Önce ekonomiden bahsedelim. İşsizlik meselesi ciddiyetini koru­yor.
Hükümet “İstihdam Strateji Belgesi” hazırlıyor. Ciddi bir ça­lışma. Türkiye’nin istihdam poli­tikası olacak.
Her yıl çalışan nüfusa 800.000 insan katılıyor, ayrıca tarımdan da 150.000 kişi katılıyor. Mevcut işsizlere katılan yeni işsizler.
İşsizliği çözmek için yüzde 7-8 büyüme gerekiyor. Dıştan yatırım da gerekiyor.
Demokratikleşmede tökezle­mek, siyasî belirsizlikler, terör ey­lemleri, ekonomiyi ve her şeyi etkiliyor.
1980’den beri gelen özelleştir­me politikaları ve eli kırılan sen­dikacılık...
20 milyon çalışan var.
6 milyon sendikalı var ama aidatlı üye 1 milyonun altında; 800 bin civarında aidatlı üye var.
1,5-2 milyon taşeron işçi var, bunlar ise sigortasız. Kayıt dışın­da örgütlenme yok. Fakat kayıt içinde gerçek örgütlenme var mı? Ne kadar sosyal güvenlik var. Bir­çok konuda kayıt dışı, kayıt için­den daha avantajlı. Kıdem tazmi­natı bile bunu değiştirmez.
“Kıdem tazminatı istihdamın önünde engel" diyor hükümet. Bir bakıma doğru ama, gide­ni hiç düşünmemektir bu.
Sosyal güvenlik sistemi sağ­lam olsa bunlar tartışılmaz, işini kaybedenler de düşünülür, yeni işsizler de.
NATO ortalaması üzerinde si­lahlanma harcaması var.
Ne oluyor, nereye gidiyor bu paralar. NATO’ya alternatif ordu mu oluşturuyoruz? Böyle bir şey olmadığına göre, “bu paralar ni­ye?” diye soruyoruz...
“Saygın İş, Düzgün İş”; İLO’nun sloganı bu. Fakat emperyalist sistemin dünyayı na­sıl sömürdüğü ve ne hâle getirdiği de malûm.
Sosyal ve ekonomik güçlenme.
Eğitimle ekonominin içiçeliği. Meslekî eğitim-iş edindirme kurs­ları.
İşsizlik sigortası fonunun her­kese faydası var ama, işsizlere faydası yok, deniyor.
İşsizlik yükseldikçe reel ücret­ler düşüyor. Çalışanlar işsiz kal­maktan korkuyor, bu da fiyatları düşürüyor.
İşçi temsilcilerinin bazı teklif­leri:
Kayıt dışını kayıt altına almak.
Vergide adalet.
Örgütlenmenin önünü açmak.
İşçi temsilcileri ilave ediyor; “sessiz kalmayacağız” diyorlar.
Bu yaz daha sıcak geçecek an­laşılan.
“İşsizlik politikası” nasıl olma­lı? Etkin bir sosyal diyalog... Et­kin bir sosyal adalet... Gelir dağılımında adalet...
Milyonlarca sıskanın, üç bin şişkoyu beslediği bir rejimde ya­şıyoruz. Kapitalizm piramidi bu ve bizde de bu sistem hâlâ yürür­lükte.
Ülkenin iç şartlarının yanında milletlerarası konjonktür de bize yapımızı değiştirmemizi dayat­maktadır.
Bu dar gömlekle Türkiye daha ileri gidemez.
Zaten her alanda bu gömlek çatlamaktadır; siyasetten, hukuka, ahlaktan iktisada kadar...
Şu suallerle mevzuu kendimi­ze döndürmek istiyorum:
Hem istediğimiz gibi yiyip hem zayıflamak mümkün mü?
Hem tembel tembel oturup hem kazanmak mümkün mü?
Hem batıcı seküler hayatı be­nimseyip hem dindar olmak mümkün mü?
Hem hırsızlık yapıp hem na­muslu olmak mümkün mü?
Hem serbest piyasanın %80’ini Batı sermayesine teslim edip hem bağımsızlıktan bahset­mek mümkün mü?
Hem isyan etmeyip hem sömü­rü düzenini yıkmak mümkün mü?
Hem bedel ödemeye razı ol­mayıp hem bir fikre inandığını söylemek mümkün mü?
Hem kitab okumayıp hem düş­manın fikirleriyle savaşmak mümkün mü?
Hem risk almayıp hem vatan­perver olduğunu söylemek müm­kün mü?
Hem küfür düzeninde huzurlu yaşamak hem de Müslüman ol­mak mümkün mü?
Hem Amerikan sömürgesi ol­maya razı olup hem de Ameri­ka’dan nefret etmek mümkün mü?
Hem cihad etmeyip hem cen­neti kazanmak mümkün mü?
Bu çelişkiler yumağı, bizim içimizdeki ruh-nefs çatışmasından kaynaklanıyor ve birini hâkim kılamamanın sonucudur.
Sözlerim sadece dışımıza yö­nelik değil, aynı zamanda içimize yöneliktir. Genelde Müslümanlara derken, özelde İBDA mensublarınadır. Karşı olmak bizi kurtarmaz, dünya görüşümüze mensubiyeti­mizin altına sığınmak da bizi kur­tarmaz; bizi kurtaracak “kendin­den zuhur”umuzdur. Dünya görü­şümüzün mükemmelliğinin bize bir faydası olmaz, biz aksiyonu­muzla, fedakârlığımızla katılma­dıktan sonra, inşa edici olmadık­tan sonra. Dünya görüşümüzle gururlanmak ve onun arkasına sı­ğınmak onu anlamamaktır.
Yüzde 80-90 Amerikan düş­manı olup da Amerika’nın sömür­gesi olmaya devam etmemizin sebeblerini herkes biliyor aslında; savaşı belirleyen, savaşılan şeye verilen değerdedir!
Uğrunda savaşıyorsan onlar senin için “değer”lidir. Eğer uğ­runda savaşmıyorsan onlar senin için “değer” ifade etmiyor demek­tir.
Verdiğin değer ne kadar bü­yükse, sahib çıkma iraden ne ka­dar güçlü ise bunlar savaşın sonu­cunu belirleyici olacaktır.
Savaşı kazanmanın kriteri, kar­şı tarafın savaşma iradesini yok etmektir.
Savaşı sürdürme iradesi oldu­ğu müddetçe savaş bitmemiş de­mektir.
Dinine, vatanına kültürüne ve de şahsiyetine ne kadar değer veri­yorsan onlar için o kadar savaşır­sın.
Başka bir ifadeyle söylersek, sevdiğini-saydığını söylediklerin için ne kadar savaşıyorsan onlara verdiğin değer odur. Değer, “söylem”de olan bir şey değildir, ca­nın ve malınla yaptığın fe­dakârlıktır.
“Eğer Havariler ölmeseydi, Roma İmparatorluğu yıkılabilir miydi? ”
Aylık Dergisi 70. Sayı
Temmuz 2010