2010 kışında, İstanbul’un batı ucundaki ilçelerinden Esenyurt’ta bir şantiyeye adım atmıştım. Duvar ustası yakınım ve dostumla inşaatta çalışacaktık. O bir duvar ustasıydı, bense düz işçi. Şehir merkezine çok uzak bir bölge olduğundan hafta sonu hariç tüm haftayı şantiyede geçirecektik artık. Bir işçi koğuşu düzenledik ve şilteyi serdik!

Eski tabirle amelelik birkaç hafta sürmüştü. Bir sabah şantiyenin “iş güvenliği ve sağlığı” departmanı şefi, “benimle çalışır mısın!” diye soruverdi; kabul ettim. Ve o günden itibaren “dikey mimarî”nin tüm yönlerine, temelden tepeye şahit olacak kadar talim sürecim başladı.

Şantiye sahasında 20 blok yükselecekti. Blokların bir kısmı 34-35 kat olacaktı. Ayrıca rezidans kategorisinde ortalama 40 katlı 4 blok daha inşa edilecekti. Bulunduğum departmanın 3 kişilik ekibinin göreviyse, her gün 1 kat yükselmekte olan blokların çevresinde, binaların dış cephe ve iç kısımlarında muhtemel düşme noktalarını tespit ve gerekli tedbirleri almaktı. Bunun yanında orada çalışan tüm işçilerin iş güvenliği hususunda tedbir alıp almadıklarını takip de vardı.

Beton mikserleri, katlar yükseldikçe üzerine döşenen metal kalıplara geceleri beton pompalıyordu. Ertesi sabah erken saatlerde sökülen kalıplardaki beton, iç boşluklara konan dev tüplerle yanan ocaklar sayesinde donuyordu. Öyle ki, yeni biten katın duvarlarına yaslandığımızda havanın soğuğuna rağmen sırtımızı ısıtıyordu. Akşama doğru ise aynı katın üzerine yeniden kalıplar çakılıyor ve bu döngü günde bir kat çıkacak hızla sürüyordu. Bir yıl içinde 20 blok halinde yükselen 4600 adet, uyduruk adıyla ev taslağı “konut” yığınlarını izledim.

Bir ara bloklardan birinin 20. katındayken, firmanın patronunu sahada gezinirken gözlerim seçebilmişti. Yalnız başına, elleri cebinde, burnunu havaya kaldıran ve birçoğunu uzun süre önce sattığı blokları izliyordu. Bulunduğum noktaysa, onu böcek kadar küçük görebileceğim yükseklikteydi.

Toprağın 30-40 metre derinliğine dev sicim borular içinde beton dökülürken, binalar ilçe sınırlarında ekilen düz ovaların içinde, sulak ve serin bir araziye çakılıyordu. Bazen blokların cephesinden, buğday tarlalarında sürekli esen havayla ışık yansıtan yeşil dokuyu izliyor; kendi kendime soruyordum: Esenyurt’un hırsı nereye ulaşacak?
Bu tarlalardan birinde ekinler biçilir biçilmez dev bir beton blokun daha çakılmaya başladığına şahit olmuştum. Hemen yan tarafta yerleşime açılmış bir başka bina kümesinin zeminiyse toprak ve gevşek olduğundan, zamanla “oturan” yapıların duvarlarındaki çatlaklar elli metre öteden görülebiliyordu.

Şantiyemizdeki tabelalar dairelerin önümüzdeki yıl teslim edileceğini duyuruyordu. Saha kenarına yapılmış tek katlı, dayalı-döşeli “örnek daire”lere insanlar keyifle girip çıkıyordu. Yüzlerinde tam anlayamadığım bir beklenti okunuyordu ancak bu insanlar nerede yaşayacağını tam biliyor muydu; emin olduklarını sanmıyorum.
Bir ara şantiye yetkililerinden duvarcı ekiplerine gelen talimatta, konutların tamamlanmak üzere olduğuna müşteriyi ikna etmek için sadece dış cephe duvarlarını bitirmeleri bildirildi.

Ekipler buna itiraz etti tabii ki. Bir katın tüm duvarlarını bitirmeden yeniden dönmek üzere terk etmek, hangi akıllı işi olabilirdi? Arazide öyle bir akıl esiyordu ki, bu işçileri de huzursuz ediyordu.

Kışları musluk şebekelerinde suyu donan bölgede yükselen her kat farklı hava katmanı hissettirecek kadar serinken, bunun insandan çok toprağa yarayacağı açıktı. Ancak kimsenin toprağa ve havaya baktığı yoktu anlaşılan...
“Dört element”in üçü betona gömülüyordu: Toprak, hava ve su... Sanırım ateş de, arada bir yangın veya herhangi bir patlama durumunda müdahalesi oldukça zor yapılara dışardan bakan meraklısına “seyir zevki” için saklanıyordu.


 
Konut Mu Tabut Mu?
2000’li yılların başından bu yana iflah olmaz bir azgınlığın hayatımızı tam kuşattığı anlaşıldı fakat bunun nasıl engelleneceği noktasında acımasız belirsizlik devam ederken “dikey mimarî” macerası da sürüyor.

Aslında mimarî niteliği olmayan bu yapıların şehirlerimizi nasıl işgal ettiği tam olarak açıklanamamıştır. Açıklayabilecek siyaset, ekonomi, kültür ve sosyal uzman kadrosu maalesef henüz oluşmamıştır.

Gelinen aşamada zaman zaman sadece belli başlı şahsiyetlerin ağzından memnuniyetsizlik, esef, kaygı yüklü cümleler işitmekteyiz. Ancak bunun sosyal bir kriz ve bunalımın itirafı olduğunun farkına varıp devlet çapında teşkilatlanmaya hâlâ girişilmemiştir.

Yıllardır gazetelerde tam sayfa yayımlanan, internet sayfalarında okunacak yazıları kapatan, televizyonlarda bütün programları arasına alan devasa reklam sektörüyle nasıl bir tünele girdik, anlaşılmış mıdır? Ekonominin canlandığı iddia edilirken “milli ekonomi”ye nasıl iliştirilmektedir? Mevcut inşaat sektörünün yağmaya varan silindirik yapısı, millî ve tarihî kökleriyle mimarî kültürümüzü biçerken, kazanım sadece “ev sahibi” olmaktan mı ibarettir?
Bu çelişkinin şuuruna varılması zorunluyken, insanımızın hayatına doğrudan kasteden “terminatör” işlekliğindeki bu tehlikeye bodoslama çarpmadan önce son durma mesafemiz ne kadardır?

ABD’de 60’lı yıllarda inşa edilen AVM’lerin, internet üzerinden alışverişin yaygınlaşmasıyla birlikte terkedilişinin üzerinden yıllar geçtiği biliniyor. Amerikan toplumu böyle bir süreçten geçmişken yağma arazisine dönüşen Doğu toprakları, Amerikan hayat tarzının propagandasına 50’li yıllardan bu yana aşina, fakat hiç ders çıkarmışa benzemiyor? Toplumda baş döndürücü bir iştahla yaygınlaşan ve hangi ölçüleri tahrip ettiği zamanla anlaşılacak olan AVM’ler, şehirleri “büyük bir başarı”yla doldurdu! Bu ucube kütlelerin de son kullanma tarihini dolduracağı günlerin çok uzak olmadığı kesin.

Dikildiği toprağı, mahalleyi, çevreyi, toplumu ve insanı dönüştürürken birçok hassasiyeti yok eden, dolayısıyla insanlığımızdan “birşeyler” götüren bu yapıların nesini mimarîden sayıyoruz?

Birer imar ve kalkınma alametiyse eğer, insan ruhunu ve hayatını ilgilendiren hangi kıymetleri barındırmaktadır? İnsan metabolizmasının hava değişimi algısını bozan, yağmurun zamanını şaşırtan, suyun huzur verici sesini kesen, tabiatın bağrına çöküp birçok şeyi sunîleştiren, toprağı ve tohumu betonarme erozyonuna iten, D vitamini kaynaklarından güneş ışığını karanlıklara boğup çocukları hap manyağı yapan, sosyal hayatıyla alay eden bu kuleler hangi kültürün eseridir?

Bahsettiğim blokların dış cephelerine “Fransız balkonu” tipi hükmediyordu. Alın size kültür tahribi!
Mahalli dayanışmanın, komşunun komşuya mukayyet oluşun artık hikaye mevzuu olmaya başladığı günümüzde, kartpostallarda kalan veya önünden geçerken “egzotik” bulunup “selfi foto” paylaşımından ibaret, nesli tükenmek üzere olan güzelim evler, dev binaların arasında pestile dönmüş, kaybolmuş, ara ki bulasın...

Penceresine çıktığında sesini sokağa ulaştıracağından emin olmayan, yerden metrelerce ayağı kesik ve giderek cinnet potansiyeli kabaran garip bir toplum kümeleşmesine “site hayatı” diyen şuur kapasitesinin modern hayat hakkında görüşü nedir?

Vızır vızır dolaşıma soktukları görüntülere eşlik eden birtakım fiyakalı laflarla şirinleştirmeye çalışılan site hayatı, müteahhit sektörünün “senet”le açılıp “sepet”le kapatılan iki dudağının arasında kalmıştır.

Toplumun daha çok "his yığını" olduğu malum... Kapısında adam doğransa haberi olmayacak ambalajlara “ev” diyorlar. Güya güvenli hayat teminatı sunarken çoluk çocuğun asosyal yetişmesine müsait, sokağından habersiz, ekran başına çakılı, gerçek hayata kabuk bağlayan mekanlara “akıllı ev” diyen çılgınlık hangi hissiyatı dikkate alabilir?

Tek özelliği “dikeylik” olan bu ruhsuz yapılarla "insanın yatay hali" toplum arasında ne türden bağ sözkonusu olabilir?
Orta sınıftan bir kişinin, hatta ailenin, ömür boyu çalışıp kazandıkları bankaların faiz çarkında öğütülürken, ekonomik dengeleri oynak kılan bu süreçte hangi üretim anlayışından bahsedilebilir?

“Dünyada mekân, ahirette iman” hassasiyetini hiçe sayan, kazanç hırslarını kamçılayıp emeklerin verimini beton perdelere çarpıp berhava eden iğreti zihniyetle imar politikası mı olur?

“Dikey mimarî”, toplumumuzda ifritten problem teşkil etmiş bulunmaktadır.

Şikâyet mevzuu olmaktan çıkmış, doğrudan müdahale edilmesi gereken “ur” halini almıştır.

Topluma kazandırılan bu iğreti alışkanlığın nesillerin başına belâ olduğu anlaşılmış, bedeli çok ağır şekilde ödenmeye başlanmıştır. Bu dikine tabut gibi sembolleşen yapıları dikmekten artık vazgeçilmelidir.

Keser döndü, sap döndü; bütün hesaplar döndü. Ve özrü kabahatinden büyük bu suç, dikey biçimde sorumlularının siciline işlenmiştir. 

Baran Dergisi 568. Sayı