Toplum, idare eden/idare edilen biçiminde bölündüğü zaman, merkezileşme – devletleşme süreci de başlamıştır. Artık bir toplum modelinden başka bir toplum modeline, siyasi iktidarın yaygın olarak kullanıldığı farklılaşmamış iktidardan; farklılaşmış siyasi iktidara geçiliyor demektir. Bu durum, iktidarın toplumun geri kalan kesiminden koparak merkezileşmesidir. Merkezileşme sürecinde toplum bölünürken, kabile önderlerinden birinin öne çıkmasıyla dini törenlerin yönetim ve denetimi de tekelleşir. Otorite konumundaki lider de kâinata ya da yaratıcısına tekabül eden temsil makamına yerleşir. Bu süreçte ya ruhani iktidar cismaniyi ya da cismani iktidar ruhaniyi saf dışı bırakır. Böylece iki kuvvetten biri diğerini içinde eritirken, otorite ve güç birleşir; Kuvvetler Ayrılığı da sona erer. Bu mânâda lâiklik din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması, bağımsızlaştırılması değil, bir araya getirilmesi; güçlerin birleştirilmesidir. Kutsal/Kutsal olmayan ayrımının sona erdiği bir düzlemde siyasi iktidar kurumsallaşmıştır. Bu sebeple de yasayla uygulamanın birleştiği siyasi iktidar tipi lâik olamaz. 

Kuvvetler Ayrılığı denilince akla, Montesquieu ve onun meşhur kitabı “Kanunların Ruhu” gelir. Bu dönemdeki mevcut sistem Kuvvetler Ayrılığı’na müsaade edecek bir yapıda olmadığı gibi, Montesquieu’ye atfen Kuvvetler Ayrılığı’na dair söylenenler de onun söyledikleri değil, ona söyletilmek istenenlerdir. “Kanunların Ruhu”nda tasarlandığı biçimiyle, Montesquieu’nün Kuvvetler Ayrılığı’ndan muradı: Ruhban Sınıfı’nın ve soyluların kralın tasallutundan korunduğu, ayrıcalıklı sınıflar lehine yargının özelleştirildiği bir düzlemde kuvvetlerin birleştirilmesidir. Bu model nihayetinde güçlü olan haklıdır, hukuksuzluğuna varır. Tıpkı,Irakta Haditha kasabasında 24 müslümanı katleden Amerikan askerinin üç ay cezayla, onu da yatmadan kurtulması; benzer şekilde çoğu kadın ve bebek yaşta çocuk 16 Afganlı Müslümanı katleden sarhoş o….u ç…….n, daha şimdiden Batılı gazetecilerin, hadiseye yapıştırdığı “komplo teorisi” etiketiyle kurtarılmaya çalışılmasında olduğu gibi.


Kuvvetler Ayrılığı /Kuvvetler Birliği ayrımından bahsetmekteki muradım: Kuvvetlerin ayrı değil, bir olduğunu vurgularken, devamında da “hükmü başa almak” şeklindeki “peşin fikir hikmeti” ile, ya çıkarsa hesabı ,” piyangodan bilet alır gibi, ahmak ve kontrolsüzlük örneği peşin hükümcülük” ( S.Mirzabeyoğlu-İbda Diyalektiği) ayrımının benzer sâiklerle karıştırıldığını göstermek arzusu. Peşin hükümcülük’ün bir de başkalaşmış, “hukuk yapma” hâli var ki, evlere şenlik. Tıpkı, Salih Mirzabeyoğlu davasında olduğu gibi; münasip görme hali. Hani, kurt kuzuya demiş ya; “sen ne yaparsan yap ben seni yiyeceğim” işte o hal. Birincisinde,” fikir namuskârlığı, ruhî ve fikrî bir nefs muhasebesi haysiyeti” bağlamında, mimari bir fikir bütünlüğü içinde ilmi-fikri bir tahlil neticesi elde edilen hükmün başa alınması ve buradan hareketle mesele konuşmak söz konusu iken; ikincisinde, yanlış tezlerden doğru hüküm çıkarma aptallığı, ya da mantık düzeyinde bir fikri inşayı “bütüncüllük”ün teminiyle karıştırma haybeciliği var. Peşin fikir hikmetinde, doğru hükme varma becerisini sağlayan bilgi, aynı zamanda doğru hükmü ayırt etme yeteneğini de sağlar ve “ ilkindeki yetersizlik, ikincisinde de yetersizlik anlamına gelirken”, peşin hükümcülükte; kendi kendinizi tatmin etme yolunda, “ görüşlerinizi ve düşüncenizde oluşturduğunuz modeli teyit edecek örnekleri arayıp bulma” ya da “yanlışın kendi doğrularını doğurduğunu görememek” gibi bir “doğrulama hatası” söz konusu.

 Peşin hükümcülük’ün son örneğini, MİT-savcılık ve emniyet arasında yaşanan, MİT Müsteşarı ve mensuplarının savcılık tarafından ifadeye çağrılmasıyla kopan fırtınalı süreçte, görsel ve yazılı medyada boy gösteren, neden bahsettiğini bilen bir tek konuşmacıya rastlamanın mümkün olmadığı “ entelektüel  komedi”yi  izlerken görmek mümkün. Ekseriyeti geçmişteki performaslarına has bir aymazlıkla,  ,”fikir pazarında olmayan cevherini satma” peşindeki analistler, Kuvvetler Ayrılığı prensibinin var olduğu peşin kabulüyle; yüz de yüz haklı olduğundan emin(!) Fikir serdediyor. “Kaderimize değil, halimize şuurumuz olabilir” ama insan bunların haline baktıkça, bunların uzman olduğu bir dünyada uzman olmayacak kimse yok diyeceği geliyor. Tabii bunları izleyen, meselenin özünden habersiz halk da tartışmasını fikri meşrebince, bazen birini bazen de hepsini haklı bularak; inanmaya hazır hale getirildiği, hatta programlandığı istikamette sürdürüyor. İşin uzmanı olduğunu düşünenlerin esas sorunu:”Neyi bilmediklerini bilmemeleri”. Nitekim Kuvvetler Ayrılığı’nın olmadığı, kurumsallaşmış siyasi iktidar modelinde bunun olamayacağı; kuvvetlerin bir olduğu görüldü. Yürütme, yasayı yapan ve uygulayan olarak meseleye el koydu, sorun da çözüldü. Aslında, tekrar gün yüzüne çıkacağı zamanı beklemek üzere, bir ilişkiler bütününden başka bir ilişkiler bütününe geçerek.

Durumun başka tezahürleri de var. Onlarca yıl parti içinden ve dışından binlerce insan, sanki Cumhuriyet Halk Partisi’nin iktidara gelmek, Deniz Baykal’ın başbakan olmak gibi bir derdi varmış peşin hükümcülüğüyle ciddi ciddi fikir yürüttü; eleştiri üretti. Oysa ne CHP’nin iktidar olmak gibi bir niyeti, ne de D.Baykal’ın başbakan olmak gibi bir hesabı vardı; halkın oylarıyla iktidar olamayacaklarını zaten biliyorlardı. Onların tüm hesabı: Toplum mühendisliği, irtica yaygarası ve muntazaman beslenmeye alıştıkları resmi ideolojinin devamlılığını sağlamak üzerine kuruluydu. Kuruluşundan bu yana, yukarıdan aşağıya birbirini besleyerek gelen, devletin içine çöreklenmiş bu menfaat şebekesi, ele geçirdikleri fırsatı ömür boyu bırakmamak pahasına; insan karakterinde ki alçalmanın her türlüsüne hem fert, hem de kurum bazında başvurmaktan hiç geri kalmadı. Tıpkı İslâmî bir hassasiyete sahip olduğu peşin kabulüyle, yıllarca Müslüman halkın desteğiyle iktidarda kaldıktan sonra Cumhurbaşkanlığı’na çıkan,  altı sefer gidip yedi sefer gelmekle övünen “dokuzuncu tıkaç”ın gerçek yüzünü, 28 Şubat’ın orkestra şefliğine soyunarak göstermesi ve devamında da işi, bir klâsik Batı Müziği konserinden sonra salonu dolduran topluluğu göstererek “işte Çağdaş Türkiye bu” arsızlığıyla, gizli inançsızlığını da faş ederek, 10. Yıl marşı eşliğinde bitirmesi gibi. Benzer şekilde ; İslâm Coğrafyası’nda milyonlarca Müslüman katledilirken gıkı çıkmayan , bugüne kadar Filistinliler için ciddi tek laf etmezken, televizyon ekranında yerli yersiz punduna getirip, İsrailli çocuklar için salya sümük göz yaşı döken; kırık mı -çıkık mı-, bıkık mı..? Ne olduğu belirsiz ”testi” den sızan riyakârlığın, İslâmî hassasiyetine vehmedilerek, İslâmî Uyanış’ın önünde “tıkaç” vazifesi yaptığının medeniyetler ittifakı, ılımlı İslam, hoş görü, uzlaşı kültürü peşin hükümcülük’ü ile perdelenmesi gibi.

Meselenin başka bir boyutu da ister özel ister devlet sektöründe olsun, kraldan çok kralcı, durumdan vazife çıkarıcı, vatan kurtarıcı, yeri doldurulamaz edasıyla; yetkili ve etkili konumda boy gösterenlerin ıskaladıkları nokta: “Seni besleyen elin, bir gün kafanı da koparabileceğini” görememeleri.  Göremiyorlar çünkü “insan üzerinde olduğu işin zamanı içindedir” hükmü uyarınca, zamanı algılayıştaki radikal değişimle birlikte anlayışında değiştiğini idrak edemiyorlar. Şöyle bir geriye doğru hafızanızı tazeleyin, hepsi gözünüzün önünden bir film şeridi gibi geçecektir. Bir zamanların başlar dik, gözler ilerde velâkin yüz binlerce mazlumun taşınmaz yükü omuzlarda darbecileri, durumdan vazife çıkarmakta mahir eski Yargıtay başsavcıları, halkın oyu ile iktidara gelmiş partinin kapatılmasını ellerini ovuşturarak bekleyen parti başkanları, brife edenler-brife edilenler… Kimi günahlarının vebali ile nalları dikti, kimi hesap vereceği günün korkusuyla sindiği köşesinde yılgınlık ve ödleklik içinde yel doğuruyor, kimi de o gün tükürdüğünü bugün yalama yellozluğuyla, iktidarın kuyruğunda debeleniyor.    
 
Hükmü başa alırsak, bizim peşin fikrimiz; BD-İBDA’ dır. Çünkü, << İslam’a Muhatap Anlayış Büyük Doğu’dur; yani “Kurtuluş Yolu” ve “Topluluk Hakikati” buradadır… Ve Büyük Doğu’nun  “Topluluk Hakikati” de, onun aynı halinde İBDA’da >> (S.Mirzabeyoğlu-İBDA Diyalektiği). Meseleye MÜBDÎ -İBDA –BEDÎ alâkası içinde bakarsak “yaratıcısında var olmayan bir şey, yaratılanda da var olmaz” hükmünce, S. Mirzabeyoğlu’nun şahsında İBDA, yüzlerce yıldır teyit edilmiş kanaatleri geçersiz kılan sıra dışı yapısıyla; 21.Asrın “ Siyah Kuğu”sudur. Hayatı ölü formlar içine hapseden düşüncelerin aksine, ibdaî bir yaratıcılıkla akmak isteyen hayatın kıskançlıkla kendine sakladığı sırların tecelli imkânı bulduğu; aslına irca edildiği doğrulayıcılık mihrâkıdır.” Yeni bir mânevî ideâl formüle etme”; “ kâinatı ilâhî bir dile dönüştürme” özelliğiyle, belirli formlar içinde sınırlanmayı reddeden hayatın hakikatine de mutabıktır. İbdaî bir vizyonla hadiseye yaklaşan şuur, “yaratıcı dehâ”nın kendi iç derinliklerinde “tamlık ve tamamlık” halinde şekil bağlayan düşüncelerin, “kor saçan bir öz”den yansımalar hâlinde, kendine has sesiyle tüm eserlerine giydirildiğini görecektir. Bu süreçte yazarlık yeteneği sadece vesiledir: Kabına sığmayarak infilâk eden  “yanar dağ” ın “Redd” ettiklerinin (hatırlatırım: Resim “redd “ kökündendir) akışına vesile kanal.


Ne var ki, İbda Dili’nden tüten, fikrin geçerliliğinin delili halindeki haklı nefret ve öfke, hakkıyla takdir edemeyenler nezdinde yanlış değerlendirilebilmektedir. Şimdiye kadar kendilerine öğretilenin köküne kibrit suyu döktüğü için, İbda karşısında bu insanların yaşadığı zihnî travma ve uyumsuzluk halini çarpıcı bir şekilde görmek mümkün. İyi bir gözlemci, psikologların “akut bilişsel uyumsuzluk” dedikleri bu hâli; kendisine öğretilenlerle İbda’nın söylemlerinin çatışmasından doğan, çarpılmışlığın yarattığı uyumsuzluk halini, şu veya bu vesileyle S.Mirzabeyoğlu ile tanışma şansı bulan insanlarda çok rahat gözlemleyebilir. Ancak, insanların bu güne kadar kendilerine belletilenlerin temeline saldırıda bulunulmasının yarattığı zihni gerilimi çözme biçimi epey farklı. Bu hal kimilerinde, zaten söylenmiş olanı deforme ederek yeniden söyleme ve böylelikle de züğürtlüğünü saklama ihtiyacı biçiminde tezâhür ederken, kimilerinde de yaşanan acı bilinenin üstünde ve ötesinde olmasına ve bu bilinmesine rağmen; tepkisizlik, tek kelime etmekten âcizlik, lehte ve aleyhte korkaklık şeklinde tecelli etmektedir. Son günlerde, haysiyet - şahsiyet sahibi birkaç entelektüel, S. Mirzabeyoğlu adını anma cesaretini gösterdi. Bu davranışları gurur okşayıcı, takdire şayan olsa da, temenni ve umudun ötesine geçerek, meseleyi “ucuz mesaj” verme kolaylığıyla, düşünceyi eyleme dönüştürme niyetinin farklılığını gösterir bir boyuta taşımaları, “epistemokrat” tavırlarına da uygun düşecektir. Zira entelektüel insan tarafsız olamaz. Ben tarafsızım demek: Benim görüşümün, düşüncemin hiçbir değeri yok demekle eş anlamlıdır.

“Halkın aklı gözündedir halk gördüğüne inanır – halk hiçbir şey istemez halka istettirilir” doğrusunun çarpıtılmış hâli, kamuoyu oluşturma adı altında kurgulanan ; “cehaleti düzenleme” ve onu “fiziki bir güç konumuna yükseltme” oyununu, özgürlük ve demokrasi olarak algılıyoruz. Halk arasında, bazı şeylerin daha iyiye gittiği zehabını uyandıran düzenlemelerde aldandığımız nokta, değişenin aslında batı düşüncesi değil, kendini tanımlarken kullandığı karşıtı olduğunu görememek körlüğünden kaynaklanıyor. Örneğini batı düşüncesinde bulan, Hak ile halk arasındaki bağın koparılmasına dayalı, toplumun düşünme tarzında temel nitelikte bir farklılaşmaya yol açan; lâikleşme, çağdaşlaşma olarak adlandırılan “şizofrenik yapı”yı çözecek bütünlük - tutarlılık ve fikri konsept BD-İBDA’dadır.  S. Mirzabeyoğlu’nda affedemedikleri, tahammül edemedikleri asıl husus “İnsanlığı kurtaracak yeni bir mânevî ideâl formüle eden dehâ “ olmasında yatar. İtiraf edilmemiş olsa da alınan intikam bunun intikamı, ödenen bedel bunun bedelidir. Bizler, yapılan işin çarpıcılığını ve önemini kavrayacak idrak berraklığına sahip değilsek de, karşı taraf bu mesajı alabilecek ve doğru okuyabilecek yapıda.

Artık gelişmiş toplumlar da bile, niye bir yanda efendiler diğer yanda teb’a sorusu, teb’anın sorusu haline gelmeye başladı. Yüzlerce yıldır zoraki veya “gönüllü kölelik” lerinin sebebini sorgulamayan insanlar, artık “iktidarın kaynağı”nı sorgular hale geldi. Toplumun büründüğü bu kisve, kapitalizmin “ gerçek yuvası” olarak tabir edilen en üst katmanı işgal edenler, ya toplumun alt katmanında kaos oluşur; iktidar uygulanamaz bir safhaya evrilirse, sonumuz nice olur sorusuyla yüz yüze getirmiştir.

Aylık Dergisi 91. Sayı