Hadiseler “kader sırrı” gereğince ilahî bir şekilde “Hakk” mecraına doğru kıvrılırken, Türkiye’de siyaseti de peşinden sürüklüyor. Bu hafta gerçekleştirilen 19. Milli Eğitim Şûrası’nda ortaya çıkan “Osmanlıca” tartışmaları ve ardından 5. Din Şûrası’nda 8 Aralık Pazartesi günü Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı konuşma bizce bu sürüklenmenin bir yansıması...
İlk olarak gündemde bir hayli yer kaplayan Osmanlıca meselesine kısaca bir değinelim; dil bir toplum-medeniyeti oluşturan ana unsurdur. O toplumun kültür, gelenek-görenek, örf-an’ane, geçmiş ve geleceğinin aynası dildir. Bir topluluğu, toplum olma hakikatinden uzaklaştırmanın başlıca şartı, geçmişten içinde bulunulan âna kadar o topluluk ile beraber yaşayıp gelişen dilinden uzaklaştırmak-koparmaktır. Sanırım Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “her toplumun hafızası lügatında topludur” sözünü bu veçheden bakarak daha iyi anlayabiliriz. Diğer taraftan dil meselesi ruhî bir boyut da ihtiva etmektedir. “Dil doğrudan doğruya ruhun, tecelli ettiği yere nisbetle infialin ve düşünmenin bir ürünüdür; insanın güçlerini içine alan, manevî hayatını kuran…” (Dil ve Anlayış, S. Mirzabeyoğlu, Sf. 73) Konuştuğumuz kelimeler, kullandığımız terminoloji ve jargon ruhî oluşumuzu da tesiri altına alır. İnsan kullandığı kelimelerin menşeine nisbetle düşünür. Biraz daha somut söylersek, Batı terminolojisine ait kelimelerle konuşmak, Batı kafa yapısıyla düşünülmesine sebep olur. Şu satırları yazarken bizim de kurtulamadığımız hastalık halinde…
Köklerinin İslâm’ı temsil etmesi sebebiyle köklerinden koparabilmek, İslâm’ı temsil eden toplum hakikatinden uzaklaştırabilmek adına Türk milletine yapılan da budur. Dil devrimleri ve harf inkılabı yüzyılların neticesinde oluşturulan bir medeniyetten uzaklaştırılmanın ve köklerden koparılmanın adıdır. Burada mesele bize anlatıldığı gibi Latin alfabesinin daha kolay öğrenilmesi ve Latin alfabesi kullanılarak daha medenî olabileceğimiz falan değildir. Zaten bu yaklaşımı benimsediğini iddia eden birine “Ya Uzak Doğu medeniyetleri?” diye sorduğunuzda genelde soruyu geçiştirmektedir. Beşerî âlemde kelam insana mahsustur. Ve Türk milletinin başından geçen “inkılap” değil; Mutasavvıf Ömer Tuğrul İnançer’in de dediği gibi “inkilap”tır. Tayyip Erdoğan’ın 5. Din Şûrası’nda yapmış olduğu konuşma da dil meselesine bu şekilde yaklaştığını gösteriyor:
“Kitaplarımızla, eserlerimizle, harflerimizle, arşivlerimizle, bağımızı koparmaya yönelik girişimlere rağmen, hamdolsun Türkiye’nin ilim erbabı ayaktadır. İşte şurada beş gündür süren Millî Eğitim Şûrası’nda bakıyorsunuz Osmanlıca gündeme geliyor. Osmanlıcayı bu ülkenin evlatlarının öğrenmesinden rahatsız olanlar var. Aslında bu eskimez Türkçe dilidir, yabancı bir şey değildir. Bununla biz gerçekleri öğreneceğiz. ‘Mezar taşlarının okunmasını mı öğreteceğiz’ diyor. Zaten sıkıntı burada, o mezar taşlarında bir tarih yatıyor, bir medeniyet yatıyor. Bir neslin kendi mezarında kimlerin yattığını bilmemesinden daha büyük cahillik olabilir mi daha büyük acz olabilir mi? Bu bizim şah damarlarımızın koparılmasıydı aslında. Ve bizim şah damarlarımızı koparıldı. Herhalde dünyada bunun benzerini Hülâgu yapmıştır. Bütün Bağdat’ın yakılıp yıkılması neyse, bizim de on binlerce, yüz binlerce eserimizin yakılıp, yıkılması ve bu eserlerimizden bir neslin uzaklaştırılması, herhalde sıradan bir olay değildir. Burada bir şeyler var. Artık Süleymaniye’deki arşivlerde, yeni kurduğumuz Kâğıthane’deki Başbakanlık Arşivi’nde o eserleri okuyamayan bir milletin ne durumda olduğunu şöyle bir düşünelim. Bu neye benzer biliyor musunuz? Cidden çok büyük imkânları olan, çok büyük bir zenginin iflası ne denli acıysa, ilimde gerçekten çok çok güçlü güçlere sahip olan bir milletin, bu ilmi kaybetmesi, ondan çok büyük bir felakettir. Biz şu anda bunu yaşıyoruz. Ve bunun öğrenilmesini, öğretilmesini istemeyenler var. Bu, çok büyük bir tehlikedir. İsteseler de istemeseler de bu ülkede Osmanlıca da öğretilecek ve öğrenilecek. Alman Hans geliyor, onu orada öğreniyor ve o eserleri onlar inceliyor, araştırıyor. Ama maalesef bunlarda böyle bir durum söz konusu değil” ifadeleri de bunun göstergesi…
Hadiseye hiç kimse şu tarafından bakmıyor: Rusya, bir komünist devrim geçirmesine rağmen, üniversite bitirmiş sıradan bir Rus, Puşkin'i, Gogol'u vs. rahatlıkla okuyabilir. Aynı şeyi tüm Avrupa, hatta hemen hemen tüm dünya ülkeleri için söyleyebiliriz. Bunun tek istisnası Türkiye'dir. Bırakın bir asır öncesini veya Osmanlıca metinleri, daha 1960'larda kaleme alınmış eserleri bile anlamaktan aciz şu anki Türk gençliği. Bilakis, 50 ve 60'larda yapılmış film, kitap, dergi ve gazeteler şu anki yeni nesil ve orta yaşlarını yaşayan insanlar için “istihza” konusu. Bir milletin diliyle böylesine oynayanların, o ülkenin baş düşmanları olduğunu, hainlikte Hz. İsa'nın haini Yuda ile bile yarışabileceklerini rahatlıkla ifade edebiliriz. Yeni İslâm gençliğinin tepeleyeceği gerçek hainler işte bunlardır.  
Bu minvalde “Osmanlıca” meselesinin tartışılması Müslümanlara istikbalde fayda sağlayacak bir yöne doğru giden hadiselerin akışında önemli bir kıvrımdır. Osmanlıca’nın öğrenilmesi ve öğretilmesi atasını tanımayan gençliğin bir nevî atasıyla-tarihiyle kucaklaşması anlamını taşır. Hafızasını kaybeden bir insanın tüm bildiklerini tekrar hatırlaması gibi… Netice olarak gelinen noktada bahsettiklerimizin gerçekleşebilmesi için “herkes istese de istemese de Osmanlıca öğrenecek!..”
Tayyip Erdoğan’ın 5. Din Şûrası’nda yapmış olduğu konuşma bize Cumhurbaşkanının hadiselere belli bir fikir mihrakından hareketle bakmaya başladığını gösteriyor. Tayyip Erdoğan 13 yıldır ilk kez tarih şuurunu yansıtan ve diyalektik bir yaklaşım ortaya koyan bir konuşma yaptı. Hayvandan aşağı bir Batı taklitçiliği neticesinde bize empoze edilmeye çalışılan bediî, tarihî, ilmî, dinî ve siyasî mefhumların Doğu medeniyetine dolayısıyla bize uymadığını dile getirirken laikliği de belki de ilk defa topa tuttu:
“Batı’da kilise ile devlet arasında ya da kilise ile bilim arasında asırlar boyu devam eden tartışmalar, dinin kamusal alandan silinmesi; dinin bireyin özel hayatına hapsedilmesi mücadelesine dönüştü. Batı’da asırlardır devam eden bu mücadelede kimin ne kadar başarı sağladığı bugün bile tartışma konusudur. Sizler de çok iyi biliyorsunuz ki, Batı’da Hıristiyanlığın bıraktığı boşluk, modernleşme gibi, para, teknoloji, moda, hatta bilim gibi önemli kavramlarla, bir çoğunluk tarafından din kabul edilen olgularla doldurulmak istendi. Başta Türkiye olmak üzere bazı İslâm ülkeleri, Batılılaşma süreçleri içinde birçok şeyi taklit ettikleri gibi ne yazık ki, kilise ile devlet, kilise ve bilim arasındaki tartışmaları da taklit ettiler. Batı’da Hıristiyanlıktan oluşan boşluğa örneğin yurttaşlık dini ikame edilirken Türkiye gibi Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerde de benzer bazı denemelere girişildi.”
Erdoğan’ın 5. Din Şûrası’nda yapmış olduğu bu konuşmada devlet anlayışı olarak tüm insanlığın meselelerine çözüm üretici bir yapıdan dem vurması ve hadiselere “Hak-Batıl” diyalektik ilişkisi çerçevesinde yaklaşması müsbet bir gelişmedir. Bu bize Türk siyasetinin önemli bir viraja girdiğini ihtar etmekte. Bu virajın “hikmet sahibi ilim adamları ve münevverler” ile aşılacağı da aşikâr.
Erdoğan’ın hadiselere belli bir fikir mihrakına nisbetle yaklaştığını göstermesi, kimine göre “muktedir olduktan sonra tavrını ortaya koyması”, kimine göre “yanlışlarından ders çıkarması” gibi ifadelerle yorumlansa da biz bunu siyaset ve sosyolojinin birbirleriyle olan münasebetinden doğan bir zaruret olarak görüyoruz. Çünkü ne geçmişte ne de bugün Erdoğan’ın zihninden geçenleri okuma kabiliyetine sahip değiliz.
Baran Dergisi 413. Sayısı