Bir millete yapılabilecek en büyük kötülüklerin başında onun diliyle oynamak gelse gerek. Biz, böylesi bir kötülüğe maruz kalmış bir milletiz. Her ne kadar Kemalist devrim neticesinde İslâm harflerinin kaldırılıp, yerine Latin harflerinin ikame edilmesi üzerinde daha fazla durulsa da, asıl darbeyi “dil devrimi” adı verilen melanet ile yedik desek yanılmış olmayız. Geçtiğimiz hafta, 1932 yılında gerçekleştirilen dil devriminin, daha doğru bir ifadeyle “dil, diyalektik ve hafıza katliamı”nın seneyi devriyesiydi. Bu katliam, 1932 senesinde başlayıp serencamını tamamladığında, Üstad Necip Fazıl’ın “kurbağa dili” dediği manzarayı ortaya çıkardı ve dil devrimi hem geçmişimizi hem de geleceğimizi ilgilendiren yönüyle bizi içinden çıkılması son derece çetin problemlerle karşı karşıya bıraktı.

Dil devrimi, Türkçe’nin yüzyıllar boyunca milletlerin birbirleriyle olan münasebeti sayesinde Arapça ve Farsça ile akrabalık ilişkisine girmesini yok sayarak, dilimizi, Arapça ve Farsça’dan devşirilmek suretiyle Türkçeleşen kelimelerden tecrid etmeyi ve böylece düşünce sistematiğimizi ortadan kaldırmayı hedefleyen bir imha hareketidir. Salih Mirzabeyoğlu, “Bir toplumun hafızası lügatinde topludur.” der. Bir tecrit hareketi olmasının yanı sıra “dil devrimi” bu bakımdan da bir köksüzleştirme ve köklerini unutturma projesidir.

Öte yandan; “İnsan kelimelerle düşünür.” doğrusuyla birlikte ele alındığında köksüz kelimelerin ve onlardan müteşekkil bir dilin, cemiyetin faydası nâmına bir düşünce biçimini doğurmayacağı ve belli bir mikyasta şuur seviyesi oluşturmayacağı ise aşikârdır; bu ise, “dil devrimi”nin âna ve geleceğe de taalluk eden yönünü gösterir. Buraya bir mim koyup George Orwell’in “1984” isimli kurgu romanında geçen ve “dil devrimi” bahsi açıldığında hatırıma gelen, sanki Kemalist “dil devrimi”nin icracılarından birisi konuşuyormuş hissi veren şu satırları iktibas edelim:

“Dile son biçimini veriyoruz; başka bir dil konuşan hiç kimse kalmadığında alacağı biçimi. Sözlüğü tamamladığımızda, senin gibilerin dili yeni baştan öğrenmeleri gerekecek. Bana öyle geliyor ki, sizler asıl işimizin yeni sözcükler icat etmek olduğunu sanıyorsunuz. Oysa ilgisi yok! Sözcükleri yok ediyoruz; her gün onlarcasını, yüzlercesini ortadan kaldırıyoruz. Dili en aza indiriyoruz. On Birinci Baskı’da, 2050 yılından önce eskiyecek tek bir sözcük bile bulunmayacak.”
(...)
“Sözcükleri yok etmek harika bir şey. Hiç kuşkusuz, asıl fazlalık fiiller ve sıfatlarda, ama atılabilecek yüzlerce isim de var. Yalnızca eşanlamlılar değil, karşıt anlamlılar da söz konusu. Bir sözcüğün karşıt anlamlısına ne gerek var ki? Kaldı ki, her sözcük karşıtını kendi içinde barındırır. Örneğin ‘iyi’ sözcüğü. ‘İyi’ sözcüğü varken, ‘kötü’ sözcüğüne neden gerek duyalım ki? ‘İyideğil’ dersin, olur biter; hatta daha da iyi olur, çünkü ‘İyideğil’ ‘iyi’nin tam karşıtı, ‘kötü’ ise tam karşıtı değil. Ya da ‘iyi’nin yerine daha güçlü bir sözcük istiyorsan, ‘mükemmel’ ve ‘fevkalade’ gibi belirsiz ve yararsız sözcük kullanmanın ne anlamı var? ‘Artıiyi’ aynı anlamı karşılıyor; ya da, daha da güçlü bir sözcük istiyorsan, ‘çifteartıiyi’ diyebilirsin. Kuşkusuz, bu sözcükleri daha şimdiden kullanıyoruz; ama Yenisöylem son biçimini aldığında bunlardan başka hiçbir sözcük kullanılmayacak. Sonunda, iyilik ve kötülük kavramları yalnızca altı sözcükle karşılanıyor olacak; aslına bakarsan, tek bir sözcükle. Bilmem, işin güzelliğini görebiliyor musun, Winston?”
(...)
“Yenisöylem’in önemini kavradığını sanmıyorum, Winston,” dedi. “Yazarken bile Eskisöylem’de düşünüyorsun hâlâ. Zaman zaman Times’a yazdığın yazılardan bazılarını okudum. Hiç de fena sayılmazlar, ama hepsi çeviri. Tüm belirsizliğine, o gereksiz ince anlam ayrımlarına karşın Eskisöylem’den bir türlü kopamıyorsun. Sözcüklerin yok edilmesinin güzelliğini kavrayamıyorsun. Yenisöylem’in dünyada sözdağarcığı her yıl biraz daha küçülen tek dil olduğunu biliyor musun?”
(...)
“Yenisöylem’in tüm amacının, düşüncenin ufkunu daraltmak olduğunu anlamıyor musun? Sonunda düşüncesuçunu tam anlamıyla olanaksız kılacağız, çünkü onu dile getirecek tek bir sözcük bile kalmayacak. Gerek duyulabilecek her kavram, anlamı kesin olarak tanımlanmış, tüm yan anlamları yok edilmiş ve unutulmuş tek bir sözcükle dile getirilecek. On Birinci Baskı’da bu hedefe şimdiden yaklaştık sayılır. Ne ki, bu işlem bizler öldükten çok sonrada sürecek elbette. Sözcükler her yıl biraz daha azalacak, bilinç alanı her yıl biraz daha daralacak. Kuşkusuz, şu anda bile düşüncesuçu işlemenin bir nedeni ya da gerekçesi olamaz. Bu bir özdenetim, gerçeklik denetimi sorunu. Ama bir gün gelecek, buna da gerek kalmayacak. Dil yetkin bir duruma geldiğinde Devrim tamamlanmış olacak. Yenisöylem İngsos’tur, İngsos da Yenisöylem’dir,” diye ekledi gizemli bir hoşnutlukla. “En geç 2050 yılına kadar, şu andaki konuşmamızı anlayabilecek tek bir kişinin kalmayacağını hiç düşündün mü, Winston?”

Bizim için, “1984” romanından yapılan bu iktibasın sonundaki soruya cevap vermek son derece basit; çünkü biz bunu doğrudan yaşadık-yaşıyoruz. Hâlihazırda eğitim-öğretimine devam eden bir üniversite talebesinin, henüz elli sene evvel, 60’larda öz dilimizde kaleme alınan yazıları anlamak için gayret sarf etmesi gerekiyor. Bunun da ötesinde, kimliğimize ve inancımıza nisbetle düşünme kabiliyetimizi de kaybetmiş bulunuyoruz. Çünkü, başlangıçta tıpkı “1984”ün “Yenisöylem”ine benzer bir hedefe sahip olan “Türk dil devrimi”nin, dilimizden bize ait olma vasfını kazanmış kelimeleri atmasının ardından doğan boşluk, Batılılaşmanın tesiriyle bize ait olmayan kelimeler ve kavramlar tarafından doldurulmuştur. Mim koyduğumuz yere geri dönersek; dilin-kelimelerin düşünmeyi sağlama ve ferdin şuurunu oluşturma vasfı dolayısıyla, dili “kurbağa dili”ne dönüştürülmüş cemiyetimiz, bırakın orijinal bir fikir ortaya koymayı, nerede nasıl davranacağının bilgisinden dahi mahrum kalmıştır. “Bir toplumun başına gelebilecek en büyük felâket, başına ne geldiğinin şuurunda olmamasıdır.” Hâline şuuru olmadan zarar veren insanın, şuurlu bir şekilde ihanet eden insandan daha tehlikeli olduğu ise başka bir bahis...

Cemiyetimizin Aynası Hukuk Sistemi
Devlet hukuk demektir, hukukun olmadığı yerde devlet değil çete vardır.” İdarî yapının güçsüz olduğu devletlerde rüşvet ve haksız kazanç servet biriktirmenin en önemli yöntemlerinden biri hâlini alır. Yozlaşma, aksak yapının her köşesine sirayet eder. Nitekim, devlet mekanizmasının tasarımı da buna göre yapılmıştır. Bu devletlerin hukuk sistemi de rüşvetin en fazla rastlandığı sahalardan birisidir; çünkü insanlar özgürlüklerinin elinden alınmaması adına servetlerinden vazgeçmeye razı gelirler. Dolayısıyla çeteler ve çıkar amaçlı örgütler adaleti rehin alır. Esasında Türkiye’nin manzarası da bundan ibaret. Gerek 28 Şubat gibi olağanüstü dönemlerde, gerekse de olağan şartlar altında, bu vaziyet sebebiyle Türkiye’de bugüne kadar kaç masuma türlü işkenceler ve cezalar reva görüldü; kaç zanlı hakkında ya kovuşturmaya bile gerek duyulmadan dosyalar açılmadan kapatıldı ya açılan davalar düşürüldü yahut da kesilen cezalar uygulanmadı, haddi hesabı yoktur.

Aktüel bir misal ile daha muhkem hâle getirelim söylediklerimizi; malûm, FETÖ konusunda yapılan yargılamalar çokça konuşuldu, bu yargılamalarda toptancı bir usûl ile suçsuz insanların da ceza aldığından bahsedildi. Şahsen bu konudaki şüphelerim ise FETÖ’ye karşı olduğunu bildiğim bir arkadaşımın anlattıklarıyla ortadan kalktı. Arkadaşımın FETÖ ile hiçbir bağlantısı olmadığını bildiğim TSK mensubu kardeşi bir gece yarısı operasyonuyla gözaltına alınmıştı. FETÖ’cüler sebebiyle askerî okulu bile güçlükle bitiren kardeşinin masumiyetini ispatlamak için uğraşan arkadaşım ise bir kaç avukat ile görüşerek meseleyi anlatmış ve bunun neticesinde masum bir insanın hürriyetine kavuşmasının bedelinin, üzerine kayıtlı Bylock yoksa 500 bin, varsa 750 bin olduğunu öğrenmişti. İdarî makamlarda olan kelli-felli adamlar “adalet” ve “vicdan” kavramlarını sathî olarak bilmek yerine yaşamış olsalardı, bu kelimeleri sadece seslerden bir ses olmaktan ibaret görmeyip öz mânâsı ile yaşatsalardı, vaziyet böyle mi olurdu?
***
Memleketimizin manzarasını gösteren başka bir hadise: Geçtiğimiz günlerde, vergi kaçırmaktan yargılanan oyuncu Kıvanç Tatlıtuğ’un mahkeme salonunda bir “kadın hâkim” ile çektirdiği fotoğraf sosyal medyada çok konuşuldu. Bu fotoğraf, hâkimlik makamına gelmiş olan bu kadının içinde bulunduğu hâle şuurunun olmadığını da düşündürdü. “Yargılayan ve hüküm veren” konumundaki bir kadının, sırf çevresindekilere caka satmak için bir oyuncu ile fotoğraf çektirip bunu sosyal medyada paylaşmasının, bundan başka bir açıklaması olamaz. Çünkü şuur, karşılaştığı meseleyi, vaziyeti anlayıp, kavramaktır ve insan davranışlarını ona göre şekillendirir. “Her şeyi yerli yerine koymak” demek olan adaleti, davranışlarını yerli yerine oturtamayan insanlar nasıl tesis edecek? Yahut bu “kadın hâkim”, hâkimliği iaşesini temin edeceği bir iş olarak görmekten ziyade “hâkim” kelimesinin mânâsını bihakkın bilerek bulunduğu hâlin şuurunda olsaydı böyle mi davranırdı?

Hülâsa; mevzu bahis “kadın hâkim” hakkında soruşturma başlatılmış; sanki mekanik şekilde hareket eden ve iyi-kötü bir anlayışa sahip olmayan bu insanları yetiştiren ve bu vazifeleri tevdi eden mevcut sistem değilmiş gibi... Soruşturma başlatanları kim soruşturacak, orası muamma... Fakat bildiğimiz bir şey var ki, bizim de kendimizi dışında tutmadığımız cemiyetimizin ahvali her bakımdan vahim bir vaziyet arz ediyor. İçinde bulunduğumuz bu vahametin devlet politikasından ziyade sistem ve anlayışa, yani rejime tekabül eden bir yanı olduğu ise aşikâr. Dünyalık için değil, bir dünya görüşüne nisbetle düşünen ve yaşayan cemiyet inşası için tükettiğimiz her an, işimizi daha da zorlaştırırken, bir nesli daha kaçırmak intiharımız olur.


Baran Dergisi 664. Sayı