Allahtan uzak yaşamak ve Allahla yaşamak… Din ile dünya dengesini kurabilmek…
Seven, sevgiliden bir an ayrı kalmamalı, hep sevdiğini düşünmeli, hissetmeli ve amel (aksiyon) etmeli… Allah kıskançtır ve mümin kulunun kalbinde kendisini aşan bir sevgiyi istemez.
Allahla yaşamak, Allahı idrak ile mümkün ve Peygamberinin yolundan gitmekle mümkün, bu da idrak demek.
İdrake ise, idrakı idrak ile başlamalı ve tefekkür ettikçe de aczin idrakına varmalı. İdrak ve İrfan Ehli Salih Mirzabeyoğlu, İBDA Külliyatı boyunca ve derin tefekkürünün sonucunda Büyük Muzdaripler eserinde “aczin idrakı” diye neticeliyor. Tabiî bizim “aczin idrakı” deyişimiz dış yüzden oluyor bu farkı da hiç bir zaman unutmayalım, yani idrak edelim.
Allahı kuru kuru idrak etmek değil, hayatımızda eşya ve hadiselerin yorumunda idrak etmek, tevhid etmek, birlemek gerekiyor. Hiçbir şeyde Allaha  şirk (ortak) koşmamak için, bütün insan ve toplum meselelerini tevhid sırrına bağlayan bir dünya görüşü, bir ruh ve anlayış sistemine ihtiyaç var; BD-İBDA İslâma muhatap anlayışının zarureti burada ortaya çıkıyor ve Ümmet için bir rahmet oluşu da. Yoksa “teoride Müslüman fakat pratikte kafir” tehlikesi doğuyor. İnandığı ile yaptığını izah edememe durumu doğuyor. Gündüz küfür rejimine uyma, gece günah temizleme gibi bir çelişki doğuyor. “Allahsız İslâmcılık” tehlikesine gidiliyor.
BD-İBDA İslâma muhatap anlayışını da kuru kuruya idrak etmek çözüm değil, onunla dolu dolu yaşamak, hayatın içinden ve mücadeleyle göstermek yani zuhur etmek gerekiyor. İman ve amel mevzu. “Fikri yaşamak, yaşamayı fikir bilmek” ilkesi…
Allahı ve Allah davasını böyle bir yoğunlukta ve aşk ile yaşamak. Hatta öyle ki dinlencesini bile bu şuurda yapmak. Yani dinlenceyi Allahsız bir saha olarak görmemek ve Şeriatın bir çok meşru zevklere ve tatile izin verdiği şuuruyla rahat davranmak. Olayı kaçamak olarak değil meşru olarak görürsek daha bir huzurla ayaklarımızı uzatabilir ve dinlenebiliriz, gezip tozabiliriz. Yirmidört saat veya 365 gün  Allahla dolu dolu yaşayacak insanlar olmadığımızı bilip, rahat davranmak bize Allah davasına  hizmet için daha bir hız verebilir. Peygamberimizin bile spor ve yarışma gibi teşvikleri vardır.
Ticaret yaparken veya bir işte çalışırken Allahı unutmak zorunda değiliz, devamlı Allahı zikir etmek zorunda da değiliz. Biliyoruz ki Allah bize dünya için de çalışmamızı emretmiştir.
Dünya hayatında canlı misal olan “gaye-insan-ufuk peygamber” şöyle buyurarak bize yol göstermiştir: “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışın”.
İnsan ister istemez şu suali kendine sorar:
“Hayatın anlamı yoksa yaşamak niye?
Çok doğru bir sual ve bunun sonu ya hakikate ya intihara çıkar.
Hayatı mânâlandıramayanlar umudunu da kaybederler ve bunalıma düşerler.
Süflî zevkler bir müddet bizi oyalasa bile hayatı mânâlandırmaya yetmez. Onun için  “her şeyim var ama mutsuzum” diyenler çok. Zaten dünyada geçici olmayan ne var?
Her şeyi olan da mutsuz, her şeyi olmayan da… İkinci birincinin mutsuzluğu peşinde gitmekten mutlu oluyor, o da ayrı bir çelişki.
Hayatı, ulvî bir gayeye nisbetle manalandırmak bir ideal sahibi olup, onun aksiyon zeminini bulmak. Mühim olan budur. Fazilete göre mi yaşamalı, hazza göre mi yaşamalı? Birçok Müslümanım diyenlerin hazzı esas alan bir anlayışta olması, öküzün kuyruğuna yapışır gibi dünyaya yapışması iğrenç bir durum.
Ümid için iman ve aksiyon birlikteliği gerek.
Ümid etmek kuru kuru “ümitliyiz” demek değil, bir aksiyon sanatıdır.
Her şartta ümidini taşımak, yine imana bitişik aksiyon mizacıyla oluyor.
Ümid etmek, bir sabır çeşididir, hatta doğrudan doğruya bir sabırdır. Ümit etmek, sabır demektir.
Canların canı uğrunda can vermeyi, yaşamanın gayesi bilmek, ulvî bir zevk ve ulvî bir yaşama heyecanıdır. Yoksa hayat çok banal, anlamsız ve kocakarı dırıltısı ve çocuk zırıltısından ibaret kalır.
Hayata anlam ve ümit katan, Necip Fazıl gibi, Salih Mirzabeyoğlu gibi engin ruhlardır. Onların gösterdiği aksiyon çizgisi olmasa ne yapacağımızı bilemez ve mânâsız bir hayat içinde  çırpınır dururduk.
“Ben kimim?” sualini cevaplayan Salih Mirzabeyoğlu’nu fikrimizden ve zikrimizden uzak tutmak, ümidimizi kaybetmemiz ve kadavra haline dönmemiz neticesine çıkar.
Eğer hayatta bir idealimiz, bir gayemiz yoksa, “hayatın anlamı yoksa yaşamak niye?” sualiyle karşılaşırız. İdeal ve gayenin ne olduğunu da izah etmeye çalıştık. Gayeler yere düşebilir ama idealler her zaman yüksektedir. “İdeali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlu…” tesbiti aynı zamanda bizim arayışımızdır.
 Arayıp bulmak… Bulanlar ise mirasyedi gibi davranmamalı ve ölene kadar kimsenin garantisi olmadığını bilmeli… “Buldukça aramak ve aradıkça bulmak” ilkesi...
Demek ki ümidimizi ve imanımızı kaybetmemek için ve hayat neşemizi yitirmemek için, ne yapıp edip bu ulvî fikre ve bunun remz şahsiyetine tutunmalıyız ve oradan kendi aksiyonumuzu ifaya geçmeliyiz. Bu yoldaki sıkıntıları ise mihnet değil minnet olarak görmeliyiz.
Demek ki İBDA’cı oluşumuz, kendi kurtuluşumuz içindir. Her şeyden önce kendi şahsiyetimiz kendi memuriyetimiz ve mesuliyetimizdir.
Allah ve Resûlü davası olan İBDA’nın bize ihtiyacı yoktur, bilakis bizim ona, o davaya ihtiyacımız vardır.
Davamız bize şeref verir, biz ona şeref veremeyiz.
Biz davamıza şeref verse idik nefsimiz dava olurdu. Davaya hizmetinden dolayı unvan peşinde koşanlar veya böyle bir beklenti ile ağabeycilik veya gönüldaşlık oynayanlar, nefsine hizmet ediyor demektir. Böyleleri ayak bağıdır ve emsal olmaz. Davayı kendi seviyemize indirmekten her dem sakınmalıyız
Dünyada rahat arayanlar rahat bulmamıştır.
Dünyanın mümin için rahat bir yeri olmadığı şuurunda isek, dünyada ki sıkıntılara daha rahat katlanırız. “Rahatı rahatsızlıkta bulmak” diye formüle edilen husus…
Din ile dünya dengesi de böyle kurulur ancak.
Ne dünyada boğulmak ve ne de dünyayı unutup ahirete garkolmak. Birincisi mücadeleyi kaybetmek, ikincisi mücaleden kaçmaktır. Bir yanlıştan başka yanlışa düşmemek, din ile dünyanın uyumunu sağlamakla mümkün. İdeoloji ve aksiyon şartı.
Mânâsız hayatın mânâsız kavgaları ve sonunda yok olup gitmek tehlikesine dikkat etmek zorundayız. Müslümanım diyenin de İbdacıyım diyenin de modern hayat içinde yuvarlanıp gitmesine ne demeli? Fazilete göre mi yaşıyoruz, hazza göre mi? Fazilet dediğimiz şey gerçekten fazilet ve felah yolu mu, yoksa kolayımıza gelen yol mu?
“İslâm inkılabı ne zaman olacak?” sorusunu mevzuumuzla alakalı cevaplarsak: İslâm inkılabı içimizde oluyorsa yani nabzımızda inkılap manası atıyorsa ne mutlu bize! Eğer içimizde bu mânânın nabzı atmıyorsa dışımızda İslâm inkılabı olsa dahi bize faydası ne?
“Dünyaya niye geldik ve niçin yaşıyoruz?” Bu soruyu cevaplamadan yaşamaya yaşamak mı denir? Aslında Allah herkese bir tesellisini veriyor. Kimi yemek için kimi sırf yaşamak için, kimi ailesi için yaşadığını söylüyor ama her şeyden önce kendimiz, kendi oluşumuz için yaşadığımız gerçeğini derinden hissediyoruz. Ve hayatın gayesini arama gayretimiz bizim insanlığımızın derecesini gösteriyor.
Sahilsiz bir derya gibi İslâm ahlakına bîgane ve seküler (Allahsız) bir hayat tarzı içinde yuvarlanıp gidiliyor. Allah derken bile Allahsız modern hayata uyulmuş gidiliyor. Kısaca boğazımıza kadar Batıcı (seküler) hayat tarzına batmış gidiyoruz, her ne kadar bu hayat tarzına karşıyız ve Müslümanız ve İbdacıyız desek bile. Bir günah çıkarma aracı, bir vicdan mastürbasyonu olarak namazımızla orucumuzla ve bazı ibadetlerimizi yerine getirsek bile, “Din ile dünya işleri ayrıdır” sapkınlığına mahkumuz. Açıkca söylemesek bile yaşayışımız bu noktada. Ve hatta “din vicdan işidir” sapık anlayışına bilerek ya da bilmeyerek düşmüşüz. Bakıyorum bazılarında din ve ideoloji vicdanlarda kalmış, orada süs gibi sallanıyor. İnandığı gibi yaşayamayınca yaşadığı gibi inanmaya başlanmış. Modern hayat başarılı olmuş, ciddi mânâda silkinmek lazım. “İmansız İslâmcılık” tehlikesini uzağımızda görmemek lazım. Dikkat edersek yanıbaşımızda görebiliriz bu tehlikeyi. Eğer görmüyorsak bu tehlikenin içinde olabiliriz.
Bize şahdamarımızdan daha yakın olan Allah inancını ve tefekkürünü damarlarımızda hissetmiyorsak Allahsızlık anlayışına düşeriz. Allah sadece bizim dışımızda kudretli bir varlık değil, esasında bizim içimizde kudretli bir varlıktır. Allah mekân mânâsında ötenin ötesindedir ama “öteki” varlık değildir. Yani içimizdedir, her yerdedir.  
Şeriatı hayata uyduramazsan bunun derdini taşımazsan, bunun ideolojisini bilip mücadelesi içinde bulunmazsan Allahsız (modern-seküler) hayatın içinde yuvarlanıp gittin demektir. Bazı şekil ibadetlerde güya imanını kurtardığını sanırsın, paran varsa her yıl umreye de gidersin; fakat ılımlı İslâm zehrini yutarsın, cihattan uzak yaşar hatta inkar edersin, şehidlikten nefret edersin. Mesela cihad eden Kumandan Mirzabeyoğlu gibi sahici adamları ağına almazsın veya ancak dilinin ucunda anarsın.
Bunun neresi Müslümanlık veya dava adamlığı? Bunun neresi kardeşlik ve gönüldaşlık? Bunun neresi İslâma bir bütün olarak inanmak ve her işte Allahı birlemek?
Bu kadar canını ve malını kutsamak, Allaha ahrete ananmayan kapitalist hayat tarzı değil de nedir? Mensup olduğu cemaatini ve grubunu da dünya nüfuzuyla ölçmek ve ruh ve asktan ziyade madde ölçüsüyle değerlendirmek,  materyalistliğe çıkar. Nerede, iman, ask ve heyecanı, nerede madde ve dünya kaygısı?
Dünyayı ahretin tarlası bilip öteler için ekip biçeceğine yani cihad edeceğinme dünyevîleşen cemaatler? Ve tarikatlar?
Mesele, cemaatçilik ve tarikatçılık değil, fikri yaşamak yaşamayı fikir bilmek ve İslâmın hayata tatbiki uğrunda gayret göstermektir. Küfür rejiminin gösterdiği rizikosuz alanlarda değil, küfrü geriletici çalışmalarla gönülden Allahı yaşamak, imanın ve aksiyonun zevkine ermek… Zaten “iman, zevken idrak” demek değil mi?    


Aylık Dergisi 81. Sayı
Haziran 2011