Osmanlı Devleti’nin kurucu iradesi olarak beliren Osman Bey ve sonrasında oğul Orhan Gazi tarafından sistemli bir şekilde ordulaştırılan Akıncı Teşkilatı, bilindiği üzere Haci Bektaşi Veli Hazretleri’nin duası ile mayalandırıldı. Göle çalınan maya tuttu ve çok kısa bir zaman sonra Osmanlı Devleti dünya devleti olmaya doğru hızla yol aldı. Mukadderat çerçevesinde Osmanlı Devleti’nin büyük bir yara alması İspanya’dan sürgün edilen –bana sorarsanız Yahudiler sürgün neyim edilmediler, İspanya’nın sevk ve idaresinde tam hakimiyet sağladıktan sonra kendilerini kontrollü bir şekilde sürgün ettirmiş görüntüsü vermişlerdir- Yahudiler’e kucak açmış olmasıdır. Seferat Yahudileri olarak da bilinen bu sözde mağdur Yahudiler, Sultan 2. Beyazıt zamanında Osmanlı topraklarını kirlettiler. Kaynaklar,1492 yılında İspanya’dan kovulan Yahudilerin varlıklı tacirlerden oluştuğunu yazıyordu. Kimi tekstil tüccarı, kimi sarraf, kimi de tefeci idi. Barcelona Üniversitesi’nden tarihçi Maria Josep Estanyol şöyle diyor:

“Dönemin Osmanlı İmparatorluğu Sultanı (2. Beyazıt), Ferdinand gibi büyük bir İspanyol kralının nasıl olup da bu kadar zenginlik kaynağı olan Yahudilerden vazgeçip kendisine bıraktığını anlayamadığını ifade etmiştir. Sultan, imparatorluğuna zenginlik kazandıran Yahudi ailelerin gelmesinden oldukça memnun olmuştur.”(1)

Türkiye’deki Yahudilere ait bir internet sitesinde İspanyol tarihçiyi teyid eden şu bilgi yer almaktadır: “Nitekim Osmanlı İmparatorluğunun ilk matbaası daha 1493 yılında İstanbul’da, İspanyol göçmeni David ve Samuel ibn Nahmias kardeşler tarafından kuruldu. Immanuel Aboab’ın Sultan II. Bayezid’e atfettiği şu söz ünlüdür: “Bu krala (Ferdinand) nasıl akıllı ve uslu Fernando diyebiliyorsunuz? Kendi ülkesini yoksullaştırıyor ve benimkini zenginleştiriyor!”(2)

Yukarıda Sultan 2. Beyazıt Han için söylenen sözlerin doğru olup olmadığını bilmiyoruz, ama Yahudilere kucak açtığını biliyoruz. Müjdelenmiş fethin fatihi Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri tarafından İstanbul’un fethi (1453) sonrasında gerçekleştirilen bu ilahî gadabı celbeden menfur davranış, Üstad Necip Fazıl tarafından Osmanlı’nı çöküşünün başlangıcı olarak işaret ettiği Kanuni Sultan Süleyman’ın Şeyhülislâmları tayin etme kararından evvelki Osmanlı Devletinin en büyük kırılma noktasıdır, denilebilir. Allah’ın merhametine her defasında ihanet edip isyan eden ve en nihayet topyekûn lanetlenmeyi hak eden bir nesebin varlığına kucak açmanın ne demek olduğunu Allah, Cennet Mekân Sultan 2. Abdülhamid Han Hazretleri’nin şahsında ilkin Osmanlı Hanedanlığı’na, ardından da bütün bir dünyaya göstermiştir. Osmanlı Devleti’nin başına gelenler aslında bundan sonraki süreçte başta Amerika ve Rusya olmak üzere, bütün dünya devletlerinin ders çıkarması gereken ilâhî bir uyarı niteliğindedir. İçinde bulunduğumuz devletin niçin ayağa kalkamadığının biricik sebebi, Allah’ın lanetlilerine karşı eli kolu bağlı olmasıdır. Başta Ahbes olmak üzere, ne kadar Yuda nesebinin kirli izi varsa hemen hepsi bu ülke topraklarından kazınmadıkça, devlet olarak ayağa kalkmak mümkün olamayacağı gibi, giderek insanlıktan da uzak düşecektir. Ama çok şükür ki, yine mukadderat üzerinden hemen her şey mecraına doğru akıyor.  Çünkü zaman, “Kaydı Düşülmüş” veya “Mühürlenmiş Zaman” üzerinden ağlarını örüyor. Mutlak Ölçü meâli: “Ettik size bir oyun!” Gerçekleşmesi mukadder olan süreç, Allah’ın mutlak vaadi olarak beliren “İstikbâl İslâmındır” mutlak sürecidir. Bu haber, süreci okumak bakımından bütün dünya istihbarat örgütlerine esaslı bir bilgi olsun!

Yeniçeri Ocağı’nın varlığı, ta ki Sultan 2. Mahmud Han’ın Yeniçeri Ocağı’nı lağvetmesine kadar sürdü. Yeniçeri Ocağı, Yahudi parmağı üzerinden Aleviliğin alevlendirilmesi üzerinden ifsad edilmiştir. Nasıl ki Aleviliğin alevlendirilmesinde Yahudi parmağı aramak icab eder, aynı şekilde Yeniçeri Ocağı’nın ifsad edilmesinde de Yahudi parmağı aramak icab eder. İslâm’ın ilk yıllarında, meselâ Hazrer-i Ali Efendimiz (K.A.V) zamanında Yuda nesebi İbn-i Sebe, bugünkü Aleviliğin hamisi Şianın doğmasına sebebiyet vermiştir. O gün bugündür Şia üzerinden Alevilik, Müslüman Türk Devletleri içerisinde her daim fitne ve fücür yuvası olmuşlardır. Halihazırda yeni dünya düzeni hayâli üzerinden iş kotaran Yuda nesebinin korktuğunun başına gelmemesi için Sisi, Esed ve Kamal üzerinden Nusayrivâri bir hat oluşturulmak istenmesini iyi okumak gerekiyor. Aktörler farklı, ama senaryo aynı!

Yeniçeri Ocağı’nın lağvedilmesinin ardından onun yerine kurulan ordu, Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye’dir.(3) Bu ordunun mayasında Nakşibendi Tarikatı’nın Müceddidiyye(4) kolunun başı, baş müceddid İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin Anadolu’ya gönderdiği Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri’nin duası olduğuna inanmak istiyorum. En azından bu mânâdan bağımsız olmadığını düşünüyorum. Daha doğrusu kurulan ordunun her halükârda yakın takibe alındığını düşünüyorum. Çünkü “Mağara Dostluğu” üzerinden Hazret-i Mehdi Aleyhissselâm’ın zuhuruna yataklık edecek olan bir zaman dilimine giriliyordu. İstikbâli koklayan ve de kollayan Nakşilerin yeni zaman ve mekânda varlık göstermeleri gayet normaldir. Nitekim Osmanlı sonrası süreçte yeni zaman ve mekânı nasıl da latif bir şekilde nakış gibi işledikleri İBDA budundan bakıldığında daha bir ayan olmaktadır. İBDA Mimarı’nın niçin “Nakşi sırrıdır kavgam!” dediğini de bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor.

Toparlarsak. Doğru söylemek gerekirse Osmanlı Devleti sonrası kurulan devlet, esasında “Devlet-i Ebed Müddet” mânâsı üzerinden kurulan bir devlettir. Kurulan yeni Türk Devleti’nin adının Türkiye Cumhuriyeti olmasının üzerinde ayrıntılı bir şekilde durmak icab eder, ancak mevzuyu daha fazla dağıtmadan sonlandırmak istiyorum. 

Kurulan yeni devletin kurucu iradesi M. Kamal olarak bilinir. Halbuki kurulan yeni devlet, Cennet Mekân Sultan 2. Abdülhamid Han Hazretleri’nin şahsında Osmanlı Hanedanlığı’nın yol verdiği bir devlettir ve 1. Meclis tarafından müşahhas bir zemine taşınmıştır. Her ne olduysa 1. Meclisin ilgasının ardından 2. Meclisin açılması ve ardından da kurucu irade olarak beliren M. Kamal üzerinden oldu. Bu mevzuun bâtınî yönü bir yönüyle Said-i Nursi Hazretleri’nin “Kevser Risalesi”nden süzülebilir. Ama işin esas yönü, Müceddidiyye kolununu son halkası olan ve “Üç Işık Sırrı”nın şahsında tecelli ettiği Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri üzerinden anlaşılabilir. “Hafî zikir” geleneğine sahib olmasına rağmen, “Cehrî zikir” muhiblerine de kol kanat geren olma özelliğinin bir yansıması hâlinde Eyüp Sultan Camii’nden “Kar Tepesi” veya “İdris-i Bitlis Tepesi”ndeki postunu serdiği Kaşgarî Camii Dergâhı’na çıkana kadar  niçin “Ahbes’e lanet!” zikri ile meşgul olduğunu da iyi okumak gerekiyor. “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın arkasındaki tuğra isim olan Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri, bizzat İBDA Mimarı’nın haber verdiği üzere, “TILAİ 10 İRANÎ- Mehdî’yi Hamil On Süvarî”nin sonuncusudur. Buradan da anlıyoruz ki, Efendi Hazretleri’nin yaşadığı yeni zaman ve mekân, Hazret-i Mehdi Aleyhisselâm’ı müjdelemektedir. İBDA fikriyatında bu mevzuun en önemli argümanı veya sembol kavramı, “Cem-i Ezdad”tır, denilebilir. Takib edelim:  

“Cem-i Ezdad-Birbirine zıd olan şeylerin bir arada bulunması: 923: İktisa-Biriktirme, toplama, yığma… 

“Süryanice, Cbad Eştoro-Kontrola bağlı. Muayene: 1923: Cumhuriyet’in ilânı… Yevmiye: “Beni, Cumhuriyet devrine dahil edebilirsiniz!”… Süryanice, Msaytuto-Yangın: 923: Cesrin Şato Maktoit-Süryanice, “20 Sene Beraber”…

Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin vefatı: 1943: Büyük Doğu’nun Doğuşu… İstikrar-Karar ve sebat üzere olmak. Karar kılma. Yerleşme: 962: Tilki Günlüğü…”(5)

Baran dergisinde yayınlanan ve hala bitmemiş olan “Horoz Borcu” yazı dizimizde işlediğimiz mevzuyla da doğrudan alakalı olarak, İBDA Mimarı’nın “Ölüm Odası”nda yer verdiği bir terkibi hüküm: 

“KEZAME-Kuyular arasındaki birinden diğerlerine su geçiren yarıklar. Terazi ipleri kendinde toplanan halka: 2966: SEYYİD Abdülhakîm Arvasi + NECİB Fazıl Kısakürek + İZZET Erdiş…” 

Yukarıda anlatılanlardan da anlıyoruz ki, Osmanlı Devleti sonrası süreçte Efendi Hazretleri ve Ahbes-i Lâin iki zıd mânayı temsil etmektedirler. Zaman ve mekâna zâhirde hükümran olmak ile bâtında hükümran olmak arasındaki farkı fark edenler, Allah Resûlü’nün “Velayet ve Nübüvvet” noktasında, bâtından zâhire çıkması sürecini, yani Cahiliye dönemini hatırlasınlar. Ahbes’i “Ahbes-i Lâin”  yapan en önemli şey, Üstad Necip Fazıl’ın “Manânın suret bulduğu”, daha doğrusu “Suret mânânın aynıdır” noktasında zindanda “Mehmed” metaforu üzerinden Ümmet-i Muhammed’e, dolayısıyla da Hazret-i Mehdî Aleyhisselâm’a yazdığı “Zindan’dan Mehmed’e Mektub” isimli şiirinde yer verdiği “Dünyaya kapalı, Allaha açık.” mısraında saklıdır. Bu dönem, “Kafirûn Suresi”ni de akla getirmektedir. 

Üstad Necip Fazıl, Efendi Hazretleri’nin sıddıkıdır. İBDA Mimarı ise Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl’ın sıddıkıdır. Bu sıddıkıyyet, silsile hâlinde İmam-ı Rabbanî Hazretleri üzerinden Allah Resûlü’nün sıddıkı olan Hazret-i Ebu Bekr (R.A)’a kadar gider. Bunun niçini, Yuda nesebinin Deccal Komitesi ile olan ilişkisi ile de doğrudan alakalıdır. İnsanlığı bu lanetli durumdan kurtaracak olan yegâne sır, “Mağara Dostluğu” çerçevesinden ehline teslim edilen sır, esas itibariyle kullarda değil, Allah’ta saklıdır. Allah ile irtibat hâlinde olanlardır ki, bu sırra riayet üzerinden topyekün insanlığı lanetli Deccal komitesinden koruyabilir. Bu mevzu, sadece Müslümanların bir meselesi değil, bütün bir insanlığın meselesidir. Başta Amerika ve Rusya olmak üzere, tüm dünya devletlerinin dikkat kesilmesi gereken bir meseledir. Hem de meselelerin meselesidir. Sırf bundan dolayıdır ki topyekün insanlık, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın teklif ettiği yeni insan yeni nizam çerçevesindeki yenidünya düzenine ram olmak zorundadır.

İBDA Mimarı, bir “Yevmiye” bahsi olarak: “Ben ilhamımı İmam-ı Rabanî Hazretlerinden alırım!”; Mektubat’tan) der. Nitekim İbn-i Arabî Hazretleri (Vahdet-i Vücud veya “Her şey O’dur!”) mizacında olmasına rağmen, bu mizaca İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin (Vahdet-i Şuhud veya “Her şey O değil; O’ndandır!”) mizacı üzerinden sarkmayı tercih eder. Ve kâmil hakikat meydana gelir. Yani Tasavvuf ile Şeriat, Bâtın ile Zâhir, Doğu ile Batı, kısacası İslâm’ın hakikati olan “Zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizamı” olarak ta ki Sokrates’ın son nefesinde talebesi Eflâtun’a havale buyurduğu ve bütün bir Batı felsefesinin peşinden koştuğu, fakat arayıp da bulamadığı “Horoz Borcu” esprisini de mündemiç olarak “Beşer zekasının sekreteri” olma keyfiyeti meydana gelir: “Her şey O değil; O’ndandır. Bu mânâda O’dur!” Bu çerçeveden olarak denilebilir ki, İbn-i Arabi Hz. varlıkta Vahdet-i Vücudun sistemini kurmuştur. İmam-ı Rabbani (Vahdet-i Şuhud) mizacı üzerinden İBDA Mimarı ise, varlığın özü ve hülasası olan insanda Vahdet-i Vücudun sistemini kurmuştur. Bunu “Ben Kimim?” istifhamı üzerinden bizzat kendi şahsında göstermiştir.

Üzerinde olmayı azmettiğimiz Spor Felsefesi üzerinden fikriyat içerisindeki “Telegram Feylosofisi” ile de ilişkilendirilebilecek birkaç not: 

“Lâtince, İtstadyum-Spor salonu. Stadyum. Talim yeri. “Rüyâ’da gelen mânâ; Üstadım Stadyum’da önündeki kitleye konuşma yapıyor ve ölü kitleyi canlandırmak üzere, “İnanmıyorum bana öğretilen tarihe!” diye haykırıyor. Ben ileri atılıp aynı şekilde tekrarlıyorum ve kitleden yer yer heyecanlı topluluklar buna katılıyor!”(9) … 

Yukarıdaki “İtstadyum” kelimesini “İt” ve “Stadyum” olarak ayırdığımızda, İt’in “köpek” mânâsı yanında, köpeğin “nefs” mânâsı hemen ayan olur… “Stadyum” kelimesinin bilinen mânâsı ile birleştirildiğinde ise ortaya “Nefs terbiyesi veya riyazat yapılan yer” mânâsını veren ibadethane mânâsı çıkar ki, uzak doğu sporlarında riyazete dayalı kata ismiyle bilinen sistem veya formel görüntülerin tapınaklardan neşet ettiğini hatırlamakta fayda var! Neyse, mevzumuz bu değil. Takib edelim: 

“Zurhâne-Spor salonu. “Tâlim yeri”: 869: Mektubat-İmâm-ı Rabbanî Hazretleri’nin baş eseri…”

“Lâtince, Pertingere-Yayılmak: 1868= 869: Necib Fazıl Kısakürek + Salih Mirzabeyoğlu…” 

“Süryanice, Daroşuto-Spor. “Ruhî Talim”: 1922: Qfiso Masbronuto-Süryanice, “Mücerret Fikir”… Süryanice, Tavono Mavto-Ölüm Odası: 1922: Marnito Gaboro-Süryanice, Fikir Kahramanı…” 

Not: Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte Türkiye’de sporun sevk ve idaresi, ta ki 1936 yılında 3289 nolu kanun olarak hazırlanan Beden Terbiyesi Kanunu ile birlikte devlet bünyesine alınan kadar, TİCİ (Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı) üzerinden gerçekleştirilmiştir. TİCİ’nin kuruluş tarihi spor tarihi kitablarında 1922 olarak geçer. Modern sporların Türkiye’deki kurucu hamisi olan ve melun bir vazife üstlenen TİCİ’nin en bariz vasfı, modern sporlar üzerinden Müslüman Türk halkının dinî ve ahlâkî hassasiyetlerini dumura uğratmaktır.

“ALEMDAR-Bayrağı veya sancağı taşıyan: 345: İMAM-I RABBANÎ. (Yevmiye: “Ben ilhamımı İmam-ı Rabanî Hazretlerinden alırım!”; Mektubat’tan)(7)

“Velayet ve Nübüvvet Mührü”nün yeni zaman ve mekândaki temsil noktasının “Mehdî’yi hamil on süvarî” hadîsi üzerinden İmam-ı Rabbani Hazretleri(8) ve Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’ne, oradan da “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”ya ulaştığını / ulaştırıldığını görmek gerekiyor. 

Not: “Hakim Tirmizî ve İbn Arabî gibi bazı mutasavvıflar, peygamberlerin sahip oldukları velâyet ve nübüvvet nurlarıhakkında şöyle bir değerlendirme yaparlar:

“Nebilerin velâyeti, onların nübüvvetinden üstündür. Çünkü peygamberin sahip olduğu velâyet, onun Hakk’a dönük yüzü; nübüvvet ise halka dönük yüzüdür.

“Ayrıca veli Allah’ın ismi, velâyet ise O’nun sıfatıdır. Peygamberlik ise insanın sıfatıdır. Bazı kimseler buradan yola çıkarak Allah’ın velâyet sıfatının tezahürü olan veliliğin, peygamberlerin sıfatı olan nübüvvetten üstün olduğunu savunmuş ise de bu görüş fazla taraftar bulamamıştır.” (bk. İmamı Rabbanî, Mektubat II, 22)

“Velâyetin nübüvvete üstünlüğü sadece peygamberlerin taşıdığı velâyetin; yine peygamberlerin sahip olduğu nübüvvetten üstün olması konusundadır. Yoksa “peygamber olmayanın peygamber olana üstünlüğü” anlamında değildir.

“Ayrıca nebi güneşe, veli de aya benzetilirse, ayın güneşe dönmesi ölçüsünde aydınlanması misali veli de Hz. Nebi (asm)’a ne kadar tabi olursa, o nispette kemal bulmuş olmaktadır.” (İsmail Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ 241)

“İmam Rabbanî, 95. Mektubunda bu konuyu detaylı şekilde ele alır ve bu görüşe katılmadığını söyler:

“Bazı sufiler velilik nübüvvetten daha üstündür demişlerdir. Zira onlar velâyette teveccühün Hakk’a, nübüvvette ise teveccühün insanlardan yana olduğunu görmüşlerdir. Hakk’a karşı olanın, insanlara karşı olanlardan daha üstün olacağı açıktır. Bazı sufiler de bu sözü çevirerek, ‘Bir Peygamberin velâyeti, kendi nübüvvetinden daha üstündür.’ demişlerdir. Bu fakîre göre, bu sözlerin hepsi, doğru olmaktan çok uzaktır.

“Peygamberler, bütün mahlukatın en üstünleridir. Nimetlerin en üstünü onlara verilmiştir. Velâyet, nübüvvetin bir parçasıdır. Nübüvvet bir bütündür ve velâyeti içine alır. Bunun için nübüvvet, her velâyetten daha üstündür. İster peygamberin velâyeti olsun, ister velînin velâyeti olsun!

“İmam Rabbanî’ye göre bu tür sözlerin yanlışlığı şuradadır ki, her ne kadar nebilerin teveccühü halka yönelik olsa da bu yöneliş ancak onların zahirleri iledir. Peygamberlerin batınları daima Hak ile beraberdir. Peygamberlerin halk ile beraber olması onları irşad içindir, kendi nefsanî menfaatleri için değildir.” (bk. Mektubat, 95. Mektup)(9)
 
Dipnotlar

1-https://www.bbc.com/turkce/haberler/2013/03/130308_sefarad_yahudileri.shtml
2-http://www.turkyahudileri.com/index.php/tr/tarih/turk-yahudileri-tarihi/7-osmanli-yahudilerinin-yasami
3-Yeniçeri Ocağı’nın 2. Mahmud tarafından 1826 yılında kaldırılması üzerine onun yerine kurulan yeni askerî teşkilâta verilen ad.
4-Bahâeddin Nakşibend Hazretleri (ö. 791/1389) tarafından örgüleştirilen Nakşibendiyye tarikatının İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’ne (ö.1034/1624) nisbet edilen kolu.
5-Salih Mirzabeyoğlu, Baran Dergisi, “Ölüm Odası (B-Yedi)”, 386. Bölüm.
6-Salih Mirzabeyoğlu, Baran Dergisi, “Ölüm Odası (B-Yedi)”, 386. Bölüm
7-Salih Mirzabeyoğlu, Baran Dergisi, “Ölüm Odası (B-Yedi)”, 386. Bölüm
8-İmam-ı Rabbanî Hazretleri, (14 Şevval 971 / 26 Mayıs 1564) Doğu Pencap’taki Sirhind’de (Serhind) doğdu. Nakşibendiyye tarikatı mensupları arasında İmâm-ı Rabbânî (ilâhî bilgilere sahip âlim) ve “müceddid-i elf-i sânî” (hicrî 2. binyılın müceddidi) unvanlarıyla tanınır. Soyunun ikinci halifeye dayandığını iddia eden Kâbil asıllı bir aileye mensuptur. Tasavvufa ve özellikle vahdet-i vücûda dair birkaç risâlenin müellifi olan babası Çiştiyye ve Kādirî şeyhi idi.
9-https://sorularlaislamiyet.com/peygamberimizin-velayeti-nubuvvetinden-ustundur-anlaminda-bir-soz-var-midir



Baran Dergisi 688.Sayı