Korona ile birlikte evde geçen sürelerimiz arttı. Kimi evini keşfetti evini sever oldu. Kimi ise insanlarla birlikte olmayı, onlara sarılıp kucaklaşmayı, aynı zaman ve mekân ikliminde sohbet etmeyi ve ev dışının ne olduğunu daha iyi idrak eder oldu. Bazısı ise her daim olduğu gibi eşya ve hadiseler zincirini yine trene bakar gibi izledi. Koronaya yakalandım. Benden, yatalak anneme ve abime sıçradı bu hastalık. Acılara karşı soğukkanlı ve dirençli olan, yiğidin harman olduğu Yozgat’ın bir evladı olarak hayatımın en acılı ve kâbus dolu anlarını yaşadım. Zaman uzadı, mekân daraldı. Ahir zamanda bir yıl bir ay, bir ay bir hafta, bir hafta bir gün, bir gün bir saat, bir saat bir an gibi geçecek derler ya; hastalık sırasında bu bende tam tersine tezahür etti. Bir an bir saate, bir saat bir haftaya, bir hafta bir aya döndü. Herkesin hakikati kendinde… Zamanın ve mekânın anlamı tam tersi bir durum oldu. Demek ki, hale nisbetle eşya ve hadisler bambaşka bir manaya bürünüyor. Eşya ve hadiseler farklı bir veçheden görünüyor. Rabb’im kimseye benim yaşadığım hastalık sürecini yaşatmasın. Okulda öğrencilerimden kaptığım hastalığı tek başına yaşamak bir yana, benden dolayı abime, yaşlı ve felçli anneme bulaştırmak… Bir yandan da kendimle uğraştım. Ama onlara da bulaştı, ailemin durumlarını takip etmek ayrı bir vicdan azabıydı. Hastalıktan sonra bakıcıya emanet ettiğimiz, sadece hafta sonlarında baktığım annemi, evime getirip şimdi ailece biz bakıyoruz. Daha önce birçok kez yazılarımda belirttiğim gibi… Hatıralar, yaşlıların bastonları dayanaklarıdır. Bu sözün ışığında bol bol annemi konuşturup diri tutmaya çalıştım. Çalıştım, çalıştım lakin ben de onunla birlikte hatıralar denizinde yüzmeye başladım. Ben de canlandım. Emin olun şu anda yatar yatmaz hep köyümü ve köyümde geçen çocukluk günlerimi hayal ediyorum. Niçin acaba? Felçli annemin dağ gibi dik durduğu ve çalıştığı günlerin pırıltısını hissedip, nefes almaya gayret ediyorum. Yaşlı insanlarla birlikte olmak insana mazisini yeniden deştiriyor. Bu deşmede duygu ve düşünce dünyam yeni keşiflere gark oluyor. Hafıza ne müthiş bir şey. Nerden ne çıkacağı belli olmuyor. Birdenbire karşına hiç ummadığın şeyler geliyor.

Başlığımız deha, anne ve çocuk… Dehayla ilgili çok şeyler yazılmış. Her şeyden önce Üstad Necip Fazıl ve Necip Fazıl’ı sevgili bilen ve onun davasını yaşayan, yaşatan Salih Mirzabeyoğlu birer deha... Anadolu’nun mayasını yoğuran iki güzide insanın eserlerini her okuyuşumda bedahet üstü bedahete yaklaştığım bir hal oluşuyor. Zevken idrak. Deha kimine göre rasyonel bir ruh, kimine göre kendinden önceki sanatın kurallarının ötesinde estetik ve sanat kuralları koyan bir yetenek, doğanın bir lütfudur. Deha tabiatın dilini anında çözen, o dili bize aktarandır. Deha hangi sanat dalında olursa olsun tabiatı aynıyla taklit eden değil, bilakis tabiatın söylemek isteyip de söyleyemediğini anlatandır. Velhasıl deha tabiatta tabiatı aşandır. Bir bakıma deha bizi tabiatta iken tabiat üstüne götürdüğü için asıl varlık alanımızın neresi olduğunun işaretini verendir. Dehayı tanımlayamıyoruz, belirli bir kalıba sokamıyoruz. Tanımlama ve kalıplara sokma çabamız ne söylersek söyleyelim kifayetsiz kalıyor. Dehayı eserleriyle hemhal olarak anlar gibi oluyoruz. Bir Müslüman olarak dehayı Allah’ın bahşettiği bir varlık diye algılıyoruz.

***

Annemleyim hatıralar dehlizinde kâh yürüyor, kâh koşuyorum. Küçükken annemim kucağına oturur hırkasının düğmelerini döndürürdüm. Annemin düğmeleri radyomuzun düğmeleri olurdu. Annemin düğmelerini döndürerek kanal kanal gezer anneme türküler ve şarkılar söyletirdim. Annemin türkü ve şarkılarında ılık ve kadife sesiyle nice diyarlara giderdim. Bazen ayaklarını uzatır, yastığı koyup beni sallamasını söylerdim. Annem hiç itiraz etmez, ayaklarında sallar sallar ve beni uyuturdu. Acaba şu yazdığım şiirin tortusu o zaman mı oluştu.

ANNEM’e

Son dileğim seni görmek

Ölüm gelmeden eşiğe

Kundağa sarıp da beni

Salla koyup da beşiğe

Söyle annem söyle

Ninniler söyle…

***

Dehalar, insan soyunun arada bir görünen ışıltılarıdır. Bir bilgin çok şey öğrenmiş bir kimsedir; dahi ise insanların kendisinden çok şey öğrendiği kimsedir. Deha öğrettiklerini daha önce kimseden öğrenmemiştir. Bu yüzden yüz milyonda bir tesadüf edebileceğimiz büyük kafalar insanlık için bir şimşek değerindedir. Onlar olmasaydı insanlık kendisini en berbat yanlışlıkların ve ahlaksızlıkların uçsuz bucaksız denizi içinde kaybederdi. Dehalar adeta çift bir akla maliktir. Biri kendisi için ve iradesinin hizmetinde, diğeri öteleri avlayıcı ve ötelere ayna mevkiinde. Sıradan insan dünyadaki şeyleri kavrar, dünyayı değil. Sıradan insan eşya ve hadiseleri tek tek yaşayıp algılarken deha eşya ve hadislerin fıkırdatıcısı bütünlüğü görür ve yaşar. Deha sezgi buudunda hakikate pençesini geçirip dünyanın özünü ve eşyanın mahiyetini kavrama kabiliyetine maliktir. Sıradan insanın bilme kudreti bir sokak feneri gibidir, sadece kendi yolunu aydınlatır. Dâhilerinki ise dünyayı aydınlatan güneş gibidir. Deha bir nazardır, derin bir bakıştır, pür temaşadır. Dâhiler gördükleri her manzarayı aynıyla muhayyilerine aldıktan sonra bunu, ister resim, ister şiir, isterse plastik sanatlar olsun lekesiz bir ayna kadar ayniyle aksettirendir. Maalesef bu fevkalade nadir rastlanır ve yüksek yaratılışa sahip kimselerin din, bilim veya sanat adı altında dünyada meydana getirdiği eserler, sıradan çoğunluk tarafından çok geçmeden bayağı amaçlar için birer araç olarak kullanılır. Deha, kendi yasasını dışarıdan değil, kendi içinden alır. O, bu yasayı kendisinden önce kimsede olmayan has ve hususi bir çerçevede ortaya koyar. Deha tabiat ile birlik içindedir. Deha tabiat ötesi alemi hissettirirken tabiat ve tabiat alemi ötesi alemde de birlik ve bütünlük içindedir. Deha mı bizim içimizde yoksa biz mi dehanın içindeyiz bunu anlamak oldukça zor.

***

Beni emziren, büyüten benim içim uykularını bölen anneme ben bakıyorum. Beni sırtına alıp gezdiren, yorulunca boynuna alan annemden eser yok. Yatakta çaresiz felçli yemek ve tuvalet ihtiyacını bile yapamaz halde. Anneme bakarken usanıp sıkılıp bazen “üf” dediğim zamanlar oluyor. Hastaya acize bakmak ne zor bir şeymiş. Ne kadar sabır ve sevgi istiyormuş. Dehalar doğuştan gelen yeteneklerini karıncalar gibi çalışarak büyük bir sabırla örerek eserlerini verirler. Annelik tam bir sabır ve şefkat yatağı. Biliyor musunuz? Yazıdan anlaşıldığı gibi annem yaşıyor. Fakat benim anne mevzuu ile ilgili şiirlerimin kiminde ölüm teması da var. Yani annemi ölmüş bir şekilde hayal etim ve şiirimi bu duygu ve düşünce selinde yazdım.

ANNEMİN KABRİ

Alnımı toprağa koydum

Annemin kabri başında

İçimdeki sesi duydum

Annemin kabri başında

Annem toprağın altında

Uykularını bölüyor

Göklerin yüksek katında

Görüyor beni görüyor

Bir tefekkür ehli deha için bir başka insan nasıl da olur benim erişemeyeceğim güzellikte eser üretmeye cüret edebilir? Bunu ancak ilahi yardımla yapabilir. Yani bir bakıma dehalar ilahi yardıma mazhar olan seçkin insanlardır. Dehalar gündüzü geceye katarak acı ve ıstırapla eserlerini yoğuranlardır. Tıpkı anneler gibi. Anneler evlatları için kim bilir ne acı ve ıstıraba katlanırlar. Onların dertleriyle gece ve gündüzlerini uykusuz geçirirler. Annelerimizin dualarına muhtacız. Anne duasına mazhar olmaz, onların hakkım helal olsun sözüne muhatap olmazsak ne yazık bize.

ANNEMİN DUASI

Bir annenin gözleri

Rahmet içinde ateş

Dua eden elleri

En büyük çileye eş

Ateş derimi yüzdü

Suya düştü izlerim

Ruhu tenimden süzdü

Ufka bakar gözlerim

***

Şiirle teoloji ve şair dehalarla peygamberler arasında hep bir ilişkinin kurulmaya çalışıldığı görülür. Mesela Grekler, büyük şairleri “Tanrı”nın habercileri olarak kabul ederlerdi. Şiir onlar için ikincil bir ilahiyattı. Aristo Poetika’da şiire epistemolojik ve felsefi bir değer atfetmekte ve onu cüzlerin bilgisini veren tarihten üstün bir yere koymakta. Yine bu bağlamda kadim Yunan’ın vahdaniyetçi görüşçüsü Platon şairler için şunu söyler: “Şairler şiirlerini sanatla değil, tanrısal bir erkle söylerler. Öyle ya şairler, bir tekini bile sanat kuvvetiyle işlemesini bilselerdi, ötekini de işlemek ellerinden gelirdi. Tanrı, tıpkı geleceği görenlere, ilham almış bilicilere yaptığı gibi, şairlerin akıllarını çıkarıp onları kendi sözcüleri olarak alıyorsa bu, onları dinleyen bizlere, bütün o değerli şeyleri-akılları almadığına göre – onların söylemediğine, onların ağzıyla Tanrı’nın söylediğini göstermek içindir.”

Platon “ilahi çıldırma” yaşayan şairlerin güzel şiirlerini tanrı ilhamı ve cezbesiyle ortaya serdiğini, onların kendinden geçmeden Tanrı vergisi olmadan şiir söyleyemeyeceklerini ve gelecekten haber veremeyeceklerini söyler. Bu minvalde Kierkegaard, dehanın/şairin kendi içinde her şeye kadir olmasına rağmen, anlamsızlığa mahkûm olduğunu ve kendisine bahşedilen kudretle anlamsızlığın üstüne yeni bir anlam inşa etmek zorunda kaldığını ifade eder. Zira deha tüm dünyadan güçlü olmakla birlikte onun kaderi yalnızlık ve kimse tarafından tam anlamıyla anlaşılamamaktır.

***

Salih Mirzabeyoğlu’nun eserinde geçer. Çocukları niye seviyoruz? Çocuklar biz büyükleri tasarrufu altına alır. Çocuklarla büyükler arası münasebette çocuklar büyükleri kendi makam ve mevkilerine çekerler. Büyük, çocukla çocuklaşarak irtibat sağlar ve onunla birlikte zaman ve mekânı aşıcı oyunlar oynar. Çocuklar günahsız ve Allah’a yakın oldukları için biz büyükleri arındırırlar.

Sık sık deha ile çocuklar arsında da benzerlikler aranmıştır. Lamartine, kendi sanatçılığının zirvesini “Evet çocukluğumun beşiği, yine sana geliyorum.” diyerek ifade ederken Garaudy ise, “Yedi yaşımdan beri büyük bir adam gibi resim yaptım. Fakat bir çocuğun bakışını bulmam ve bu bakışa bağlı olarak resim yapmam için otuz yıl geçecekti.” demektedir.

Charles Baudelaire’e göre, aslında yalnızca sanatçılar ve çocuklar hayatı olduğu gibi görürler. Bizim bildik göğümüzde her zaman tek bir güneş vardır, çocuğun göğünde gün olur onlarca güneş bulabilirsiniz: “Olgun bir sanatçının yapıtlarıyla çocukluğundaki ruh durumu arasında yapılacak bir felsefi karşılaştırma dehanın açık açık ortaya konulmuş bir çocukluktan başka bir şey olmadığını kanıtlar.”

Çünkü çocukluk her şeyi yeni olarak görür, o her zaman sarhoştur. Oyun çocuğun verimli metafiziğidir. Çocuk oynayarak düş kurar ve düş kurarak oynar. Onun bir masa üzerinde gezdirdiği bir kibrit çöpü belki de okyanuslar aşmakta olan ve korkunç dalgaların etkisiyle ikide bir batma tehlikesi geçiren yolcu gemisidir. Çocukluk yalnızca verimli değil belki de insan olmak açısından en anlamlı dönemdir.

Aristoteles insanı merakla yani, “İnsan bilmek isteyen varlıktır.” diye tarif etmeye çalışır. İnsan zihninde keşfedilen ilk ve en basit duygu bu merak duygusudur. Merak, yeniliğe karşı duyulan her türlü arzudur; bu en güzel şekilde dünyayla karşılaşan çocuğun durumuyla açıklanabilir. İşte bu bağlamda deha pür temaşadır, pür meraktır ve pür çocuktur. Çocuğun dünyası tahayyülle örülü bir dünyadır; her şey oyundur ve oyunda kavranılır. Tahayyülün sanat çerçevesinde ortaya koyduğu şeyde insanla karşılaşılır, tüm insanlık bulunur; burada doğrudan doğruya insan değerlerini en etkin biçimde koruyan ve açıklayan evrensel alt bilinç ortaya çıkar. Tahayyül de/tahayyülle evrensele ulaşan güç de aslında çocukluğun gücüdür. Çocukluk masumluk ve unutuştur, yeni bir başlangıç ve yeni bir oyundur. Kendi üstünde dönen bir tekerlektir, evrensele/kutsala bir evettir. Evet, yeni bir şey ortaya koymak için kutsal bir evet gerekir. Oyunu kuran ve geliştiren, sanatı kuran ve geliştiren de aslında çocuğun tahayyülüdür. Çocukluk hep yeniden yaşanılan bir kaynaktır, o durmadan dönüştürülerek yaşanılan, zaman zaman sığınılan, zaman zaman da sanat için başvurulan bir kaynaktır. Dehanın çocuğa benzemesi bu yüzdendir. Gazali’nin peygamberî ruhla çocuğun ruhu arasında bir benzerlik kurması da bu yüzdendir. Ama yine de kimileri büyümek adına çocuklarını acımasızca öldürmek ister.

***

Allah kimseye sevdiklerinin acısını göstermesin. Annemi her gün her an böylesi bir halde görmek çok acı. Rabbim neyi emrettiyse elimizden geldiği kadar yapıyoruz. Ve ben böylesi bir süreçte annemle-köyümle-dedem-ninemle geçen hatıralarıma gidip sığınmayı yeğliyorum. Hafıza kilitlerimi elime alıp mazimde gördüğüm yeni kapıları açmayı ısrarla sürdürüyorum. Hafızamdan akıp gelen her bir hatıra soğuk bir kış gününde üşümekte olan kibritçi kızın yaktığı bir kibrit hükmünde. Sizleri son defa yazdığım bir şiirle baş başa bırakıyorum.

KOMŞU KIZI

Bahçede çocuk sesi… Uykum kaçtı.

Bu vakitsiz demde kimdir bu yaramaz

Perdeyi çekince gözlerim kamaştı

Dost dediklerim bir gün olsun aramaz!

Bakınca gördüğüm komşunun çocuğu

Alnım cama dayalı seyrine durdum,

Omzunda sallanıyor nazar boncuğu

Kaybolan çizgileri yeniden buldum.

Zamana gem vurulan oyuna dalmış

Eliyle toprağın karnını deşiyor

Yerle gök arası asılı kalmış

Sanki bir rüya aleminde geziyor

Ninniler söyleyip uyuttu bebeği

Kucağında merhamet ocağı tüter

Kanadı yayılmış parlar gözbebeği

Dallarda serçeler ne güzel öter

Kulağı yırtan ses bir anda irkildi

Annesi “Gel!” diyordu artık evine

Gözleri nemlendi yüreği ezildi

Gönülsüz yürüdü dövüne dövüne

Ne olur komşu çocuğu gitmeseydi

Camdan pencereme duvarlar örüldü

Seyrine daldığım hal devam etseydi

Çatlayan bu başım yastığa gömüldü!

Not: Yazarımız Bahattin Yeşiloğlu’nun annesi bu yazıyı kaleme aldıktan iki gün sonra Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.