Amerikalarda eğitim görüp Boğaziçili bir eğitimci ve yazarımızın vefatı ile bol methiyeli taziye mesajları havalarda uçuşuyor. Bana göre bu zat; Freud ve E. From’u ezberleyip biraz da Sartre, Camus ve Nietschze okuduktan sonra varoluş sarhoşluğu ile mutluluğu yakaladığını zannedip, yakaladıklarını yöresel dile çevirip satarak geçimini sağlayan birisiydi. Vefatının tam da Boğaziçi olaylarına tesadüf etmesiyle Boğaziçi misyonuna dair birkaç kelam etmeden duramadım.

Varoluşçuluk; “insanın kendi değerlerini kendisinin oluşturabileceğini; varoluşunu kendi kendine yaratabileceğini ve geleceğini de yine kendisinin kurabileceğini savunan bir fikir akımıdır.” Bu akımın Makyavelli etkisi altında kaldığını benden başka düşünen var mıdır bilemiyorum. “zafere giden her yol mubahtır” görüşü ile “var olmak için kendi değerlerini oluşturma çabası” aynı şeydir kanımca.

İnsanın arayış macerasına girişmesi fıtratı gereğidir. “Ne aradığını bilmeyen, neyi bulduğunu da bilemez.” hikmeti ortadayken kılavuzsuz bir arayışın sonu karanlıklarda kaybolmaktır. İnsani yolculuğumuzda arayışlarımızı İslam disiplini ve Kâinatın Efendisinin kılavuzluğunda zirveye taşıma gayretlerimiz 400 yıldır sekteye uğramakla kalmamış kazanılan cepheler birer birer elden çıkmaktadır.

“Kendini bilen Rabbini bilir.” hikmeti ile yola çıkan ve arayışlarını bu çerçevede tamamlamaya çalışan Müslüman’ın ulaştığı medeniyeti taklide ve tahribe çalışan Batılı, bizden aldıklarına kendi kodlarını ekleyerek kendi külliyatını oluşturdu.

Köle ve efendi hukuku üzerine kurulu Roma medeniyetinin çöküşüne sebep olan İslam ile başa çıkmanın yolunun kılıçtan geçmediğini anlamak haçlılara pahalıya mal olsa da, asıl hedefin İslam güneşi ile serpilip büyüyen AHLAK olduğunu öğrenmiş olmak, onlar için en büyük kazanç oldu.

Bir yanda, İslam adaletinin kanatları altında serpilip büyümüş AHLAK, diğer yanda köle ve efendi hukukunun ADALETSİZLİĞİ ile hayata tutunmaya çalışan ahlak! Mağlubiyetin sebebini görememek ahmaklık olurdu elbette. İslam’ı kabul etmediklerine göre, ne yaptılar da farkı kapattılar acaba? Kurmayların sıklıkla aşağıdaki diyaloglara benzer bir beyin jimnastiği yaptığını düşünüyorum;

-Asıl mesele adalet.

-Evet! Müslümanlar gibi bizim de adaletimizin terazisi şaşmaz olmalı.

-Müslümanlar gibi dedin zaten. Biz farklı bir şey yapıp onlardan daha cazip olmalıyız?

-Biz de onlar gibi yapalım fakat bir farkla, onlar kitaplarına göre hüküm verirken biz aklımıza uygun olarak çıkaracağımız yasalarla hüküm vereceğiz. İnsanlar arayışlarına aklın izini takip ederek ulaşacaklar. Böylece insanı sınırlayan bir şey kalmayacak.

-O zaman kargaşa çıkıp, düzen bozulmaz mı? Her akla göre kanun çıkarmak mümkün mü?

-Mümkün. Önce insanların tabiata bakmalarını sağlayacağız. Onların zihinlerine, büyük balığın küçüğünü yuttuğunu, ormanın kralının aslan olduğunu kazıyacağız. Büyük balığa yem olmamak için kendi soyunun zayıflarını satmanın tabiata uygun olduğunu, haliyle ahlaksızlık olmadığını içlerine sindireceğiz. O zaman kargaşanın tabii bir şey olduğunu düşünecekler.

-Bu adil mi?

-Adalet isteyen kim? Adil olduğumuza inandıralım yeter. Bizim adaletimiz güç üzerine kurulu. Gücü elde etmenin yolu daha çok balık avlamaksa bunun kuralı belli, balık bulanık suda avlanır. Suyu kendileri bulandırdığı için suçlayacak kimse bulamazlar. Av olmak hoşlarına gitmese de ağa takılmamak daha çok hoşlarına gidecektir. Ağa takılmadıkları sürece diğerlerinden daha güçlü olduklarını düşünecekler. Bunun için durmadan çalışacaklar. Onlar çalıştıkça ağımıza daha semiz balık olarak düşecekler.

-Mazlumlar ve acizleri kollamazsak İslam bizden her zaman önde olmaz mı?

-Evet olur. Fakat biz onlar için öyle yaslar tutacağız, öylesine gözyaşı dökeceğiz ki kabahatin bizde olduğunu düşünseler de asla dile getiremeyecekler. Çünkü şaşaalı yardım kampanyaları düzenleyip güçlü olabilmeleri için sürekli dualar edeceğiz. Zaten hiç durmadan güç mücadelesi verdikleri için aciz olduklarını göremeyecekler. Akıl onlara daima güç vaat edecek.

-Pekâlâ, ahlak bunun neresinde?

-Fırsatlar herkes için eşit. Güçlü ol hayatta kal. Neyi güce dönüştüreceğin sana kalmış.

-Müslümanları yenmemiz için bu yetecek mi?

-Hayır

-Ne yapacağız o halde?

-Onlara da güçlü olmanın tadını hatırlatacağız.

-O zaman şartlar eşitlenmiş olmaz mı? Nasıl kazanacağız? Zaten bizden güçlüler.

-İlaç, her bünyeye aynı şifayı vermez. Kimine aksi tesir yapar öldürür ya da güçten düşürür.

-Nasıl yani?

-Müslümanların gücü, onları bir arada tutan PAYLAŞIMA DAYALI ahlakın devlette vücut bulmasından gelir. Bizim gücümüz ÇATIŞMAYA DAYALI ahlakın devletimizde vücut bulmasından meydana gelecek.

-Paylaşmak iyidir.

-Evet iyidir. Ancak güçlü olana paylaşmak zor gelir. Zira gücü korumanın yolu iyi beslenmektir. Paylaşmak gücü zafiyete uğratır. Bu nedenle insan her zaman güç ister. Biz sistemimizi insanların güç istekleri üzerine kuracağız ve düşmanımızı da bizim gibi olması için kışkırtacağız.

-Paylaşıma dayalı bir sistemde güç kavgası başlatmak kolay değildir. Adaletin terazisi bozulmadan kavga başlatılamaz.

- Aç kalan kutup ayısı ve yavrusunun bulduğu yiyeceği önce anası yer. Zira o beslenemez ise yavru zaten korumasızdır. Anne öldüğünde yavrunun önce beslenmesi bir işe yaramayacak ve diğer yırtıcılara yem olacaktır. Teraziyi tutanların, yaptıkları işin diğerlerinden çok daha kıymetli ve mesuliyetinin ağır olduğunu, kendilerinin ana, diğerlerinin korumasız yavrular olduğuna inanmalarını sağlayacağız.

-Birileri çıkıp biz kutup ayısı değiliz demeyecek mi?

-İşte onlar en tehlikelileri. Fakat inan bana çok azı bunu akıl edecek. Çoğunluk onları meczup olarak görüp dinlemeyecek. İçlerinde kendilerini dinletenler çıkacak elbette. Onları da bir şekilde saf dışı bırakacağız.

-Yine de endişelerim var eninde sonunda kutup ayısı olmadıklarını anlayacaklardır.

-Paylaşmaya alışık topluluklara BEN kavramı girdiği anda güvensizlik veba gibi yayılır. Önce herkes birbirine şüpheyle bakmaya başlar. Arkasından panik ve yağma başlar. Yağma başladığı anda su o kadar bulanır ki bir kısmı çamura saplanırken, diğerleri kıyıya vurmuş olurlar. Bize kıyıya vuranları kolayca toplamak kalıyor.

-Çok acımasızca. Ya çamura batanlar?

-Onlar çamura batmış haliyle kolay av gibi görünse de çamurda avlanmak hem zor hem de tehlikelidir. Çamura saplanıp düşmanla birlikte yok olma riski vardır. Hem hepsini bir anda toplamak bindiğimiz dalı kesmek olur. Onları battığı çamurun içinde bırakıp suya ulaşmalarını engelleyecek setler kurarak dalyanlar oluşturmalıyız.

-Çamur içinde debelenirken yok olup gitseler daha iyi değil mi?

-Hayır, yok olmaları asla işimize gelmez. Önce düştükleri tuzağın öfkesini sindirmelerini bekleyeceğiz. Arkasından çamurda mücadele etmektense, teslim olmayı seçen gevşek tipleri tespit edip onlara küçük su birikintileri içerisinde rahat yaşama imkânı sağlayacağız. Onların yaşantısına imrenen diğer gevşek tipler su birikintisinde yer kapma telaşına düşecek.

-Ön gevşekler sonradan gelen gevşeklerle suyu paylaşırsa yine çamura dönmüş olacaklar. Paylaşmasalar zorla işgale uğrayacaklar. Çok kurnazsın. İş birlikçilerini buldun hemen.

-Evet. Bu durumda ön gevşekler dalyana bırakacağım su karşılığında ne istersem onu yapabilmek için diğerlerinden yetki alacak. Çamur içinde kalanlardan itiraz edenler olsa da suya ulaşma imkânı olmadığı için bağırıp çağırdığı ile kalacak.

- Kazayla ulaşan olursa onu da tutup yeriz.

- Doğru! Bekçiyi bulduk, dalyan kontrolümüz altında artık. Denize göz dikmedikleri sürece istedikleri kadar su bırakabiliriz zira balığın üreyip semirebilmesi için bol suya ihtiyacı var değil mi?

- Buraya kadar her şey çok güzel bizim ilaç onları zehirledi. Zamanla bünyeleri ilaca alışıp bize benzeyeceklerdir haliyle, o zaman ilaç onlara şifa vermeye başlamayacak mı? Sonunda kurduğumuz tuzağa düşmeyelim?

-Dalyanları boşuna mı kurduk? İstediğimizde suyu kısmak elimizdeki bu son çare onlar her zaman bolca su isteyecekler.

-Neden?

- Biz kendi balıklarımızın benlerini besleyip akıllarına eseni yapmaları için okyanusa özgürce bıraktık fakat yine de ipleri bizim elimizde değil mi?

-Evet

-Dalyandakileri de aynı şekilde motive edeceğiz. Fakat aynı şekilde düşündüğü halde biri dalyan ile sınırlı, diğeri okyanusta özgür dolaşacak. Dalyandaki okyanustakine iç geçirerek bakacak. Setlerden zıplayıp okyanusa ulaşma hayali ile yanıp tutuşacak. Dalyan setlerini aşabilmek için gerekli enerjiyi elde etmenin yolunun zayıf olanları yutmak ve onları satarak bizimle iyi geçinmek olduğuna kendisini inandıracak. Güçlenen, zıplayıp okyanusa geçecek. Bu bizim için tehlike değil aksine yeni bir emniyet mandalı olacak. Zira okyanusumuzda güçlü ve bize bolca taze balık sağlayan iş birlikçimiz olacak. Dahası ona özenen diğer dalyan balıklarına okyanusa kavuşmanın yolunu göstermiş olacak. Okyanusa ulaşma umudu dalyandaki rekabet ve ahlaksızlığı öylesine arttıracak ki asla bizim kadar güçlü olamayacaklar.

-Haklısın. Dönelim kendi durumumuza. Dinozorların nasıl yok olduğuna dair çok fazla teori vardır. Bana en yakın gelen teori çok güçlü olmaları sebebiyle yenilebilecek her şeyi yiyip bitirdikten sonra açlıktan öldüklerine dair olanıdır. Biliyorsun, her şey zıddı ile varlığını sürdürür. Zıddımızı o kadar zayıflattık ki kendi kendimize çelme takmış olduk. Benlerini beslediğimiz balıklarımız dalyandakileri yiyecek, yedikçe semirip büyüyecekler her seferinde daha fazlasını isteyecekler doymak bilmeyen birer canavara dönüştüklerinde dinozorlar gibi bir anda yok olmayalım!

-Bu sorunun cevabı benim de uykularımı kaçırıyor. Söylediğim yalana inanmasam da hoşuma gidiyor. Zira güç olmadan yaşamak anlamsız geliyor. Nefessiz kalıyorum, göğsüm yırtılıyor, isteklerimi ve gururumu yenemiyorum.

-Dalyanları bozup sınırları kaldırsak!

-Kısıtlı da olsa onu yapıyoruz zaten. Fakat dalyan balıkları küçük oldukları halde çok hırslı ve çalışkanlar. Hızla üreyip bizimkilerin yiyeceklerine ortak oluyorlar. Belli bir sayıya ulaşırlarsa kontrolü kaybetmekten korkuyorum.

-Döndük başa desene!

-Yola akılla çıktık fakat şimdi aklın bittiği yerdeyiz.

-Sosyal medya paylaşımlarında bazen açlık ve acı çeken çocuk ya da insan resmi paylaşılır. Altına da “halinize şükredin bak daha beteri var” gibi nasihatler yazardık. Bu tavsiyeleri verirken diğer yandan aklıma hep köleler ve kürek mahkûmları gelirdi.

Güçlü kuvvetli delikanlılar sevdikleri ve umutlarından koparılıp sağlıklarını kaybedene kadar, güç sahibi birileri tarafından kürek çekmeye ya da köleliğe mahkûm edilir. Elleri ayakları zincirlenmiş, başında silahlı adamlar, itaatsizlik etse sırtında kırbaç, açlık, susuzluk ve bin türlü işkence, itaat etse ruhu ıstırap içinde…

Bu insanlar elleri ayakları zincirliyken hiçbir yerden kurtarıcı gelmeyeceğini bildikleri halde umutları var mıydı? Neye şükrediyorlardı acaba? Müslümanlar; “Umutsuzluk ve şükre sebep aramak iman zafiyetidir.” derler. Zira yaratıcının takdirine boyun eğme şuurunda olmak şükür için yeter de artarmış insana.

Ya onların haline bakıp ayaklarında zincir olmadığı için şükredenler? Köle sahipleri, yardımcıları ve köle olmadığını düşünen diğerleri… Ne diye şükrediyorlar?

“Allah beni sevdiği için güçlü yarattı, köle sahibi olmamı sağladı. Çok şükür.”

“Allah beni sevdiği için zeki yarattı, köle sahiplerine yardımcı yaptı, maaş da fena değil, geçinip gidiyoruz çok şükür.”

“Onun yerinde ben de olabilirdim. Piyango bana çıktı o kaybetti. Allah beni daha çok seviyor şükürler olsun.”

Muhtemelen benzer şekillerde şükrediyorlardır.

Hz. Muhammed’in nübüvvetinin ilk yıllarında güç merkezinin yer değiştireceğini sezen müşrikler ona hükümdarlık teklif ederken asıl gayeleri; İslam’ın onlara terk etmelerini emrettiği cepheleri muhafaza edebilmekti. Onlar ellerinde tuttukları cepheler sayesinde güçlerini kaybetmeyecekler, peygamber ise devasa bir güce sahip olduğu halde dini tamamlayamayacaktı. Zira İslam sancağı Müşrik cephesine dikilmiş olsa da cephe aynı cephe olarak kalacaktı.

Peygamber;

“Allah’ım beni o kadar çok seviyorsun ki Müşriklere ellerindeki gücü bana teslim ettirdin. Bundan sonra işim daha kolay olur rahat rahat dini tamamlarım artık. Şükürler olsun.” Diyebilecekken; Kürek mahkûmluğundan daha çetin bir mücadeleyi göze alarak akıl oyunları ve gücü elinin tersiyle itmiş,

“Sağ elime Güneş’i, sol elime Ay’ı verseniz yine de davamdan dönmem” demiş.

-İşte gerçek ahlak ve dava şuuru bu

-Evet, bizimde bu şuuru yakalamamız gerek.

- Gücümüz ve tatlı canımızdan taviz vermeden nasıl olacakmış o?

Baran Dergisi 738.Sayı