Bugünlerde memleket İstanbul seçimlerine odaklandı. Ekrem İmamoğlu denen zat, bildiğiniz gibi daha mazbatasını almadan 2 Nisan 2019’da Anıtkabir’e koştu ve ailesi ile birlikte Ata’sının huzuruna çıktı:

“Türkiye Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, bugün manevi huzurunuzda 1919 yılında başlattığınız Kuvayı Millîye ruhunun 100. yılının içerisinde aynı ruhla 21. yüzyılda fikri hür, vicdanı hür nesiller olarak akıl ve bilimle cennet vatanımızın en güzel şehri İstanbul’a tüm tarihi birikimi, maneviyatını koruyarak, milli unsurlarından asla taviz vermeden hizmet edeceğime söz veriyorum. Egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir.”

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı sıfatıyla İmamoğlu tarafından böyle bir yazı anıt defterine döşendi!
Bunda garipsenecek bir şey yok gibi görünüyor! Amma velakin, işin aslı göründüğü gibi değil. Daha seçim sonuçları kesinleşmemiş ve mazbatasını da almamış. O çoktan kendi kendini başkan ilan etmeyi kafasına koymuş bir kere! Bunu teyit etmek için Ata’sına muhtaçmış “eşeklik yapmamış.” Yoksa aşağıda anlatılan eşeklerle arasında bir münasebet kalmazdı!

Şimdi bu yazıya başlık olan asıl mevzumuza dönelim.

Münir Hayri Egeli’nin “ATATÜRK’ün Bilinmeyen Hâtıraları -Eski Bir Atatürkçü-” isimli kitabından:*
“Ben Rusya’dan döndüğüm zaman Ankara’da küçük san’atlar sergisi hazırlanıyordu. Atatürk’ün heykelini yapma monopolü bende idi. Tabiî beni çağırdılar. Üstad Selâhattin Refik serginin tanzimini üzerine almıştı. Benden bir heykel istedi. Oraya gelen İktisat Vekili Celâl (Bayar) beyin de fikrini sorduk. Atanın büyük ve hareketli bir heykelinin yapılması kararlaştı.

Celâl Bey’in düşmanları ile benim naçiz şahsımın düşmanları meğer bir taşla iki kuş vurmayı tasarlamışlar. Atatürk’ün civarına sokulabilen adamlardan birkaç kişiyi sevk edip:

-Münir Hayri’nin yaptığı heykel Lenin’e benziyor, şeklinde gayet ustalıkla lakırdılar ulaştırmışlar.
Benim bunların hiç birisinden haberim yoktu. Atatürk, önce söylenenlere inanmamış, itimat ettiği kimselerden birini heykeli görmeğe göndermiş. Hâlbuki o zâta da burada yazmayı lüzumsuz gördüğüm, birtakım amiller tesir etmiş. O da, Çankaya’da acayip konuşmuş. Benim gene hiçbir şeyden haberim yok. Nihayet serginin açılış günü geldi.

Akşama doğru da Atatürk bekleniyordu. Ben, zavallı, her vakit olduğu gibi iltifat bekliyordum.
Atatürk geldi. Fakat daha heykeli görmeden:
-Nerde o heykel? deyişinden şaşırdım.
Atatürk heykelin olduğu odaya girer girmez:
-Kim yaptı bunu? diye haykırdı.
Cevap verdim:
-Ben efendim.
Ata:

-Yaptığın gibi bunu yık emrini verdi, salondan çıktı. Selahattin Refik üstadım, beni tuttu:
-Üzülme, dedi, böyle şeyler olur.
Bu işittiğim tek teselli oldu. Atatürk gidince, Celâl Bey beni perişan bir halde buldu.
-Bir tertip olduğu anlaşılıyor. Sade siz değil ben de hedefim. Ücretinizi tamamıyla alırsınız.
Bütün bu teselliler gelip geçti. Ertesi günü benim, partideki san’at ve propaganda servisinin lağvolunduğunu ve maarifteki vazifemin Gazi Antep Lisesi Fransızca öğretmenliğine nakledildiğini bildirdiler.

Tabiî gitmedim ve gidemezdim. Zaten gitmemin de matlup olmadığını kısa zamanda öğrendim. Artık evimin kapısını kimse açmıyordu.

Böylece iki uzun ay geçti. Bir gün bir gazeteci arkadaş ziyaretime geldi:

-Bana ne olur dedim, nihayet boyacılık eder hayatımı kazanırım.
Aradan iki gün geçmeden telefon çaldı. O akşam köşke çağrıldığımı başyaver bildirdi.
Hazırlandım. Akşamüstü –mutat hilâfına- köşkün külüstür bir arabası ile Çankaya’ya çıktım. Sofra kalabalık idi. Fakat kimse bana iltifat değil selâm bile vermek istemiyordu. Sofraya oturma zamanı gelince bana gene mutat hilâfına tam Ata’nın karşısındaki yeri gösterdiler. Burası netameli bir yerdi. Vaktiyle oradan bir zata mikrofonla:

-BEN BİR GAFİL, BİR EŞEĞİM dedirtilerek plâğa alındığını biliyordum.
Tekrar edeyim ki kabahatimin ne olduğunu hâlâ bilmiyordum.

Sofrada bir haylî zaman geçti. Bana mütemadiyen içiriyorlardı. Mamafih ben su içmişten farksızdım. Yalnız, sırtımdan terler fışkırıyordu. Bir aralık yerimden kalktım. Kırmızı ipekli koltuğun arkası terden sırsıklam olmuştu. Atatürk bir oraya bir de bana baktı:
Vasfi Raşit Seviğin:

-Sen suçunu biliyor musun? Yaptığın heykeli Lenin’e benzetmişler, Atatürk’e ‘Bir eşeklik ettim deyiver elini öp’, dediğini bir rüya gibi hatırlayarak yerime döndüğüm zaman Atatürk’le aramızda şöyle bir konuşma oldu:
-Beyefendi, zati alinizi bir müddetten beri kaybettik. Nerede idiniz?
-Ankara’dayım efendim.
-Malum, ondan evvel nerede idiniz?
-Rusya’da idim.
-Evet evet hakikaten. Oralarda neler gördünüz?

Ben Rusya’dan döndükten sonra Atatürk iki üç gün üst üste beni dinlemişti. Bu sualinin hususi bir hedefi olmalı idi. O devam etti:

-Efendim, biz bu akşam sizden Rusya’da neler gördüğünüzü dinlemek ve istifade etmek için toplandık, değil mi? Bütün sofa halkı bir ağızdan tasdik etti.

-Rusya’da neler gördünüz?
Ben tiyatrolardan, sinemalardan, müzelerden bahse çalıştım. Atatürk alâkadar olmayınca bütün cesaretimi topladım:
-Heykeller dedim.
-Çok âlâ, ne heykelleri gördünüz?
Birtakım isimler saydım ve sözümü:
-Lenin’in de heykelleri vardı diye bitirdim. Atatürk’ün gözleri parladı:
-Bu heykeller ne vaziyette idiler, lütfen şu iskemleye çıkıp o vaziyetleri alın, görmüş gibi olalım.
Hemen ayağa kalktım. ‘Siz büyük bir adamsınız, ben naçiz bir insanım, sizin büyüklüğünüze sofranıza çağırdığınız bir insanı bu hale düşürmek yakışır mı?’ diyecektim.
O, benim isyan edeceğimi anlayınca son derece yumuşak bir sesle:
-İsterseniz çıkmadan anlatın, dedi. Benim de cesaretim toplandı.

-Paşam, dedim, heykel bir insanı methetmek için yapılır. Ama herkes sizi anladığı kadar methedebilir. Kimi dehanızı, kimi kravatınızı, kimi de kunduralarınızı metheder. Ben sizin sayenizde heykeltıraş oldum. Eğer sizi ifade etmeye çalışırken bir hatam oldu ise sui niyetime değil EŞEKLİĞİME veriniz.

Atatürk, hiddet sanılacak bir şiddetle elini masaya vurdu:
-İşte bunu kabul edemem diye bağırdı. BU SOFRADA İKİ KİŞİ EŞEK DEĞİLSE BİRİ SEN BİRİ DE BENİM.
Bu iltifat sofrada öyle bir memnunluk uyandırdı ki tarif edemem. Fakat Ata sofrada bulunan ve beni gammazladığını sonradan öğrendiğim zata döndü:
-Ben bu adama ne yapabilirim? Beni bile alt etti, dedi. O zatın, uzun zamanlar bu hikâyeyi benden bahsederken “herif Atatürk’ü bile atlatırdı” haline koyduğunu duyan çoktur. O akşam Atatürk sofrada bulunan Akay Müdürü Cemil Bey’e:
-Hani siz, Yalova’ya bir heykelimi yaptırmak istiyordunuz. En iyisini Münir Hayri yapar, ona ısmarlayınız. Hem acele ediniz, yarından sonra işi gene pek çoğalır, demişti.
Ne vakit Yalova’ya gidip Termal otelinin salonundaki o kabartmayı görsem, o geceyi hatırlarım.”**
 
Dipnotlar
*Atatürk’ün Bilinmeyen Hatıraları, 1928 Ahmet Halit Yaşaroğlu Kitapçılık ve Kâğıtçılık T. L. Ş. İstanbul Ankara Cad. 121, Yenilik Basımevi İstanbul 1954, Neşriyat sayısı: No: 719
**a.g.e shf, 77, 78, 79, 80, 81.


Baran Dergisi 648. Sayı