davalarında alınan yargı kararlarının iptal edilerek yeniden yargılanma yapılması gündemde.

Yukarıda anlattığımız devletin zihniyetinin devamlılığının anlaşılması bakımından bu bölüm son derece mühim:

Devlet Güvenlik Mahkemeleri tarafından askerî bürokrasinin brifinglerine dayanılarak verilen hukuksuz yargı kararlarının neden olduğu mağduriyetler yerli yerinde dururken, hükümet eski bürokrasi gardiyanlarının tahliyesi derdine düşmüş vaziyette. Burada şunu da açıkça ifâde edelim; Balyoz olsun, Ergenekon olsun alınmış hukuksuz bir yargı kararı varsa tabiî ki yeniden yargılanma yapılsın, adalet sağlansın. Bizim için önemli olan adaletin herkese ve her kesime eşit olarak sağlanması…

Şimdi bunca hukuksuz yargı kararı varken, bahsettiğimiz bürokrasi zihniyetinin eskilerinin tahliye edilmesi adına, yalnızca Temmuz 2012 tarihinden sonra Özel Yetkili Mahkemelerde alınan yargı kararlarının iptal edilmesine yönelik yapılacak bir çalışma en hafif ifadesiyle puştluktur!

Özel Yetkili Mahkemelerin kapatılması kararının ardından ellerinde kalan dosyalar kapanıncaya kadar yetkileri devam eden mahkemelerin aldığı kararlar iptal edilsin diye bir düzenleme planlanıyor. E iyi de bu ülkede zaten hukuksuz kararlar çıktığı gerekçesiyle DGM’ler ve Özel Yetkili Mahkemeler kapatılmadı mı? O zaman bu mahkemelerde alının bütün yargı kararları şüpheli değil midir? Bir düzenleme yapılması gerekiyorsa bu mahkemelerde verilen tüm yargı kararlarının yeniden yargılanmasının önü açılmalıdır. Buncu hukuksuzluk içerisinde yalnızca belli bir kesimin mağduriyetinin giderilmesine yönelik yapılacak düzenleme hukukun önündeki eşitlik ilkesine aykırıdır.

Sonuç

Bunca hukuksuzluğun hukuk tabelası altında yargı marifetiyle gerçekleştirildiği ülkemizde, eğer ki mevcut hukuksuzluklar tamamıyla giderilmez, bir kesim kayırılırsa millet ile devlet karşı karşıya gelmek zorunda kalacaktır.

Hukukun olmadığı yerde devlet değil çete vardır ve milletimizin artık çeteye de çetecilere de tahammülü kalmamıştır.

 Başta bu ülkenin sahibi olan milletin bizzat kendisi olan Müslümanların hukuksuz yargı kararlarından doğan mağduriyeti giderilmedikçe, İstiklâl Mahkemelerinden bugüne kadar devlet ile millet arasına giren kanın hesabı kapanmayacak ve bir gün mutlaka ama mutlaka bunun hesabı sorulacaktır!

Müslüman Anadolu İnsanı’nın hukuk kisvesi altında işletilen çeteye artık tahammülü kalmıştır, bu öfkeye muhatab olmak isteyenlere duyurulur…