Dünyanın büyük bir yıkıma doğru gittiği bu zamanda insanlara mutluluk getirmediği açık olan demokrasi masalının da sonu gelmiş olabilir. Bu sona gelişin en büyük sebebi ise ne gariptir ki, kolay yönetilmeleri için iyice yalıtılmış olan insanların bir taraftan zombileşmesi diğer taraftan da her türlü bilgiye ulaşabilmesidir.

Özellikle iktidar partisinin dilinde pelesenk olan demokrasi palavrasının zihinleri işgal ettiği bu zamanda “çoğunluğu azınlık yönetir” de ne demek oluyor demeyin. Tarihin her döneminde ve her toplumda adeta tekerrür eden bir kanun gibi çoğunluğu daima azınlıkta olan bir kesim yönetmiştir. Hele ki, günümüzde Batı emperyalizmi tarafından tüm dünyaya zorla ihraç edilen ve çoğunluğun idaresi anlamına gelen demokrasinin kendi anavatanı da dâhil hiçbir ülkede çoğunluğun idaresi demek olmadığının, bilakis koca bir palavra olduğunun anlaşılması karşısında bizim iddiamızın tersini düşünmek daha mantıksız oluyor. Üstad Necip Fazıl’ın “hakikati bir kişi bulur, milyonlara tasdik ettirir” ölçüsüne toslayıp yıkılan demokrasi palavrası, dünyada hâkim olduğu modern zamanlarda bizzat pratik tecrübeyle kendini çürüğe çıkarırken zıddını haklı çıkarmıştır.

Bu önermeyi ortaya atmamıza sebep olan hadise, Erdoğan başkanlığında Türkiye’nin geldiği tarihî yol ayrımının ihtar ettiği rejim değişimi zaruretinin iktidar partisi ve İslamî kesim entelijansiyası tarafından anlaşılmamış olmasıdır.

Mevcut dünya düzeninin büyük bir değişime gebe olduğu bu zamanda her devlet beka ve istikbal problemiyle karşı karşıya kalmış durumdadır. Türkiye bu problemi en ciddî ve hayatî şekilde yaşamaktadır. Geçtiğimiz asırdan kalan mevcut düzen içinde Batı kuyrukçusu gariban bir devlet olarak yaşayıp gelmiş olan Türkiye aynı hal ve tarzda yoluna devam edemez. Global seküler lağımın atıkları içinde yüzen milletin göz göre göre deforme olup kimliğini kaybetmesi riski ve Türkiye’nin parçalanması için emperyalist Batı’nın kesin saldırısı bir arada düşünüldüğünde şartların olağanüstü olduğu, bu yüzden de tedbirlerin olağanüstü olması gerektiği anlaşılır. Bu şartlar karşısında iktidar partisi ve entelijansiyamız ise demokrasi palavrasına sıkı sıkıya sarılmayı çare saymış durumdadır. İlk genel seçimde başkanlığı garanti gören muhalefet kendi içinde adaylık kavgası yaparken ve de Erdoğan aday olmasa zaten kazanma şansı da olmayan bu tarafın demokrasiden bekleyebileceği sadece yenilgi iken, halkın demokrasiye dayanarak her türlü yozluğa hatta dinsizliğe yönelmeyi tercih etmesi gibi bir ihtimal karşısında buna rıza göstermek İslam’ın hangi ölçüsüyle bağdaşabilir? O durumda “buyrun memleketi istediğiniz gibi batırın, çünkü bu sizin demokratik hakkınız” mı demek gerekiyor? İslamî bir iddiası kalmamış, belki de böyle bir derdi olmamış bu insanlar, demokrasi sayesinde burjuva sınıfına dâhil olmayı yeterli bulmuş olmalı. Zaten iktidara gelmiş olmakla İslam düşmanlarının nefretini çekmiş olduklarından, onların eline iktidarı devrettiklerinde kendilerini nelerin beklediğini bilmiyorlar mı?

İktidar partisi ve entelijansiyamız, İslamî bir dünya görüşüne sahip olmadığı için zaten bir niyet ve plana sahip değilmiş, bu belli. Rejim değişimi zarureti karşısında toplumun demokrasi dışı bir yolla dönüştürülemeyeceği, insanların ikna olması gerektiği gibi garip cevaplar veriyorlar. Dinin emirleri insan nefsine ağır gelir. Sırf içki içmek için bile imanını terk edebilen kitleler mevcut. Ayrıca bir toplumu herhangi bir ideale, hele ki bir dine sadece anlatarak inandırıp dönüştürmenin imkânsızlık derecesinde zorluğuna mukabil, ifsad etmenin kolaylığı insanlığın ortak tecrübesiyle kesinleşmiş iken, hele hele global lağımın yanardağ gibi patlayıp pisliğini insanların hücrelerine kadar sıçratmakta olduğu bu zamanda toplumun ikna olmasını beklemek, o toplumun düşman tarafından ikna edilip bu tarafa zor kullanmaya kalkmasını getirir.

Demokrasiyi bize pazarlayan Batı’da durum nasıldır? Önce İngiltere’de, sonra Fransa’da gayet kanlı devrimlerle doğmuş olan demokrasi, Aydınlanma Çağı’nda ortaya çıkan, tamamen din düşmanı mason tarikatlarının kurmak istediği dünya düzeninin siyasî ve toplumsal zeminini oluşturan en önemli maddelerdendir. Avrupa’da kralların ve rahiplerin hakimiyetini yıkmak için toprak mülkiyeti, ticarette hür teşebbüs, laiklik ve sekülerizm, eşit vatandaşlık ve oy hakkı gibi görüşleri icad eden bu tarikatlar, John Locke’un bireyselcilik felsefesi çevresinde sadece kendine tapan ve kimseye bağımlı olmayan insan tipinin temelini attılar. Hem İngiltere’de hem de Fransa’da suyun başını tutan sermayedarlar ve masonların kurduğu bu düzen, kendi insanlarına fert fert bu hakları tanırken yeri sarsılmaz bir üstyapının hâkimiyeti de tesis edilmiş oldu. Kesilen koyunun bile çırpınıp kendini rahatlatabilmesi için bir ayağının serbest bırakılması gibi, bu üstyapı da demokrasi palavrasıyla verdiği konuşma ve oy kullanma hakkı sayesinde kitleleri kolayca güdülebilir hale getirdi. O arada İngiltere’nin lordlarla iktidarı paylaşan kral tarafından yönetilmekte olduğunu da hatırlatalım; sorgulanmayan oligarşinin idaresi altında demokrasi oyunu…

O günden bugüne demokrasinin beşiği sayılan İngiltere, Fransa ve Amerika’da durum aynıdır: Aşağıda oy vererek kendisini yönetecek olanları belirlediğini sanan kitleler, tepede masonlar ve para babaları, ortada ise tepedekiler adına aşağıdakileri kandıran politikacılar. Bu üç emperyalist devlet tarafından demokrasinin ihraç edildiği ülkelerde de durum farklı değildir: Kitleler aynı ahmaklık bataklığında çırpınırken, paravan arkasında masonlar ve sermayedarlar, politikacılarla el ele, emperyalistler adına bu ülkelerin sömürülmesi operasyonuna hizmet ederler. Emperyalist ülkelerin insanları, sömürgelerden elde edilenler sayesinde daha rahat ve prestijli hayat süren mutlu hayvancıklar olarak yaşarken, demokrasi ve hürriyet ortamında yaşadığını sanan diğerlerinin halkları ise hasretle bekledikleri refahı getirmeyen hükümetleri indirip benzerini getirmekle uğraşmaya devam eder ve eğer çizgiyi aşarlarsa askerî darbeyle terbiye edilir.

Artık kısır döngü haline gelmiş olan demokrasi palavrası, Amerika’da önceki başkan Trump’ın güya demokratik yoldan yani seçimle, ama gerçekte hile hurdayla indirilmesi hadisesi ve sonrasında Kongre binasının basılmasıyla çöpe gitmiştir. Demokrasi ve hürriyet şampiyonu Amerika’da seçimle gelmiş bile olsa mevcut sisteme aykırı davrandığı için başkanın bu hale düşmesi aynı zamanda ona oy verenlerin de aşağılanması demekti. Bunun anlamı şudur: Demokratik düzeni kuranlar, kurucu oldukları için en başta dizginleri ele almış durumdadır. Politikacılar vasıtasıyla yönettikleri kitlelere belli şeyleri istetirler ve teferruatta söz hakkı tanırlar. Kendi kendini yönetmekte olduğunu sanan ahmak kitleleri gütmek için şahane bir yoldur bu. Kaderin garip bir cilvesi sonucu çizgi dışı birinin sesinin yükselmesiyle demokrasi ve konuşma özgürlüğü yerle bir olur. Trump vesilesiyle demokrasinin ne kadar adî bir palavra olduğu, gerçekte ise tepede son derece katı bir üst yapının, korkunç bir oligarşinin gizlendiği ayan beyan anlaşıldı.

Peki bu demokrasi denen şey hiç mi başarılı olmadı dünyada? Cevap basit: Hiç başarılı olmadı. Modern zamandaki haline zaten şahidiz. Geçmişte de halkın hep beraber oy kullanıp kendi kendini yönettiği görülmedi. Yunan şehir devletlerindeki demokrasi belli bir asil sınıfın kendi içindeydi. Roma’da ve cumhuriyetle yönetilen şehir devletlerde de belli bir kesimin kendi arasında istişaresi vardı; seçtikleri kişi de onlara hesap verirdi.

İslam dininde de ehliyle istişare dışında kimseye oy hakkı diye bir şey yoktur. İlk örnekler olan raşid halifeler, ortaya sandık koyup oy atılarak seçilmemiştir. İlk halife Hz. Ebu Bekir’in belirlenmesi, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in reyiyle olmuştur. İkinci halife Hz. Ömer ise birinci halife tarafından, cennetle müjdelenen sahabelerle yaptığı istişareden sonra tayin edilmiştir. Üçüncü halife Hz. Osman’ı seçenler, ikinci halife Hz. Ömer’in vazifelendirdiği, yine cennetle müjdelenen sahabelerden hayatta kalanların oluşturduğu bir heyettir. Son raşid halife Hz. Ali ise kendisine biat etmek isteyenleri reddedip Bedir Ashabının reyini taleb etmiştir. Görüldüğü gibi son derece az sayıda insanın reyiyle bütün İslam ümmetinin başı olan halife vazife almıştır.

İnsanlığın ortak tecrübesine bakıldığında daima belli kişilerin toplumlara önderlik ettiği görülür. Her toplum içinde kuvvet ve dirayetiyle sivrilen insanlar toplum tarafından tabiî bir akışla lider olarak kabul edilir. Kimi zaman lider, sahip olduğu şahsî cazibesiyle, içinde bulunduğu toplumun adeta kaderini değiştirir. Liderin kendisi o toplumun kalbi gibi olur. Çoğu zaman toplumlar ve milletler kendilerine liderlik eden şahsın ismiyle isimlendirilir. Bu kişiler umumiyetle krallar, sultanlar, kağanlar, hanlar ve şahlar olarak aynı cümledendir. Kurucu vasfı taşıyan liderin uyandırdığı saygı ve güven duygusundan dolayı onun soyundan gelenler de kendi toplumları tarafından doğuştan lider kabul edilir. Hanedanların varlığı biraz da bundan dolayıdır. Her ne kadar kan bağından dolayı yönetimin bozulmadan devamı için yönetenler açısından faydalı olarak görülse de, aynı zamanda yönetilenler için de kralın oğlu en makul yöneticidir.

Tarih boyunca insanların daima krallar tarafından yönetilmesini hiç kimse kralların cebren toplum idaresini zapt etmesi olarak açıklayamaz. Krallar ve yönettikleri toplumlar arasında daima bir mutabakat var olmuştur. Kral ve tebaası aynı dünya görüşünü paylaşmakta olduğu için ilk adım zaten atılmıştır. Yönetme sanatını becerip takdir görmek ise kral olmanın esaslarındandır. Hiçbir kral yönettiği halkı kendine düşman etmek istemez. Yönetimde zaaf gösteren kralların varlığı bu iddiamızı çelmez. Demokrasi düzeninde halkların uğradığı sömürü karşısında krallar kaba kıyasla bile temiz kalır. Gücü bir şekilde ele geçirerek halka tasallut etmek tarzı şeyler sadece Yunan şehir devletlerinde ve Roma’da tiranlık olarak ortaya çıkmış olup devam edememiştir. Demokrasilerde darbeler ve paravan ardındaki oligarşik yapıların varlığı en katı krallık idaresinden bile daha acımasızdır. Ayrıca yöneten ve yönetilenlerin insan olması hasebiyle sahip oldukları fazilet ve kusurlar her rejim türünde yüceltici ve alçaltıcı olarak değişmez faktörlerdir. Tarihte örneği görülmüş zalim krallara rağmen insanlık aydınlanma denen karartma çağına kadar böyle devam etmiştir. Demek ki kötü örneklerin azlığına karşı tersi örnekler yaygındır ve yönetilenler açısından da makbul görülmüştür.

Öte yandan insanların kralları ilahî vasıflara sahip görmesi ve bundan dolayı onlara itaat etmesi hakikati de var. Türk, Germen, Fars, Arap gibi imparatorluk kurmuş milletlerde olduğu gibi, son derece iptidaî sayılan kavimlerde de bu anlayış vardır. Bunun kaynağını bilemiyoruz, ama kadîm dönemlerden beri böyle gelmiş. Belki de insanların inanma ve bağlanma duygusunun dünyevî olarak kendini gösterebildiği bir hadise olarak krallara böyle vasıflar yüklemek kitlelerin hoşuna gidiyordu. Muhalefetin müstakbel başkan adaylarından birinin yine kendi adaylarından birini takdim ederken yüzünde “rabbi yessir” gördüğünü söylemesi insanların bu yanına hitab etmek için olsa gerek. Bu da kralların asaleti karşısında demokrasi palavrasının sefaletinin bir göstergesi olmalı.

İslam dininde gücü elinde toplamış kişiler inkâr edilmez, bilakis hak ve adalet dairesinde kaldıkları sürece sultanlara itaat emredilmiştir. Burada esas olan, kral, sultan veya han olan kişinin Müslüman olması ve şeriata uyarak maslahat görmesidir. Aslında belli bir idare şekli teklif etmemiş olan İslam dininde şeriattan sapmadan insanların idaresini en kolay şekilde sağlayan her yönetim şekli makbuldür. Hz Muaviye’den itibaren saltanatın başlaması, Selçuklu ve Osmanlı gibi devletlerin zuhuru bu cümledendir. Eğer bir gün bir yerde her bir ferdin diğerleriyle eşit seviyede istişareye ehil olduğu bir Müslüman toplum vücut bulursa o zaman her birine oy hakkı vermek icab eder. Ve işte o zaman çoğunluğun reyine uyulur da belki buna demokrasi denir. İnsanların farklı yaradılışta olmasından dolayı bu da imkânsızdır.

İşte bu noktada demokrasinin geçersizliği daha net anlaşılır. Oy kullanan herkesin aynı idrak seviyesinde olmamasından, daha doğrusu olamayacağından dolayı ortaya kafa karışıklığı ve dağınıklık çıkar. Sözün kısası, çoğunluk teknik ve fiziksel olarak bir araya gelemez. Ancak daha az sayıda olan bir kesimin hatta bir kişinin, yani liderin veya fikir adamının icadıyla bir önerme insanlara sunulur ve cazip hale getirilir. Dinlerin ve önemli fikirlerin yayılması daima bir kişi yahut çok az sayıda kişinin attığı ilk adımla başlamıştır. Din peygamberler eliyle tebliğ edildiği için onların toplum içinde tek olmaları belki hariç tutulabilir, ama fikirlerin doğuşu da böyle olmuştur. İnsanların büyük kitleler halinde bir araya gelerek büyük fikirler ortaya koyduğunu tarih kaydetmemiştir. Kaldı ki, onların böyle bir maksatla bir araya gelmesi aynı anda hepsinin aklına gelecek iş değildir. Yeni fikirleri bulanların duyurması ve telkin etmesiyle belki kitleler onları idrak ve tasdik edici olabilirler. Doğru veya yanlış bütün fikirler için geçerlidir bu. Demokratik düzende de böyledir. Siyasî partiler tarafından bütün derdi geçimden ibaret olan kitlelere onların anlayacağı basitlikte maddî vaatler sunulur, diğer taraftan da rakip partinin bunları yapamadığı veya yapamayacağı anlatılır. Sonuçta çoğunluğu sağlayan oylar kendilerini yönlendiren azınlığı iktidar yapmış olur.

Dünyanın büyük bir yıkıma doğru gittiği bu zamanda insanlara mutluluk getirmediği açık olan demokrasi masalının da sonu gelmiş olabilir. Bu sona gelişin en büyük sebebi ise ne gariptir ki, kolay yönetilmeleri için iyice yalıtılmış olan insanların bir taraftan zombileşmesi diğer taraftan da her türlü bilgiye ulaşabilmesidir. Bu şartlar altında mevcut sistemin insanlara tahakkümü belli kesimler üzerinde daha da kolaylaşırken daha fazlası üzerinde işe yaramaz hale gelebilir. Bu da isyan ve başka yollara yönelmeyi getirir. Kaos dönemlerinde toplumlar eski başarılı örneklere yahut denenmemiş örneklere tevessül ederler. O durumda Avrupa’da mevcut olan kralların sayısı artar mı bilemem ama korumacı davranıp içe kapanmaya yönelmeler görülebilir, bu da şehir devletleri tarzında bölünmeleri getirebilir. Dünyanın pek çok yerinde de güçlü karizmatik liderler ve otokratik rejimler ortaya çıkabilir.

Trump seçim kaybedince Amerika’da olanlar, demokrasinin beşiği sayılan ülkede, kendisine oy verilen lider için kan dökme iradesinin ortaya çıktığını göstermektedir. Bu da insanlardaki haklılık duygusunun demokrasi tarafından nasıl örselendiğini gösteriyor. Nitekim hileyle hakkının elinden alındığını düşünen kitleler bu yüzden silaha sarılmıştır. Aslında hile olmadan kaybettiklerinde de bunu hazmedemedikleri için hile iddiası sayesinde ayaklanma fırsatı bulmuş oldular. Bu vesileyle, çoğunluğun oyunun geçerliliği karşısında kaybeden tarafın ne kadar mutsuz olduğu ve demokrasinin bunlara karşı “susun oturun” demekten başka bir şey teklif edemediği de anlaşılıyor. Esasında insanları ancak ilahî addedilen kanunlar bir arada tutabilir; yapısı gereği seküler olan, çünkü din yerine aklı temel alan demokrasi yüzünden daima “ben mi haklıyım, sen mi haklısın” kavgası olacaktır. O halde seçimleri kaybeden kesimlerde, kazanan tarafı zaten onlara oy vermeyerek yanlış bulurken, gün gelip onları demokrasi dışı yolları kullanarak ekarte etme isteği oluşamaz mı? Ve bu istek haksız mıdır? Bu duygunun toplumlarda doğuracağı ızdıraptan dolayı sosyal patlamalar meydana gelmez mi? Yarım karizmasıyla Trump, demokrasinin beşiğinde bu iradeyi bilmeden ateşlemeyi başarmış durumdadır. O halde hem Amerika’da hem de dünyanın başka yerlerinde bu tarz gelişmelerin devamını görebiliriz.

Bunalımdaki insanlık arayışta çoğunluğa ulaşmış ve hakikati yahut hakikat sandığı şeyleri kendilerine sunan yahut sunacak olan liderlere bağlanmaya hazır hale gelmiştir. Türkiye’de de durum farklı değildir. 15 Temmuz saldırısı karşısında tankların önüne dikilen Müslüman halk, demokrasi palavrası için bunu yapmadı. Oy verdikleri adam gidiyor diye de yapmadı. Bilakis oy verdikleri adamı bir politikacı değil İslam davası için çalışan liderleri olarak gördüklerinden dolayı bunu yaptılar. Hem demokrasi palavrası arkasına saklanıp hem de seçimle gelmiş devlet başkanını yıkmak isteyenlere karşı, bu palavraya zaten inanmayan Müslüman halk karşı koydu. Çoğunluk televizyon karşısında olan biteni seyrederken az sayıda insan bütün vatanın namusunu kurtardı. Hak olan, o az sayıda insanın çoğunluğu yönetmesidir.

Eğer derdi dünyasından ibaret olan yığınlara kalırsa olacakların belli olması karşısında ülkeyi onlara sormadan yönetmenin daha mı akıllıca olacağı ve bu durumda haklı azınlığın hem kendini hem de vatanı nasıl kurtaracağı sorularının cevabı düğümü çözecektir.

Aylık Baran Dergisi 8. Sayı, Ekim 2022