Yüz yıllardır devam ede gelen doğu/batı karşıtlığı, kapitaliz­min bir dünya sistemi haline gelmesi ile birlikte muhteva değiştire­rek, doğunun batı hegemonyasını cid­di şekilde üzerinde hissettiği, etki alanlarına müdahalenin ilişkiler de gerilimi arttırdığı bir sürece girdi. Ba­tıdan doğuya gidildikçe dozu artan li­beralizm ve serbest piyasa ekonomisi düşmanlığı, Bolşevik devriminin do­ğu halkları üzerindeki tesiriyle birleşince, doğu bu durumu; ezilen halkla­rın haklı mücadelesi olarak algılanır­ken batı, vahşi yığınların, barbar sürü­lerin eğitimi, ehlileştirilmesi, modern­leştirilmesi politikasına dönüştürdü.

Ancak günümüzde, çözülemeyen ve sürekli hasıraltı edilen sorunlar, ye­ni değişim ve dönüşüm dönemlerinin sorunlarıyla birleşerek devamlı artma eğiliminde. Bunlara çare üretememek ister istemez sistemi ideolojik olarak yıpratıyor. Batının bu zaafını doğu kendi başarısıymış gibi vehmederek tatmin oluyor. Ne var ki, tüm yaptığı, batının kendine getirdiği özeleştiriyi tekrarlamaktan ibaret. Bu halin deva­mı, alternatif üretememek yeni deği­şimler karşısında daha önceki yüzyıl­larda olduğu gibi, batı hegemonyası­nın kabulü ve yeniden batının kuyru­ğuna takılmak demektir. Dünyayı dö­nüştürmek gayesini güden görüş ( BD-İBDA), “Mutlak Fikir” den hare­ketle temellendirildi. Buna bigâne kalmak, ruhsuz bir dünyada yaşadığı­mızın, artık kalıcı olan değil, geçici olanın arandığının da göstergesi. İslâmî kesim fikrî ve ahlâkî pejmürde­liğinden kurtulmak istiyorsa, temel meseleleri S. Mirzabeyoğlu’ndan öğ­renme gibi bir derdi olmalı. Böylelik­le belki, bilgiye giden yolda kendine bir rehber edinir ve meseleleri mese­lenin istediği seviyede ele alamama­nın çarpıklık ve güdüklüğünden kur­tulur.

İki dünya savaşı arasında parlamentarizm ve demokrasi, kriz hatta felaket olarak algılanır, halkın demok­rasiye bağlılığının ne kadar devam edeceği tartışılırken, savaş ve ekono­minin gölgesine itilen sorunlar za­manla, küreselleşmenin beraberinde getirdikleriyle bütünleşerek, çözüm­süzlüğü iyice artırdı. Çözüm üreteme­mek batının ideolojik tahakkümünü zayıflatmasına rağmen, yeni dünya düzeni arayışından da alıkoymadı. Kurgulanan yeni dünya düzeninde do­ğu/batı ilişkisi yeni bir muhteva ile gündemde. Gündemin ana maddesi de demokrasi/İslâm ilişkisi. Demokrasi/ İslâm birlikteliğinin mümkün olup ol­madığı; İslâm’ m demokrasiyi tazammun edip etmediği, her iki cenâhta da tartışma konusu. Ne var ki, birliktelik Avrupalı için fayda zarar muhasebesi mesabesinde, şekli bir mesele iken, tazammun edip etmemek, İslâm’ın âlemşumûl boyutu göz önünde tutul­duğunda meseleyi felsefi bir temele oturtma zorunluluğu doğuyor. İslam’ m demokrasiyi içerdiği, dolayısıyla demokrasi/ İslâm birlikteliğinin mümkün olduğu noktasından hareket­le fikir yürütenler, meseleyi sırf usûl yönünden ele almakta, İslâm’ m ilk dönemlerinde meşveret ve seçimin ol­duğu, birliktelik içinde bunun yeterli olacağı sonucuna varmaktalar. Oysa bu durum, modernitenin sonuçlarının tartışıldığı; demokrasinin yeniden ih­ya ve izaha muhtaç olduğu, kalıcı bir kavram olma özelliğini yitirdiği bir dönemde liberalizmin zaaflarını İslâm’ a yansıtmaktır, evrensel olanı günlük siyasete feda etmektir. Hadise­ye yaklaşan şuur, teori ve politika ayaklarını diyalektikle olan temasını kaybetmeden bir denge unsuru içinde götürebilmelidir. Dengeyi sağlayama­dığınız an, size basit bir çizgi kayma­sı gibi gelen şey, o kadar ağır netice­ler doğurur ki, devrimle işgali karıştı­rır, Ergenekon üzerinden devrimcili­ğe; ulusalcılıktan Marksizm’e, almayacağınız viraj, kurmayacağınız ittifak kalmaz. Siz yerinizde sayarken, dün­ya görüşü de avucunuzdan uçup gider. Artık ökeye dördüncü kabilinden ka­nal kanal dolaşıp her konuda görüş serdedebilirsiniz.

Birinci Dünya Savaşı’nda çoğu askerlik çağında 8 milyon insan öldü. Salgın hastalıklar ve Rus Devrimi’nde ölenlerle birlikte bu rakamın 13 milyonu bulduğu tahmin ediliyor. İkinci Dünya Savaşı’nda 90 milyon insan ya öldü ya da yer değiştirmek zorunda kaldı. Uzun ve yorucu kanlı savaş tecrübesi, Nazizm ve faşizm felâketi, Stalin’in kızıl faşizm tehdidi; parçalanmış aileler,kopmuş aile bağları;kim olduğunu,nereden geldi­ğini unutmuş onbinlerce yetim çocuk; ters yüz edilmiş ahlâk anlayışı; hayalleri,inançları,umutları yıkıl­mış,ideolojik olarak yorgun insanları siyasete kayıtsız, evcil hâle getirdi. Tek arzuları istikrarlı bir aile hayatına yeniden kavuşmak, huzur ve güven içinde yaşayabilecekleri bir dünyayı yeniden inşa etmekti. Politika insanlar için bir angarya, katlanılması gereken bir şey haline gelmişti. İki dünya sa­vaşı sırasında ve arasında yaşanan bu inanılmaz hengameyi ve kaos ortamı­nı bilmeden, bunun toplumsal ve siya­si sonuçlarını öğrenmeden, Batı insa­nının modemite ve modem demokra­siyle ilişkisini anlamamıza imkan yok.

Kapitalizmin olmazsa olmazların­dan biri, belki de başlıcası ulus-devlet. Demokrasi asimilasyonu ve ho­mojenliği gerektiriyordu, azınlıklar asimile edilerek ulus-devlet ve mo­dem demokrasinin istediği homojen­lik sağlandı. İmparatorlukların çözül­mesinden sonra, bakiyesi halinde, ne olursa olsun devlet kabilinden kuru­lan güya bağımsız devletler: “Etrafı duvarlarla çevrili, içinde hiçbir şeyin yetişmediği çorak arazi.” Halini ka­nıksamış, gönüllü köleliği benimse­miş insanları bu çorak araziye hapset­menin rejimi de demokrasi. Batılı gö­züyle demokrasiden muradın ne oldu­ğu da Dwight Macdonald’dan: “ Ar­tık Birleşmiş Milletler Avrupa’ yı Nazilerden geri almaya başladığına göre, sömürge politikasının “demokratik” evresi yürürlüğe girmeye başlıyor... ( Avrupalıların) belirli bir küçümseme ile “yerli politikaları” olarak adlandır­dığı politika şimdi kendilerine uygu­lanıyor.”

Kapitalizmin başarısı demokrasi­nin de başarısı, insanlar rahata erdik­çe, refah seviyesi arttıkça sistem bu­nun semeresini toplar. Demokrasi in­sanlardan daha az bağlılık istediği, hayatlarına daha az müdahale ettiği için, acı savaş tecrübesinden sonra ideolojik olarak yorgun, politikaya kuşkuyla bakan;insan hakları konu­sunda kaygılı batı insanı için uygun­dur. Ancak, bu evrelerden geçmemiş, liberalizmi özümsememiş toplumlar- da başarı şansı her zaman tartışmaya açıktır. Din devlet bütünlüğünü ilzam eden İslâm’ın, zihniyet olarak görece­lilik ve varsayımlar temeline oturan demokrasiyle bağdaşması mümkün değildir. Parça parça doğrulardan ha­reketle bağdaştırma gayreti içinde olanlar, kendilerine öncelikle demok­ratlığın İslâmî bir devlete müsaade edip etmediğini sormalı.

Baran Dergisi 192. Sayı