Son zamanlarda dünya çapındaki konjonktürü değerlendirdiğimiz makalelerin Çin ile alâkalı bölümlerindeki görüşlerimiz, umumiyetle Çin’in kendi içindeki kalkınmayı tamamlayamadığı, bu sebeble de Amerika başta olmak üzere Batı dünyasıyla simbiyotik bir münasebet içinde olduğu, kendisini global iktisadî düzenden ayrı konumlandırarak siyasî ve askerî bir hamleye kalkışmasının pek mümkün olmadığı yönündeydi. Çin’in kapalı bir ülke olması, milletlerarası plana taşınan istatistikler dışında onun hakkında pek bir malûmatımız olmaması hasebiyle, bu fikrimizde yanılmış bulunuyoruz.

Bütün dünya ekonomileri salgın hastalık dolayısıyla yavaşlar, durağanlaşır yahut küçülürken, Çin, %18,3’lük, tarihî çapta ehemmiyeti olan bir büyüme performansı sergileyerek, kendi içindeki kalkınmasını tamamladığını ve artık siyasî, askerî ve şimdi de iktisadî mânâda bağımsız bir ülke olduğunu tüm dünyaya deklare etmiş oldu.

Batılıların kullandığı, “game changer - oyun değiştirici” diye bir tabir vardır, bizimkiler sık sık Türkiye’ye yakıştırmak için uğraşırlar oradan hatırlarsınız. Çin’in 2021 senesinin ilk çeyreğinde göstermiş olduğu %18,3’lük büyüme oranı “oyun değiştirici” bir gelişmedir ve Ortadoğu için sürekli olarak kullanılagelen “kartlar yeniden dağıtılıyor” esprisini dünya çapına taşıyıp, dünya düzeninde kartların yeniden dağıtılmakta olduğunu bize göstermektedir.

Bu büyüme oranı bize 1,4 milyarlık nüfuslu Çin’in kendi ekonomisinde devamlılığı sağlamak üzere Fransa, Amerika gibi bir ekonomiyi kendi sınırları içinde var ettiğini göstermektedir. Bu gelişme Çin ekonomisinin devamlılığını muhafaza etmesi için artık eskiden olduğu gibi dışa bağımlı olmadığının da resmidir.

Peki, Çin’in kendi iç dinamiklerine dayanmak suretiyle iktisadî bağımsızlığını elde etmiş olması ne anlama gelir?

Çin’in Global İktisadî Düzene Entegrasyonu

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ile Çin Komünist Partisi arasında Japonya’ya karşı kurulan ittifak zamanla çatırdamaya başlamış, bu kırılmayı fırsat gören Amerika ise devreye girerek Çin ile Sovyetlerin arasını tamir edilemez hâle getirmesini bilmişti. Birçok veçhesi olan bu ilişkiler yumağını kısaca özetleyecek olursak, Çin Komünist Partisi (ÇKP) lideri Mao Zedong, Sovyetler Birliği’nin Stalin sonrası dönemde kapitalist ülkelerle başlattığı barış eksenli politikalarını sosyalist revizyonizm olarak tanımlamış, bu ülkelere karşı sert bir tutum izlenilmesi gerektiğini ifade etmişti. Bununla birlikte ÇKP, destalinizasyon politikalarının giderek artması ve Stalin miraslarının toptan reddedilmesi üzerine Sovyet komünizmini “Revizyonist hainliğin” bir ürünü olarak tanımlamış ve iki ülke arasındaki ideolojik farklılıklar zirve noktasına ulaşmıştı. Sovyetler ise Mao’yu “Stalinleşmek” ile suçlamıştı ve her iki ülkenin arası açılmıştı. Dönemin Amerikan Başkanı Nixon, tam da bu merhalede devreye girerek Çin’i Batılı düzen tarafını çekmesini bilmiş, Mao’dan sonra başa gelen Deng Xiaoping’in ideolojiden ziyade iktisadı önceleyen ve ülkeye yabancı yatırımcı çekmeye dönük siyaseti dolayısıyla Çin’in global iktisadî düzene entegrasyonunun sağlanmasının ve bugünkü ekonomik rolünün temelleri daha o dönemde toprağa atılmıştı. Bu değişimin neticesi olarak teknolojik ve iktisadî anlamda ciddi bir kalkınma hamlesine girişen Çin, bugün ABD ve Avrupa ile siyasî ve askerî planlardan sonra iktisadî düzlemde de rekabet edebilir hâle gelmiş, hatta bunun da ötesine geçmiştir.

Not: ÇKP-Sovyet Rusya münasebetleri, Mao ve sonrasındaki Deng Xiaoping dönemleri ile ABD’nin hadiseye müdahil olmasıyla beraber günümüze kadar uzanan süreç bu kısa izahattan anlaşılamayacak kadar karmaşıktır. Biz yerimiz el verdiğince genel bir çerçeve çizmeye gayret ettik.

Yeni Bir Soğuk Savaş Mı?

Bu girizgâhtan sonra, güçlenen Çin ile ABD arasında yaşanan gerilime bir kez daha bakacak olursak ve “yeni bir soğuk savaş mı” sorusunu soracak olursak, buna öyle sanıyoruz ki en doğru cevabı Nixon’un dışişleri bakanlığını yapmış ve o zamandan günümüze dek uzanan süreçte de Amerika’nın dış politikasında adeta bir “ombudsman” rolü oynayan Henry Kissinger verecektir.

Geçtiğimiz hafta sonu McCain Enstitüsü’nün Sedona Forumu’na konuşan Kissinger, Çin ile ABD’nin ekonomik, askerî ve teknolojik gücünün yıkıcı bir dünya savaşına yol açabileceğinden korktuğunu, Çin ile gerilimin Amerika için en büyük sorun, dünyanın en büyük sorunu olduğunu dile getirdi.

Kissinger, Sovyetler Birliği’nin ABD ile 1947 ve 1991 yılları arasındaki gerilimini Çin ile karşılaştırarak, Washington ve Pekin arasındaki meselenin daha karmaşık olduğunu öne sürdü. “Sovyetler Birliği’nin ekonomik kapasitesi yoktu. Askerî teknoloji kapasiteleri vardı... Çin, önemli bir askerî güç olmasının yanı sıra çok büyük bir ekonomik güç.” dedi. Henry Kissinger sözünü sonlandırırken, Çin ile gerilimin “dünya için en büyük sorun” olduğunun ve Pekin ile bir savaşın gezegeni yutabilecek acımasız bir savaşın fitilini ateşleyebilecek potansiyeli haiz olduğunun altını çizdi.

Tüm Bu Gelişmeler Bizim Açımızdan Ne İfâde Ediyor?

Amerika ve Batı âlemi kuvvetten düşer ve Rusya ancak mevziinde tutunmaya çalışırken, Çin’in yükselişinden bahsetmek elbette ki bizim için de dünya çapında ehemmiyetli gelişmelerin yaşanmakta olduğunun ve olacağının işaretçisidir. Bununla beraber, geçtiğimiz haftalarda da üzerinde durduğumuz üzere askerî, iktisadî ve dolayısıyla siyasî bir güç olmanın yanında, dünya çapında herkesin beklediği yeni bir düzenin tesis edilmesi noktasında Çin’in Batı dünyasından farklı olarak ne teklif ettiği ise başlı başına bir sorun teşkil etmektedir. Deng Xiaoping ile beraber yabancı sermayeyi Çin’e çeken, sermayenin burada kalıcılığını sağlamak için de kanunlarından başlayarak aslında gitgide Batılılaşan, Komünist rejimi ise yalnız yerli sermayeyi ve emeği kontrol edebilmek için muhafaza eden Çin, kapitalizm ile komünizmin birbirine karıştığı bu bulamaç ile dünyanın geri kalanına yeni bir dünya görüşü olarak ne teklif edebilir? Çin, içinde bulunduğumuz süreçte, nasıl yöneteceğim sorusuna cevab aramaktan ziyade bize kalırsa hâlen bağımsızlığını tesis etmekle meşgul bulunuyor; fakat bağımsızlığın tesis edilmesinde kullanılan fikir sisteminin aynı zamanda nihai hedef olarak da kendisini dayattığını, yâni fikrin hem vasıta ve hem de dolayısıyla hedef teşkil ettiğini hesaba katacak olursak, Çin’in bugün Batıya mukavemet etmek için vasıta olarak kullandığı Kapitalizmin nihayetinde aynı zamanda onun için hedef teşkil edeceğini de peşinen ifâde edersek, yanılmayız sanıyoruz.

İşi daha müntehasına götürür ve oradan bakacak olursak, bizim açımızdan her daim küfür tek millettir, dolayısıyla Doğu’da da olsa, Batı’da olsa insanlık çapında yaşanmaya değer bir hayatın tesis edilmesine manidir ve imha hedefidir.

Bununla beraber iki küfür milleti arasındaki her türlü gerilim ve çatışmanın Türkiye için nefes alabilmek anlamına geleceğini de unutmuyoruz.

***

Bu vesileyle sözümüzü Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun Metris duasındaki şu satırlarla bitirelim:

- “… Kâfirleri bizim hareketimizin lehine olacak şekilde birbirine kırdır, onların güçlerini helâk eyle, binalarını başlarına yık Yarabbi.

Kâfirleri korkularından dolayı iş ve hareketten kes, kalplerine korku düşür ve bizlere davanın istediği heybeti, haysiyeti ve vâkarı ver Yarabbi…”

Baran Dergisi 747.Sayı