Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl’ın “Gençliğe Hitabe”sinden:
“Bir gençlik, bir gençlik, bir gençlik...”
“Zaman bendedir ve mekân bana emanettir!” şuurunda bir gençlik...

“Devlet ve milletinin büyük çapa ermiş yedi asırlık hayatında ilk iki buçuk asrını aşk, vecd, fetih ve hâkimiyetle süsleyici; üç asrını kaba softa ve ham yobaz elinde kenetleyici; son bir asrını, Allah’ın Kur’ân’ında “Belhüm adal” dediği hayvandan aşağı taklitçilere kaptırıcı; en son yarım asrını da işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, Türk’ü madde plânında kurtardıktan sonra ruh plânında helâk edici tam dört devre bulunduğunu gören... Bu devirleri yükseltici aşk, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi... Beşinci devrenin kapısı önünde dimdik bekleyen bir gençlik...”

“Zehir yese onu şifaya tahvil edecek” bir bünye ve mizaç hususiyetiyle ve de hüviyetiyle görünen ve bin yıl sürecek iddiası üzerinden Müslümanlara kan kusturan 28 Şubat sürecini Müslümanların lehine döndürecek şekilde yeniden dizayn eden İBDA Mimarı, Başyücelik Devleti’nin temellerinin atıldığı İstanbul Metris Cezaevi’nden bütün bir Ümmet-i Muhammed’e son ve som müjdeyi veriyor: “1999: Ümmetin Kurtuluş Yılı… Müslümanlar dik durun, karşınızda leşler var!”

Bir “zevken idrak” mevzuu olarak söyleyelim ki, Osmanlı Devleti’nin kuruluş tarihi ile İBDA Mimarı’nın “Ümmetin Kurtuluş Yılı” müjdesini verdiği tarih arasında geçen zaman tamı tamına 7 asırdır… Yedi, Arapça Seb’a kelimesi üzerinden İBDA külliyatında Sabi yani “küçük çocuk”, dolayısıyla da “Çocuk Hikmeti” ile ilişkilendirilir! Bu çerçeveden olarak; 

Bilindiği üzere Osmanlı Devleti, 1299 yılında Selçuklu Devleti Uç Beyi Ertuğrul Gazi oğlu Osman Bey (d. 1258- ö. 1326) tarafından Söğüt’te temelleri atılmış, ta ki 1900’lü yılların ilk çeyreğine kadar varlığını korumuş veya devam ettirmiş bir Hanedanlık-İmparatorluk olarak tarih sahnesinden ayrılmıştır. Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden çekilmesinin ardından 1999 yılına kadarki geçen süre, tabiri caizse bir tür inkıta denilebilecek bir mahiyette olup, her türlü eza ve cefaya katlanış sürecidir. Bir tür bedel ödeme sürecidir. Bedel ödeme sürecinin bittiği ve artık bedel ödetmek sürecine yelken açıldığının biricik müjdesi ve de mucizevâri ispatı hâlinde, bin yıl sürecek hayâli üzerinden Müslüman halkın kıyımına çanak tutan 28 Şubat’ın bir yılda tarihin çöplüğüne postalanması sürecini başlatan İBDA Mimarı’na Ümmet olarak ne kadar çok dua etsek yine de azdır. Allah, Kumandan’ı Ümmete karşı, bizleri Kumandan’a karşı, cümlemizi ise Zat-ı Sübhan’ına karşı mahçub etmesin, amin! 

Tarihçi Ahmet Şimşirgil Hoca, Osmanlı Devleti’nin tasfiyesini Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl’ın “Cennet Mekân Ulu Hakan” olarak tavsif buyurduğu Sultan 2. Ahdülhamid Han Hazretleri’nin azledilmesi ile ilişkilendirir.

Şimşirgil Hoca, yine Üstad Necip Fazıl’ın, “Sultan 2. Abdülhamid Han anlaşılmadan hiçbir şey anlaşılamaz” dediği Sultan 2. Abdülhamid Han Hazretleri’nin azl fetvasını, İT (İttihat ve Terakki) kuklası haline gelen Şeyhülislâm Mehmed Ziyâaddin Efendi’ye imzalattırılmasının ardından yine İT tarafından Şeyhülislâmlığa bir Mason olan Mûsâ Kâzim Efendi’nin (d.1858-ö. 1920) getirilmesi ile ilişkilendirir ve asıl tasfiyenin bu şekilde gerçekleştiğini söyler ki, doğrusu bunun böyle anlaşılmasında hiçbir sakınca yoktur. Aslında Sultan 2. Abdülhamid Han Hazretleri, “Velâyet ve Nübüvvet Mührü”nün mutlak hakikatine sımsıkı bağlı bir “Velî Sultan” olması hasebiyle, mukadderata boyun eğmiş bir Sultan veya Hükümdar olarak algılansa yeridir. “Nübüvvet ve Velâyet Mührü” çerçevesinde ilk insan ve ilk Peygamber olan Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’dan başlayarak, bir bayrak yarışı misâli Allah Resûlü’ne teslim edilen “Kutsal Emanet”, “Hatem’ül Enbiya” olan Allah Resûlü’nde son bulan “Nübüvvet Mührü”nün ardından kıyamete kadar devam edecek olan  “Velâyet Mührü”, “Seçilmiş Kullar veya Veliler” üzerinden yine bir bayrak yarışı misali “Hatem’ül Enbiya”nın tasarrufunda “Hatem’ül Evliya” olan “Son Veli”de karar kılacaktır. Ki bu “Son Veli”nin Hazret-i Mehdi Âleyhisselâm ve Hazret-i İsâ Âleyhisselâm ile de doğrudan ilişkisi vardır. Bu arada, Üstad Necip Fazıl’ın “Altun Silsile” olarak mühürlediği “Başbuğ Velîlerden 33” isimli eserinde Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’ni “Halkanın Sonuncusu” olarak mühürlediğini de söyleyelim. Bu arada, “Horoz Borcu” çerçevesinde kaleme aldığımız yazı dizimizdeki ana fikrin, “Terazi ipleri kendinde toplanan halka” terkibi olduğunu da hatırlatmak isteriz!

Sultan 2. Abdülhamid Han Hazretleri, Allah Resûlü’nde mutlak mânâda tecelli eden “Nübüvvet ve Velâyet Mührü”ne sımsıkı bağlı olan “Velâyet Silsilesi”nin dışında değildir. Kanaatimce Sultan 2. Abdülhamid Han Hazretleri, devlet olarak 600 yıl sancaktarlığını yaptıkları İslâm (İlâyî Kelimetullah) uğruna, diğer bir ifadeyle de “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesi uğruna, daha doğrusu “Velayet ve Nübüvvet Mührü”nün gölgesi mahiyetinde kendisini gösterecek olan “Hatem’ül Evliya Mührü” yüzü suyu hürmetine 600 yıllık Hanedanlık birikimini tek bir celsede feda etmişlerdir. Bunu yaparken, “Devlet-i Ebed Müddet” mânâsı gereği, Osmanlı Devleti sonrası kurulacak olan devletin de ilk temellerini atmışlardır. 1. Dünya Savaşı sonrası süreçte, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın arkasındaki tuğra isim Esseyyid Abdülhakim Arvâsî Üç Işık Hazretleri’nin de destek verdiği “Milli Mücadele” ve ardından gerçekleştirilen “Kurtuluş Savaşı” sonrası süreçte kurulan Cumhuriyet veya Müslüman Türk devletinin temelleri, Sultan 2. Abdülhamid Han Hazretleri tarafından atıldı dersek yanılmış olmayız. 

Not: İBDA Mimarı’nın 2014 yılının Kasım ayında İstanbul’da, Haliç Kongre Merkezi’nde vermiş olduğu “Yaşanmaya Değer Hayat İçin…” alt başlıklı “Adalet Mutlak’a” isimli konferans sonrasında bir mucize olarak sahib olduğu “Derviş Muhammed-332” mührü “Nübüvvet ve Velâyet Mührü”ne sımsıkı bağlı bir “Velâyet Mührü” olarak algılansa yeridir.       

“Kurtuluş Savaşı”nı gerçekleştirenler 1. Meclis’i kuranlardır. 1. Meclis, süreç içerisinde 2. Meclis tarafından bir tür darbe ile tasfiye edilmiştir. 1. Meclis’in ardından kurulan 2. Meclis bir yanda işgalci güçlerle işbirliği yaparak kendi konumunu güçlendirirken, diğer bir yandan da hem darbeler dönemini başlatmış ve hem de “Kurtuluş Savaşı”nın gayesinin uzaklaştırılmasına çanak tutmuştur. Sadece çanak tutmakla kalmamış, bütün bir istikbâli bizzat gayesiz kılmıştır. İBDA Mimarı, “Moro Destanı” teşbihiyle kaleme aldığı “Aydınlık Savaşçıları” isimli eserinde baş put TATÜR’ün ihanetini tarihe mal edip kayıt altına alırken, orada “Kurtuluş Savaşı”nın bitmediğini ve henüz gayesine ermediğini söyler. Bu tesbitin ne denli istikamet tayin edici bir tesbit olduğu bugünkü şartlarda herhalde daha iyi anlaşılmaktadır.

Her şeyden evvel Cumhuriyetin ilanı 1. Meclis’in toplanması ile mümkün olmuştur. Bilindiği üzere, işgal döneminde kimi bölgelerden seçilen temsilciler ile Payitaht veya İstanbul’dan gelen temsilcilerin katılımıyla 23 Nisan 1920’de Ankara’da 1. Meclis toplanmıştır. İstanbul’dan gelenler nezdinde M. Kemal güvenilmez ve de netameli birisidir. Ama buna rağmen 1. Meclis’e yine de M. Kemal’i başkan olarak seçmiştir. Bunu mukadderat üzerinden hikmet çerçevesinde değerlendirmek gerekiyor. Aksi takdirde M. Kemal için hiçbir paye sözkonusu bile değildir. 1. Meclis’in aldığı kararlar arasında egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğu, Meclis’in üstünde hiçbir gücün olmadığı, yasama ve yürütme yetkilerinin Meclis’te toplanması gerektiği ve Padişah ve Halife’nin durumlarının ise işgal sonrasına bırakılması gerektiği gibi kararlar vardı. Böylece Göktürk devletinden bu yana belki de hiç olmayan bir şey oldu ve Türk adını kullanan ilk değilse de son Türk Devleti kurulmuş oldu. 1. Meclis’in yaptığı çalışmalar üzerinden ilkin “Kurtuluş Savaşı” gerçekleştirildi, ardından Uluslararası pek çok antlaşmalar (Sevr Antlaşması ile Mondros Ateşkes Antlaşması yerine Lozan Barış Antlaşması) yapıldı ve ardından da Saltanat’ın kaldırılması ve yeni Türk Devleti’nin ilk anayasasının (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu; 20 Ocak 1921) kabulü gerçekleştirildi. 1. Meclis’in fesh edilmesi ile birlikte devletin sevk ve idaresi 2. Meclis’in eline geçti (11 Ağustos 1923). Bilindiği üzere 1924’te yürürlükten kaldırılan 1921 anayasasında en büyük melanete taalluk eden laiklik denilen bir mefhum yoktu ve din ve şeriat işleri de Meclis bünyesinde saklı idi. Bu arada, 11 Ağustos 1923’te açılan 2. Meclis’in varlığı ta ki 1 Ekim 1927’e kadar devam etmiştir. Yine bu arada, 9 Ağustos 1923’te “Müdafaa-i Hukuk Grubu” adı ile organize işler üzerinden iş kotaran M. Kemal ve taifesi süreç içerisinde “Halk Partisi” adını kullanmaya başlamışlardır.(1) Halk Partisinin amblemi olarak halkın bağrına saplanan 6 zehirli okun aradan yüz yıl geçmesine rağmen hala çıkartılamamış olması ancak bu milletin makûs talihiyle izah edilebilir. Ne zaman ki bu Millet veya Ümmet tekrardan ayağa kalkar ve İslâm’a sımsıkı sarılır, işte o zaman, Üstad Necip Fazıl’ın Ayasofya hakkında söylediklerine eş bir şekilde 6 zehirli ok da bağrımızdan sökülüp atılır. 

Not: 1. Meclis ve ardından 2. Meclis’in çalışmaları ile birlikte Sultanlık ve Hilafet müesseseleri hükmünü yitirmiştir. Nitekim “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ifadesi ile birlikte Sultan’ın tüm yetkileri Meclis’e devredilmiştir. Aynı şekilde Hilafet makamı da Meclis’e devredilmiştir. İBDA Mimarı, meâlen, liyakat şartlarını haiz durum ortadan kalkınca, Hilafet’in gökyüzüne çekildiğini söyler. Evet, tıpkı din, ruh, hâyâ ve ahlâk gökyüzüne çekildiği gibi Hilafet de gökyüzüne çekilmiştir. Ta ki liyakat şartları teşekkül edene kadar da bunun böyle devam etmesi mukadderdir. Din, ruh, hâyâ, ahlâk ve de Hilafet’in tekrardan yeryüzüne inebilmesinin asgari şartı, diğer bir ifadeyle de liyakat şartlarını hazırlayan olması bakımından “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın çok, hem de çok çok iyi anlaşılması gerekmektedir. “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesine yataklık eden “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın “1999: Ümmetin Kurtuluş Yılı… Müslümanlar dik durun, karşınızda leşler var!” müjdeli haberi üzerinden geçen bunca zaman sonra, 15 Temmuz 2016’da gerçekleştirilmek istenen işgal girişiminin karşı bir darbe ile geri püskürtülmesinin derinliğinde yatan gerçekliğin ne olduğunu bu vesileyle şu şekil izah etmek mümkündür: Osmanlı Devleti sonrası Hilafet, “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” mottosu üzerinden Ümmetin temsil edildiği Meclis’e havale edildiği gerçeğinden hareketle denilebilir ki fiili olarak “Halife” bizzat Allah Resûlü’dür. Allah Resûlü, Ümmetini yalnız bırakmamıştır ve 15 Temmuz’da olduğu gibi, zor zamanlarında Allah’ın izni ve keremiyle Ümmetine himmet buyurmuş ve doğrudan yardım etmiştir. Bütün kalblerin iki parmağı arasında olan Allah Azze ve Celle, Sevgili Habibinin yüzü suyu hürmetine 15 Temmuz’da kalblere dokunmuş ve er nasipliler üzerinden Müslüman Anadolu halkının şahsında topyekûn dünya “La Galibe İllallah” hakikatine şahidlik etmiştir. Bu mevzuun “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ile doğrudan ilişkisi hiç şüphesiz ki “Son Velâyet Mührü” ve “Mehdî” mânâsı üzerinden anlam bulmuştur. Bilindiği üzere Allah Resûlü’nin bir ismi de “Hidayete vesile olan” mânâsına Mehdî’dir. Kıyamet öncesi bir zaman dilimine girdiğimizden dolayıdır ki, “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesine yataklık eden ruh ve fikir nerede yuvalanmış ise, “Gölge” keyfiyetini haiz “Mehdî” mânâsı da orada yuvalanmış olmaktadır. “Gölge” keyfiyeti, Büyük Doğu Mimarı’nın şahsında tecelli eden mânâ üzerinden, diğer bir ifadeyle de “İslâma Muhatab Anlayışı Yenileyen Adam” keyfiyeti üzerinden İBDA Mimarı’nın şahsında tecelli eden bir hakikat olduğunu söylemek gerekiyor. Yarabbi, “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesine yataklık ettiğine inandığımız “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın kendisine mekân olarak gördüğü Anadolu’da yaşayan tüm Ehl-i Sünnet Müslümanların şahsında tüm dünyadaki Ümmet-i Muhammedi koru, kolla ve gözet! Cümlesinin yâr ve yardımcısı ol! Madde ve mânâda muzaffer ve mukadder kıl, amin! 

Tekrardan mevzuumuza geri dönecek olursak. Cennet Mekân Sultan 2. Abdülhamid Han Hazretleri, içinde her türlü oyun, hile ve desise bulunan türlü zorluklara karşı göğsünü siper etmiş bir Sultan olarak, “Şeriatın kestiği parmak acımaz” ölçüsüne sımsıkı bağlı bir şekilde, kendisi hakkında verilen fetvanın mahiyetine hiç mi hiç bakmadan, ve yine hükmü kimin verdiğine de hiç mi hiç aldırış etmeden verilen azil fetvasına boyun eğmiştir. Hakkında verilen hükme boyun eğmesinin daha derininde yatan biricik sebebin mukadderata boyun eğmekten ibaret olduğunu düşünmek için yeteri kadar sebeb olduğunu düşünüyorum. En başta mukadderat, “Nefsin de bir hakikati var!” hakikatinin görünmesini murad ediyordu. Bu muradın suret bulması, “Bâtının zâhire çıktığı bir zaman dilimi”ne girildiğine de bir işaret olarak, dünyalık peşinde koşan İT: İttihad ve Terakki  (köpek, “nefs”) üzerinden olmuştur ve Sultan 2. Abdülhamid Han Hazretleri de bunu görmüştür. İT çetesinin kuklası haline gelen Şeyhülislâm Mehmed Ziyâaddin Efendi, Sultan 2. Abdülhamid Han Hazretleri’nin azledilmesini imzalayan kişidir. Dönemin Şeyhülislâm’ı Ziyâeddin Efendi’nin Sultan 2. Abdülhamid Han ile ilgili fetvası, gücü eline geçiren belirli bir çete veya grubun hukuku kendi maksadına uygun bir şekilde siyasî emellerine nasıl da alet ettiğinin tipik bir örneği olarak tarihte yerini almıştır.(2)

Cumhuriyet’in ilânı ile birlikte “kıyamet öncesi zaman” mânâsına sona gelindiğini bilmek gerekiyor. İBDA Mimarı tarafından “İBDA’nın kadrosu” olarak görülen Said-i Nursî Hazretleri’nin “Kevser Risâlesi” bir yana, İBDA Mimarı’nın kendi zaman dilimi için niçin “Sona, en sona geldik!” tabirini kullandığını bu çerçevede değerlendirmek icab ediyor. 

Not: Mehmed Ali Bulut Hoca’nın bir röportajında işaret ettiği veçhile, Kur’an’daki âyet ve sûrelerin dizilişlerinde sayısız hikmetler vardır. Başlangıç âyetleri veya sûresi olan Fatihâ’nın bütün bir Kur’ân’ı mündemiç olması bir yana, Kur’ân’daki son âyet ve sûrelerin de kıyamet öncesi bir zamana işaret ettiği sözkonusudur. Meselâ “Kevser Sûresi”ndeki “ebter” ifadesi bir yönüyle nesebi gayr-i sahih Ahbes’in öncesi ve sonrasında nesebsiz olmasına, diğer bir yönüyle de İslâm’ın son devleti olan Osmanlı Devleti’nin tasfiye edilmesine bir işaret olarak algılanabilir. “Mutlak Varlık olan Allah”ın “mutlak” tecellisine şahidlik edercesine olumlu ve olumsuz mânasına müsbet ve menfinin, iyi ve kötü mânâsına doğru ve yanlışın aynı anda görülmesi zuhuruna şahidlik etmek ancak “İlâhi hikmet” üzerinden değerlendirilebilir. 

Osmanlı Devleti’nin tasfiyesini gerçekleştirenlerin hakikatte Yuda nesebi Yahudiler olduğuna hiç şüphe yoktur. Sultan 2. Abdülhamid Han Hazretleri’nin yüzüne azil fetvasını okuyan kişinin Emanuel Karaso adında bir Yahudi olduğu tarihi vesikalar üzerinden sabittir. Bu durum, sonrasında İslâm’ın başlangıcına da bir işaret olarak, Hazret-i Mehdî Aleyhisselâm’ın zamanına da bir işaret olarak algılansa yeridir. Kevser Sûresi’nin(3) ardından gelen ve 6 âyetten müteşekkil olan Kâfirûn Sûresi’ndeki “Sizin dininiz size, benim dinim bana!” âyetinin süreç içerisinde 1789 Fransız İhtilâli sonrasında çağın vebası olarak insanlığa musallat edilen Laiklik ilkesi ile de ilişkilendirmek mümkün gözükmektedir. Bu arada İBDA Mimarı’nın 6 ciltlik “Tilki Günlüğü” isimli eserini de ayrıca hatırlatmak isterim. Gerek CHP’nin 6 oku ve gerekse İBDA Mimarı’nın “Tilki Günlüğü” isimli eserinin 6 cilt olması rastgele seçilmiş şeyler değildir. Zâhire çıkması muhtemel bâtını bir mânânın sembolik atraksiyonları olarak okumak gerekiyor.
Devam edecek...
 
Dipnotlar
1-http://www.sosyalbilge.com/index.php/cumhuriyet-tarihi/127-1-ve-2-tbmm
2-https://islamansiklopedisi.org.tr/seyhulislam
3-Kur’an-ı Kerim de 108. sûre, iniş sırasına göre on beşinci sûredir. Kevser suresi 3 ayetten oluşur, en kısa surelerden biridir ve bir diğer adı da “Nahr Suresi”dir. Kevser Suresi adını birinci ayette yer alan ve “bol nimet” anlamına gelen “Kevser” sözcüğünden almıştır. Âyet meâli: “Ey Muhammed!” Doğrusu sana pek çok nimet vermişizdir. Öyleyse Rabbin için namaz kıl, kurban kes. Doğrusu adı, sanı ortadan kalkacak olan, sana kin tutan kimsedir.”


Baran Dergisi 687. Sayı