İlim ve irfan sultanı Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’ndan öğrendiğimiz veçhile İslâm; zıtlar arası muvazenenin üstün nizamı. Var-yok, var-yok, o kadar hızlı ve sürekli bir yaratılış gerçekleşmekteki her daim var hissi. Hakikatte her ikisi de ‘Mutlak Var’dan. Mutlak Var yaratılan değil yaratan, zıddı olan değil zıtları dahi yaratan... 1 sayısından diğer sayıların katlanarak çoğalması gibi. 2, 3, 5, 50, 2000 vs. hep 1’in katlarından ve katlanışlarından ibaret. Bu çerçevede vücud hikmetinden payla ilk yaratılan Hz. Âdem, sonra ondan Hz. Havva. Kendinden zuhur eden kendine zıt. Peki hakikatte de zıt mı?

Hem Âdem isminde hem Havva isminde YOK’u tedai ettiren manalar. Yoktan yaratılışa bir başka pencere. Yok’tan var edilene, yoktan yaratıldıklarını hatırlatan YOK’u tedai ettiren isimler. Elbette Âdem’in bir manası da İNSAN ve en önemlisi de o. Erkeğin kadına mahsus Fütûhî hikmeti üzereyiz. 

Kadın erkeğin zıddı mı yoksa bir ayniyetin iki kanadı mı? Kuş misali. Kanatlardan biri eksik ise uçamayacak. Birbirlerine duydukları ihtiyaç ve yine birbirlerine karşı besledikleri muhabbet acaba neden? Muhyiddinî Arabî Hazretleri buna şöyle bir açıklama getiriyor; “Allah, insan için yine insan sûreti üzere başka bir şahsı yarattı ona da kadın adını verdi. Kadın kendi sûreti üzere zahir olunca ona müştâk oldu. Bu hâl bir şeyin kendi nefsine iştiyak duymasıdır. Kadının erkeğe vurgunluğu da bir şeyin kendi yurduna düşkünlüğüdür.” (İbni Arabi, Füsus-ul Hikem, sh. 258)

Büyük Doğu Mimarı ‘Aynadaki yalan’ adlı eserinde bize bu durumu anlamaya sevk eden bir açıklamada bulunur: “Kadın bir fikir... Her şey bir fikir; ama kadın, üstün fikrin kalıba döktüğü heykel... Onu o zannedip, kendisinde başlıyor ve bitiyor sandın mı, bu heykel çöküveriyor; tepesine bir yumruk inmiş balçığa dönüyor ve ortada yalnız ötelerin ötesini gösteren, onun işaret parmağı kalıyor.” (sh. 45)

Kadın şeraitte öylesine zarif, öylesine kıymetli ve öylesine değerli. Her kadın aynı zamanda anne hüviyeti taşıdığından ‘Cennet annelerin ayakları altındadır’ ölçüyle gösterilen muazzam taltif, İslâm dışı hiçbir kadın anlayışının erişemeyeceği hakikati ve yine gösteremeyeceği inceliği bizzat Resuller Resulü'nün ağzından ve yaşantısından ilân etmiştir.

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun İslâm'a Muhatap Anlayış adlı eserinden iktibasla; “İslâm cemiyet ve beldesinin büyük meydanında ve bütün nazarlara karşı kadın, yüzünden, el ve ayaklarından başka hiçbir noktasını çıplak olarak gösteremeyecek derecede hayâ ve hicap şartları yerine geldikten sonra kadın, aynı İslâm cemiyet ve beldesinin aynı meydanında en faal ve en vazifedar unsuru olabilir (sh. 167)

Demokrasi, liberalizm, sosyalizm ve feminizm gibi bazı ideoloji ve görüşler ise kadını öyle ya da böyle büsbütün cemiyetin malı ve cemiyetin üzerinde her çeşit hak iddia edebileceği bir mülkü haline getirmişlerdir.

Liberalizm’de tam bir cinsiyet körlüğü vardır. Kadın ve erkek değil ‘birey’ söz konusudur. Ve liberalizm bu bireylerin ‘zekâsından, gücünden, yeteneklerinden’ dilediği gibi yararlanmayı meşrû görür. Tıpkı bir hayvan gibi alınabilir satılabilir, cinselliği başta olmak üzere her çeşit istidadı gelire çevrilebilir.

Sosyalizmin de liberalizmden geri kalır tarafı yoktur. Hatta ona ekstra bir de ‘ortaklık’ yükü koyar, kadını komünal anlamda toplumun ortak malı yapar. Daha ilerisi ‘eşitlik’ teranesi üzerinden bir erkekten beklenen maddi kuvvet ve yetenekleri kadından da ister.

Feministler ise, kadının liberalizm ve sosyalizm gibi sistemlerde gördüğü zulümden yola çıkarak güya kadını hak ettiği değere kavuşturma arzusunu gaye edinirken bir müddet sonra cinsiyet ayrımcılığının körüklendiği ve ‘erkek egemen dünyaya isyan’ polemiğinin tetiklendiği yine liberal ve sosyalist sistemlerin ‘erkeksi’ egemen ve sömürgeci politikalarına malzeme olurlar.

Demokrasi güya farklı görüşler arasında dengeyi sağlama ümidiyle zihinlere ‘kurtarıcı ve dengeleyici unsur’ olarak zerk edilirken hakikatte kapitalizmin sınırlarını genişletmekten ve kapitalist sömürü ağının yaygınlaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Ve kadın bütün bu sistemlerin hep kaybedeni olur.

Ülkemiz malum; demokratik laik bir rejimle idare ediliyoruz. Nerdeyse köylere kadar fuhuş/fuhuş evleri girmiş durumda. Devletin resmi izni ve vergilendirilmiş ticari levhası ile neredeyse her şehirde kadın ticareti yapan müesseseler var. 400 bin kadın gibi bir rakamdan bahsediliyor ki, içler acısı. 2013 nezdinde Şefkat Der’in bir raporu var ki, bu topraklarda erkek olarak gezmenin bile sakıncalı olduğunu ilan gibi. Sadece sokaklarda tespit edilen ve fuhuş yapan 100 bin üzerinde kadının 50 bini çocuk. Bu ülkeden, Türkiye'den bahsediyoruz. Bu topraklardan, bu coğrafyadan, üzerinde ezan okunan, milyonlarca kişinin alnının secdeye gittiği Anadolu’dan bahsediyoruz. Kendilerine Müslüman diyen 50 bin çocuk sokaklarda fuhuş yaparken sağda solda şişine şişine gezinen Müslümanların sağır olduğunu biliyoruz, elinde tesbih falan zikrimi tamamlayayım yahut ha gayret bir Kur’an Kursu yaptık mı tamam diyen, yahut da bizim yurtta öğrenciler var burs veren yok mu dedikten sonra dört çeşit yemeği milletin önüne dizen güya dindarların yaşadığı her yanı şuheda kanıyla boyanmış bu İslâm beldesinden bahsediyoruz. 50 bin çocuk fuhuş bataklığında. Bu piyasa da dönen paranın miktarı 6-7 milyar dolar civarında.

Ve sonra bir başka demokratik laisizma rezaleti; baba üstelik karısının gözleri önünde engelli kızına 6-7 yıl boyunca her gün tecavüz ediyor, doğan çocukların biri ölüyor diğer ikisini doğar doğmaz bilmem ne köşelerine terk edip kaçıyor. Bütün bunlar demokrasinin nimetleri! 

Ve okullar, kamu kurumları, işyerleri, yurtlar her bir yerden taciz haberleri geliyor, her tarafı pis bir koku sarmış durumda ve insanlar bu duruma alışmış gibi yaşamlarını sürdürmeye devam ediyorlar. Zinayı helal kılan zümrenin belki şimdilerde keyfi yerinde olabilir ama bu kadar insanın vebali sorulmaya başladığında ne olur onu bilemeyiz.

Demokratik dünya’ya baktığımızda da durum farklı değil; “Birleşmiş Milletlerin verilerine göre, dünyada 9 milyondan fazla kadın ‘ticari fuhuş’ piyasasında çalışmaktadır. Bu sayıya her yıl 700 bin kadın eklenmektedir. Bu kadınlardan 120 bin, Avrupa fuhuş (köle) piyasasında pazarlanmaktadır. Bu sektörden, uluslar arası suç örgütleri yılda 10-15 milyar dolar gelir sağlamakta olduğu tahmin edilmektedir. (Zaman, 27.11.2012)

Demokrasi’de kadın sadece fuhuş ve şehvet aracı olarak alınıp satılmamıştır. Onun fıtratı da tamamen yerle bir edilmiş, erkeksileştirilmiştir. Öyle ki, bir kısmı annelik duygusunu kaybettiğinden, aileyi makul görmemekte ve lezbiyen ilişkilere yönelerek kendine farklı dünyalar kurabilmektedir. Benzer durum erkek için de geçerlidir. Malum olduğu üzere ülkemizde "her çeşit zina serbesttir" şeklinde şeytanı rahatlatan bir kanun maddesi vardır. Hatta insanları bu yaptığından dolayı kınayacak olsan ceza yemek gibi garip bir durum söz konusu.

Reklam piyasasının bir numaralı yüzü kadındır. En adi malın bile reklamında kadın cinselliği ve kadın figürü ön plandandır. Demokrasi kapitalizmin maşası halinde kadını sadece cinsel meta-obje haline getirmiş ve onun, etinden, sütünden, emeğinden, görüntüsünden her şeyinden istifade etmeye çalışmaktadır. Kendisinde adı geçen nitelikler kalmayan kadın ise dışlanmakta, sistem dışına itilerek terk edilmekte ve dünün bol ışıklı, bol paralı, bol gösterişli günlerini ‘kullanılıp atılmış’ bir kâğıt parçası gibi durup seyretmektedir. Bu piyasadaki kadınların intihar oranı oldukça yüksektir ve sebebi de izah ettiğimiz şekliyle açıktır.

İlginç bir anekdot aktarmak istiyorum: Nur suresi üçüncü ayet-i kerimede, "Zina yapan erkek, zina yapan kadınla ya da bir müşrik kadınla evlenir; zina yapan kadın da zina yapan bir erkekle ya da müşrik bir erkekle evlenir." buyrulmaktadır. Ve bu ayet aynı sürenin 26. Ayetiyle beraber tefekkür edilmelidir. Ancak bizim derdimiz tefsir yapmak ve fıkhî kaideler sıralamak değil. Mevzu şu; “Abdullah b. Ömer'den, İbnü Abbas'tan (r.anhüm) Mücahid'den, Said b. Cübeyr'den ve yine Said b. Müseyeb'den gelen rivayetlere göre bu ayetin iniş sebebi şudur: Cahiliye devrinde fahişeleri işleten kirahaneler (k.rhaneler), k.rhaneciler vardı. İslâm geldiği vakit Medine de bunlardan Ümmü Mehzûl gibi meşhur karılarla, kapıları bayraklı, alametli dokuz kadar k.rhane bulunuyordu. Bu karılar, bu k.rhaneciler hep müşriklerden idi. İçlerinde servet edinmiş olanları vardı. İslâm'da zina haram olduğundan bu fahişelerden bazıları, yeni Müslüman olmuş olan bazısına nikah teklif etmiş ve kabul ederlerse nafakalarını taahhüt etmek istemiş, onlar da fakirlikleri ve ihtiyaç içinde bulunduklarından dolayı Resülullah (sav)'dan izin istemişler, bunun üzerine bu ayet indirilmiş, o nikahın mü'minlere haram olduğu anlatılmıştır.”

Günümüze bakan yönüyle, cahili bir sistemde ve şirk içerisinde kavrulan bir rejimde yaşıyoruz. Resûlullah ne yaptıysa onu yapmak bütün mü’minlerin vazifesi değil midir?

Sözümüzü şöyle bağlayalım; kadın kadınlığını erkek erkekliği kaybetmeden bir arada yaşasınlar. Fıtrat ve istidatlarına uygun olarak birbirlerini tamamlasın ve birlikte yaşamanın getirdiği muhabbetle ‘ilahî aşk-ilahî arayış’ hesabı mutluluğun resmini çizsinler. Bu çerçevede yazımızı İlim ve İrfan Sultanı Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Şiir ve Sanat Hikemiyatı adlı eserinden kısa bir iktibasla noktalayalım; “Tarkowsky- “… kadının iç dünyası, erkeğin iç dünyasından çok başka… Bence, bu özelliğinden dolayı erkeğe bağımlı olmadan yaşayamaz; erkeksiz yaşamaya başladığında, hususi hayatını yitirir. Toplumda dilediği yere gelebilir, bir erkeğin işini de üstlenebilir; ama bunlar onu kadınca kılmaya yeter mi? Hiçbir zaman yetmez. Feministlerin neyi amaçladıklarını biliyorum; artık mesuliyetlerini istemiyorlar… Her zaman ezildiklerini ve eşit haklar kullanarak bu durumdan kurtulacaklarını sanıyorlar. Kavrayamadıkları durum şu: İnsan, kadın veya erkek, gerçekten yürekten istiyorsa, zaten bağımsız ve hürdür… Hürlüğü kendisi seçtiği için hürdür; hürriyetçi bir ülkede yaşadığı için değil. (s. 207)


Baran Dergisi 402. Sayısı