Yirmici yüz yılın ilk çeyreği kapitalizm için sıkıntılı ve çalkantılı geçti. Birinci dünya savaşı, aynı zaman diliminde patlayan Rus Devrimi ve bunların akabinde yaşanan büyük ekonomik buhran sonucu kapitalizm tarihinin en ciddi krizini yaşar ve hangi tedbir ve reformlarla sona erebileceğine dair çare aranırken, Joseph Schumpeter , “kapitalist sistemin fiili ve muhtemel performansının, sistemin ekonomik başarısızlığının ağırlığı altında yıkılması düşüncesine  karşı olduğu” fakat “kendi başarısının da sistemi koruyan kurumları yıkacağı ve ‘kaçınılmaz bir biçimde’ sistemin içinde yaşamasının mümkün olmadığı koşulları yarattığı” hakkındaki ikili tezi geliştirdi. Tarih Schumpeter’i her iki tezinde de haklı çıkardı. Schumpeter’in diğer ciddi bir iddiası da, kapitalizmin artık bir başka başarılı çıkış yapmaması gerektiği, bunun sırf ekonomik sebeplerden kaynaklanmadığı, çünkü her başarılı çıkışın kapitalizm için ayakta kalmanın giderek daha da zorlaştığı yolunda ki haklı tezidir.

Yüzyılın başında bunlar konuşulur ve tartışılırken son çeyreğinde, kapitalizmin işleyiş biçimi ciddi bir şekilde değişti. Kapitalizmin sermaye birikim dairelerinden son sistemik birikim dairesi Amerikan rejimi, yaklaşmakta olan krizin sinyallerini vermeye başladı. Bunlar birbiri ile alâkalı üç farklı alanda görüldü. Birincisi, dünyanın en büyük askeri ve ekonomik gücü, dünyanın en yoksul ülkelerinden Vietnam karşısında bozguna uğradı ve karizmayı fena çizdirdi. İkincisi, mali olarak Amerikan merkez bankası uluslar arası para sisteminin kurallarını belirleyen anlaşmalara uymayı, para üretim ve düzenleme biçimlerini korumayı güç hatta imkânsız bulmaktaydı. Üçüncüsü, özgür dünyanın jandarması olarak komünizme karşı durmak bahanesiyle yaptığı saldırılar hem kendi içinde, hem dünyada sorgulanır hale geldi  ve meşruiyetini kaybetti.

Sermaye birikim sisteminde lider konumunda olan kurumun giderek artan miktardaki sermayesini borsa ve spekülasyona, aracılık kurumlarına yöneltmesi, o sistemin ‘‘gösterge krizi’’ne girdiğinin habercisidir. Büyük ekonomik güçler son demlerini yaşamaya başladığında finansmanla aşırı biçimde oynamaya, borçları göz ardı etmeye başlarlar. Bu ekonomik çöküşün habercisidir. Finans, bir ulusun ancak az bir kesimini memnun edebilir. Bu kesimde toplumun kaymak tabakasıdır. Geniş alt ve orta sınıfı besleyemez. Besleyemediği gibi, toplumsal dokuyu parçalayarak kutuplaşmalara, toplumun geniş kesiminin hayati ve kendine has değerlerini yitirtmesine sebep olur.

Amerikan rejiminin para düzenindeki kriz, dünyaya egemen olabilmek için yaşadığı krizle paralel gelişti.   Bu krizlerin bir sebebi de, dünya da sömürgeciliğin gerilemeye başlamasından sonra çıkan sorunlarla uğraşmakta ki başarısızlığıydı. Kendi himayesinde yasalaştırılan, Birleşmiş Milletler Sözleşmesinde milletlerin kendi kaderini tayin hakkı vardır ilkesine rağmen, 1955’de bağlantısız devletler hareketini kendine yöneltilmiş bir tehdit olarak algıladı. Bu ülkeleri de komünizme çanak tutmakla suçladı. Aslında bütün bunların altında yatan sebep, üçüncü dünya ülkelerinin tam bağımsızlık kazanmasını, Amerikanın dünya gücüne Sovyetlerden bile daha ciddî ve büyük bir tehlike olarak görmesiydi.

Vietnam gibi dünyanın en yoksul ülkelerinden birine söz geçiremeyip yenilmesi, komünizm tehdidini bahane ederek dünya halklarına reva gördüğü haksızlık ve zulüm sonucu oluşan meşruiyet krizi, 1973 petrol krizi, 1979 İran Devrimi, 1980’de yine İran’la yaşadığı rehine krizi, 1991’deki birinci körfez savaşı çözülmekte olan kapitalizmin son kalesi Amerikan rejiminin ‘‘gösterge kriz’’leriydi. ‘‘Nihai kriz’’ler yüksek finans sistemindeki büyük dalgalanmalar ve güç paylaşımında ortaya çıkar. 11 Eylül 2001’de Amerika’nın kendi evinde vurulması, ikinci körfez savaşı, Amerikan dolarının dünya piyasalarında yaşadığı güven krizi, dünya ölçeğinde yükselen İslami diriliş ve direniş Amerikan rejiminin ‘‘nihai kriz’’ini hızlandıran süreçler olarak dikkatle takip edilmesi gereken süreçlerdir.

Baran Dergisi 38. Sayı