Bir kez daha seçim sath-ı mailine girmiş bulunuyoruz. Geçtiğimiz hafta Cuma günü, Receb Tayyib Erdoğan, İstanbul’da düzenlenen bir toplantı da seçim manifestosunu okudu. Bu manifestoya baktığımızda, Türkiye için bağımsızlık, millî ve adil ekonomi, adalet gibi birçok hedef belirlendiğini görüyoruz. Tabiî tüm bunların gerekçesi olarak da Yeni ve Büyük Türkiye hedefi.

Bu hedeflerin bir çoğunun gerçekleşmesi noktasında Cumhurbaşkanı Erdoğanile hem fikir olduğumuzu peşinen ifâde edelim. Bununla beraber, bizim açımızdan ehemmiyetli olan Türkiye’nin bu hedefleri nasıl gerçekleştireceğidir? Yakın geçmişe dönüp baktığımızda görüyoruz ki, son 15 senedir iktidarda oturan siyasî parti ve lideri Receb Tayyib Erdoğan, başından beri aslında hemen hemen aynı vaadlerde bulunuyor olmasına mukabil, nisbeten mesafe kat edilmişse de, hedeflere bir türlü varılamadığını görüyoruz. Peki, istek ve arzu aynı yönde iken, bunca dönemdir niçin hedeflere varılamıyor?

Bir hedef belirlemek, bundan sonra yapılacak olan bütün işlerin ne için yapılacağını ifâde eder. Fakat bu işlerin nasıl yapılacağı, bütünden başlayarak aşağı doğru her meselenin kendi esas ve usullerine göre yanıtlanması gereken bambaşka bir soruyu doğurur. Türkiye’nin senelerdir belirlediği hedeflere varamamasının altında yatan temel sebeb, nasıl sorusunun lâyıkıyla cevablanamamasından kaynaklanmaktadır. Ve nasıl sorusu lâyıkıyla cevablanmadığında, belirlenen hedefler de zamanla koflaşıp sloganlaşmaya mahkûmdur.

Şimdi, Türkiye’nin böylesine büyük hedefleri sloganlaşma tehlikesiyle karşı karşıyayken, bizim üzerimize düşen vazife, “nasıl” suâline hakkıyla cevab aramaktır.

 Tarif ederken de ifâde ettiğimiz üzere, bir bütün ve aşağı doğru her meselenin kendi esas ve usullerine göre yanıtlanması gereken sonsuz sayıdaki “nasıl”a cevab vermek, pek tabiî ki mümkün değil. Esas olan, önümüze çıkan her engeli eğilip bükülmeden aşmamıza, her müşkülü çözmemize, zorlukları sıçrama tahtası bilmemize vesile teşkil edecek anlayışı doğuracak temel prensiblerimizin olmasıdır. Prensibler, fikrimiz ve inancımız ile aksiyonumuzu bütünleştirerek, atılan adımları birbirini çelici olmaktan kurtarır ve hedefimize doğru mesafe kat etmemizi sağlar. 

Her milletin kendi inancı, kültürü ve mizacı olduğundan, kendi prensiblerini de kendisine göre belirlemek mecburiyeti vardır. Cumhuriyet tarihi boyunca sokma ilkelerin Türkiye’yi ne hâle getirdiği, bu işin gayr-ı millî kaynaklar üzerinden yapılamayacağının açık isbatıdır. Bizim elimizdeki tek millî dünya görüşü Büyük Doğu-İbda olduğundan, Türkiye’nin belirlediği müsbet hedeflerine ulaşması için sarılması gereken de tabiî olarak Büyük Doğu-İbda’nın ortaya koymuş olduğu temel prensiblerdir.

Temel Prensibler
Türkiye’nin benimsemesi gereken temel prensibler; Ruhçuluk, Keyfiyetçilik, Şahsiyetçilik, Ahlâkçılık, Milliyetçilik, Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik, Cemiyetçilik, Nizâmcılık ve Müdahalecilik’tir. 

Ruhçuluk: İbda Hikemiyâtından öğrendiğimiz üzere; “ruh, muvazene âmilidir ve muvazene onun eseridir.” Demek ki, zıtlar arasında muvazene kurulması gereken her ân, biz şuurunda olsak da, olmasak da âmil olan ruhtur. İnsanın, “Halk Âlemi”nde, yani içinde yaşadığımız bu âlemde doğan zıtlıklar arasında muvazene kurabilmesini mümkün kılan, “Emr Âlemi”ne âit olan zaman ve mekân dışı ruhudur. “Ruhçuluk, eşya ve hâdisleri, kendi içlerinden çıkan kuru müşahede ve kuru tecrübe, kuru akıl ve kuru bilgi kanunları üstünde, madde göziyle görülemez ve ölçülemez müessirlere bağlamak anlayışıdır.

İnsan aklı, idrak kuvvetlerinin tutsaklığında, kuşatabildiğinden ibaret bir çevreyi arzular. Kendisi olan “ben” başta, kendisinden hâriç kalan her “şey”i de idrak kuvvetlerinin tutsaklığında kuşatmak ister; “Halk Âlemi”nin sonsuz addedebileceğimiz kadar çok kombinasyonunu, birbirinden tecrit edilmiş parçalar hâlinde inceleyerek, bu kuşatmayı gerçekleştirmeye çalışır. Hâlbuki aklın bizzat kendisi, diğer akıllarla beraber bütünden bir parçadır ve bütün tarafından kuşatılmıştır.

İmam-ı Gazali, akıl yolundan kemâli araya araya nihayet aklı iflas ettirmiştir; dünyanın en büyük kafa buhranını çekmiş, büyük idrak kahramanı… Öyle ki, bastığı yere bile inanamaz, içtiği bir damla suyu bile hazmedemez hâle gelir.
Ve der ki:

“ - Herşey ruhtan ibaret; ruh ise Allah ve Resûlü’nün ruhu… Ona teslim olmaktan başka çare yoktu, ben de teslim oldum ve kurtuldum!” [1]

Mukaddes ölçü meâli:

- “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.

Ruh hakkında kat’i bir malûmatımızın olmaması bile, ruhun keyfiyetlerinden biri olan aklın aczini isbat etmeye yeter de artar. Öyle ki, beş duyu ve maddî suretlerin tutsağı durumundaki akıl, bu suretlere ve idrak kuvvetlerine sığmayan ruhu idrak etmekten yana acizdir. İnsanın dış dünyayı idrak etmesine vesile olan beş hasse, “Halk Âlemi”nin ötesini idrak etmekten yana da acizdir. Aynı zaman da, “Allah, zuhurunun şiddetinden gaiptir.” ölçüsünü de hatırlatalım. Akıl, bir şeyi kuşatınca kavrar demiştik; aklın, içinde bulunduğu âlem itibariyle “Emr Âlemi”ni ve “Zat Âlemi”ni kuşatamayacak olduğunu, ancak kuşatılan olacağını hesaba katacak olursak, imânın ve dolayasıyla ruhçuluğun zaruret olduğu da böylelikle ortaya çıkar.

Akıl ve ruh bahsini ruhçuluk prensibine bağlamadan evvel, ruhun ve aklın kanatlarından müteşekkil olan şuur bahsine de değinmekte fayda var; İbda Hikemiyâtında geçtiği üzere; “ruh bulur, akıl sorar; bulucu ruhun getirdiğine, sorucu akıl şahitlik eder.” Kısaca değinecek olursak: “Batı tefekkürü ile İslâm tasavvufu arasında kanatlarını açmış, ikinciyi birincinin önünde hesaba çeken ve aslına irca’ eden İbda”, bu bakımdan ümmetin kuşanmaya hazırlandığı yeni şuurdur da... Yani Yeni ve Büyük Türkiye yolunda, benimsendiği takdirde, Ruhçuluk prensibi, Türkiye’nin şuurudur. 

Devam edelim, akıl ve ruh bahsini bizim ruhçuluk prensibimize bağlayacak olursak; ruhun akıl tarafından kuşatılamaması ve tek bir esasa bağlanamaması, bize, “Hâlk Âlemi”nin hakikatlerinin zorunlu kanunlarla kuşatılamayacağını ve “Hâlk Âlemi”nin ruha nisbetle mânâlandırılması gerektiğini açıkça ortaya koyar.

İnsanı iktisadî faaliyete iten sebeb, bir bakıma da, insanın canlı kalma isteğine, iradesine dayanışla, aynı zamanda ruhî bir zaruret belirtir. “ ‘Halk Âlemi’nde bedenle birleşen ruhun, bedendeki fenomeni, canlılıktır.” Bir bakıma hayvan olan bedenin canlılığını idame ettirmesinin asgârî seviyesinden başlayarak, ifrat hâlindeki kuvvetlerin nihai tatminsizliğine dek, son derece geniş bir perspektifte faaliyet gösteren ilim, iktisattır ki siyasetle ayrılmaz bir bütündür. 

Tekrar hatırlamamız gerekirse; “Ruhçuluk, eşya ve hâdiseleri, kendi içlerinden çıkan kuru müşahede ve kuru tecrübe, kuru akıl ve kuru bilgi kanunları üstünde, madde göziyle görülemez ve ölçülemez müessirlere bağlamak anlayışıdır.

Bizim dünya görüşümüz de bu ölçülerden yola çıkarak, madde plânını, onun ötesinde bulunan ulvî bir anlayışla, yâni “Mutlak Fikir”e nisbetle örgüleştirilen “İslâm’a Muhatab Anlayış” ile mânâlandırır. Keyfiyetçilik de burada başlar ki; keyfiyet demek, her şeyin ruh adına anlamlandırılması demektir.

 Ruhçuluk, aynı zamanda mihraksız aklın da reddedilişidir. Bu sayede ruhçu, aklın nefse tutsaklığından kurtularak gerçek hürriyete kavuşur; dolayısıyla ruhçu gerçek hürdür aynı zamanda.

Batı’nın bugün hürriyetten anladığı ve elindeki tüm imkânlarla dayattığı, insanın nefsine tutsaklığıdır. İnsan, nefsine tutsak olduğu ölçüde cemiyetten kopar, fânileşir ve yöneten “emperyalist tanrı”lar tarafından rahatça istismar edilir. Bugün ülkemizdeki 3000 aile ve ülkemiz dışındaki emperyalistlerin bizi istismar edişlerinin kaynağını da burada aramak icab ediyor.

Nefs kelimesin hangi mânâda kullandığımızı da izah edelim:

- “Nefs, ne ‘ben’dir, benliktir, ne zattır, şudur, budur; kalb hakikati içinde, ruhun mukabil kutbunu gösteren apayrı ve bambaşka bir mevcuttur. Her insanda bu mevcut daima gizli ve bazen aşikâr bir Allah düşmanıdır.” [2]

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın manifestosunda en çok kullandığı kelime hatırlarsanız erdemdi, yani fazilet. İmam-ı GazâlîHazretleri, “Meâricü’l Kuds” adlı eserinde, insanda faziletlerin kaynağını dört, rezîletlerin kaynağını ise üç ana başlık altında toplamıştır. Rezîletlerin kaynağı; tahayyül, şehvet ve gazab kuvvetidir. Faziletlerin kaynağı ise; insanda ifrat ve tefrit hâlde olduğunda rezilliğin kaynağı olan bu kuvvetleri itidâle kavuşturan, âdeta panzehir hükmündeki hikmet, şecaat, iffet ve adalettir.

İmam-ı GazâlîHazretleri devam ile der ki; “hikmet, tahayyül kuvvetinin faziletidir. Şecaât gazabî kuvvetin, iffet şehevî kuvvetin faziletidir. Adalet ise bu kuvvetlerin tertib-i vâcib üzere vakî olmasıdır. Tüm işler adâletle tamamlanır ve yürür.

Batı, bu muvazeneyi kuramayışından, ruhçuluğu mihraklandıramamış olmasından dolayı herşeyi hayvanî bir inisiyaka bırakarak, içtimâî buhranı imâl etti. Peki, bir bakıma ruhçuluğun kemâli olarak insanî kuvvetlerini dizginleyip, tutsaklığa ve hürriyete yer gösteren hakikat nerede?

Hakikati aramanın bize göre ilk şartı, “Allah’a inanıyor muyuz?” suâline verilen cevabdır. Eğer ki Allah’a inanılmıyorsa, “ruh ilgilendiği her şeyi canlı kılar” ölçüsünce, bugün ele ne gelirse veya ele ne verilirse bir süre sonra onun hakikati o olur ve eldekilere bakarak aranan hakikat, atılan her adımda iki adım öteye kaçar; “mihraksız tümevarım zaafiyeti.” Yok, eğer Allah’a inanıyorsak, iman sahibiysek, artık bundan sonrasında aranması gereken bellidir ve zaten bilinen aranır.

Batı ruhunun, ilgilendiklerini canlı kılmasının uç misâli olarak “Samiri’nin öküzü” bahsini gösterebiliriz:

- “‘Samirî’nin öküzü’ bahsinde, o öküz heykelinin böğürmesiyle alâkalı, Muhiddin-i Arabî Hazretleri, bilmeden Cibril Aleyhisselâm’ın ayak bastığı toprağın da heykele karıştırılmasıyla ilgili olarak, “ruh neyle ilgilenirse onu canlı kılar ve eşyaya yayılan bu ruha NASUT derler!” der. [3]

Liberalizm, kapitalizm, demokrasi gibi son derece müphem ve keyfe keder kavramların bu denli canlı bir şekilde karşımızda durması bizi yanıltmasın. Ruhçuluğun ufkunda yer alan Allahçılık çizgisine çapraz bir istikâmette ilerleyen Batı’nın iç karartıcı manzarası bugün bütün çıplaklığıyla ortada.

Ruhçuluğun ufku olan Allahçılık çizgisinin istikâmeti ise Hûd Sûresinde:

- “Hûd Sûresinde istikâmet emredilmiştir. İstikâmet, doğruluk, çetinlerin çetini bir iştir. Zira istikâmet, bütün fiiller, haller, sözler ve ahlâkta orta yeri tutmak ve onda sabit kalmaktır. O şekilde ki, bütün fiillerde zaruret dışına taşılmasın ve ifrat tefritten korunulabilsin… Onun içindir ki, ‘keramet ve harikalarda iş yoktur, iş istikâmettedir.’ denilmiştir.” [4] Başta demiştik ya, belirlenen hedeflere nasıl varılacağı, buyurun size istikâmet davası. 

Madde gözüyle görülemez, ölçülemez müessir “Mutlak Fikir”dir ve onun tatbik planındaki karşılığı da; insanî verim şubelerinin tümüne tabiî bir şekilde çözüm getiren “İslâm’a Muhatab Anlayış”tır. 

Keyfiyetçilik:Ruhçuluğun eşya ve hâdiseleri, kendi içlerinden çıkan kuru müşahede ve kuru tecrübe, kuru akıl ve kuru bilgi kanunları üstünde, madde göziyle görülemez ve ölçülemez müessirlere bağlamak anlayışından, keyfiyetçilik doğar.

Keyfiyetçilik, aynı zamanda ruhçulukla iç içedir ve ruhçuluğun olmadığı yerde keyfiyetçilikten söz edilemez. Yani aslına bakacak olursanız, prensiblerin tamamı bir bütün hâlinde var, tek başına ise hükümsüz.

Öncelikle keyfiyet, kemmiyet ve keyfiyetçilik mefhumlarını tanımlayalım:

- “Keyfiyet, bir “şey”i başka bir şeyden, bir hâdiseyi başka bir hâdiseden, bir durumu başka bir durumdan ayıran –ki bu ayrılık, farklılık da ifâde edebilir, zıtlık da- bütün esaslı unsurların bütünüdür; o “şey”i, o “hadise”yi diğerlerinden ayıran vasıfların bütünü.” [5]

- “Kemmiyet, bir “şey”in, bir “hâdise”nin dışa dönük yönüdür; dış durum ifâdesi. Bu, bir “şey”in, bir “hâdise”nin değişimleri ve dengeden dengeye geçişi boyunca vukuu bulan form, kalıp ve şekil değişimi özelliklerinin vasıflandırılmasıdır.” [6]

- “Keyfiyetçilik, bütün insanî verim şubelerinde “çok”tan ziyade “tek”in kanunları üzerinde derinleşmek ve her iş vahidini onu saran mücerred oluş cevherine göre değerlendirmek davasıdır.” [7]

Keyfiyetçilik için bu tarifi verdikten sonra, kendi dünya görüşümüz çerçevesinden şunu da söyleyebiliriz; her “şey”in ruh adına anlamlandırılması ve topyekûn insan faaliyetlerinin tek bir gayeye bağlı şekilde gerçekleştirilmesidir. Siyasette, tek bir gayeye bağlı kalınmak kaydıyla gerçekleşmesi gereken faaliyetlerden biridir.

Siyasî faaliyetlerin şekillenmesindeki âmillerden biri de, toplumun hangi ideal etrafında teşkilatlandırıldığı meselesidir. İslâm tarihine bakacak olursak, Müslüman devletler, ideâl olarak İttihad-ı İslâm davasını güttükleri ve bu davanın güdülmesinin vasıtası da gazâ olduğu için, toplumu buna göre teşkilâtlandırmışlardır. Bugün de belirlenen ideale göre toplumumuzun yeniden teşkilâtlandırılması gerekmektedir. 

Bir varlık-bir yokluk temposunda tecelli eden zamanın, içinde yaşadığımız ve aslı yokluk olan âlemin üzerindeki en mühim tesiri, her ân yeniden gerçekleşen yenilenmedir. Eşya ve hâdiseler her ân yenilenir ve insan, her ân yenilenmekte olan eşya ve hadislere teshir etmek üzere tekâmül etmek memuriyetiyle yaratılmıştır. Kutsî ölçü meâli; “bir günü diğerine eş geçen aldanmıştır.” Peki, her dâim yenilenen bu dinamik âlem üzerinde, insan nasıl eşya ve hâdiselere teshir sahibi olabilir? Kâinattaki herşeyin bir varlık-bir yokluk temposuna tâbi olduğunu hesab edecek olursak, bu âlemin kendisine ait olanlardan daha ulvî kıymet hükümlerine muhtaç olduğumuz anlaşılır ve bütün insanî faaliyet şubelerinin bu ulvî kıymet hükümlerinin işaret ettiği ideali gözetmesi gerektiği ortaya çıkar. İnsan, ancak böyle bir fikre bağlanmak suretiyle değişim ve dönüşüm girdabından kendisini sıyırıp, eşya ve hâdiseler üzerinde tasarruf sahibi olabilir.

“İslâm’a Muhatab Anlayış” davası, “Mutlak Fikir”in, hayatın bütün şubelerine tatbik edilmesi olduğuna ve toplumu meydana getiren her ferd farklı mizaç hususiyetleri taşıdığına ve bütün hadiseler de “yeni” olduğuna göre; sonsuz adet varyasyonun bir bütün hâlinde anlam kazanabilmesi, çoklukta birliğin sağlanmasıyla mümkündür.

Keyfiyetçilikte usûle gelecek olursak:

- “Keyfiyetçiliğin baş usulü, herşeyde ana cevhere nüfuz etmek gayesi bakımından, nâmütenahî bir tecrittir; tecritlerin en soylusundan fışkırıp teşhislerin en ihtişamlısında billûrlaşan bir ruh; ve bu ruhun, en derin mücerretle en katı müşahhası evlendirdiği zemin üzerinde, bütün eşya ve hâdiseleriyle dünya…” [8]

Üstad Necib Fazıl, keyfiyetçilikle kemmiyetçiliğin farkının anlaşılması adına diyor ki; “bugün Amerika, bütün iş şubeleriyle, keyfiyeti ikinci plâna alan muazzam bir kemmiyet köpürüşü; Avrupa da, kemmiyete mağlûp hazin bir keyfiyet çöküşü…” Bu kemmiyet köpürüşünün Türkiye’de muasır medeniyet seviyesi olarak görülüyor ve gösteriliyor olması, Büyük Doğu-İbda İdeolocyasının, Başyücelik Devleti’nin keyfiyetçilik prensibinin ne denli anlamlı olduğunun anlaşılması bakımdan mühim.

Keyfiyetçilik bahsini bitirmeden şunu da ilâve etmekte yarar var:

- “Keyfiyetin kemmiyette tecellisini gözönünde tutarsak; bir şeyin mücerret “oluş”una nüfuz etme gayesi bakımından hakikat arayıcılığını gösteren “keyfiyetçilik”, bu ruhun iş ve verim sahasına intikâli gayesiyle de, “insan ve toplum için” mânâsına gelir. İnanılan ile buna bağlı “iş ve eser” manasına bu ruh ve madde kutupları arasındaki uygunluk ise, “ruhî muvazene”yi gösteren ahlâkın, dışa dönük (genişliğine) yönünün tecellisidir.” [9]

Plastisite üzerindeki kemmî köpürüşlerin tıpkı bir sabun köpüğü gibi esen ilk yelde uçup gideceğinin şuurunda olarak; devleti meydana getiren tüm enstrümanları, tek bir idealin şefliğinde, değişen zaman ve mekânda her dâim tekâmül ve keyfiyet ölçüsü içinde çalan senfoni olmalıdır Türkiye’nin siyaseti… Bir bakıma Ebed Müddet senfonyamızın, devlet plânı...

Şahsiyetçilik:Yakından tanıdığımız bir misâl üzerinden, şahsiyet ile değil de tersinden şahsiyetsizlikle başlayalım; Türkiye Cumhuriyeti, inkılâblar adı altında Batının kendi şahsiyetini meydana getiren unsurları, bir dünya görüşüne bağlı olmaksızın, hesabsız, kitabsız, muhasebesiz ve çilesiz bir şekilde kopyalayarak Anadolu’ya yapıştırmıştır. Şahsiyet yahut şahsiyetçilik nedir bir yana, şahsiyetsizliğin insanlık tarihi çapındaki vesikası olabilecek bu hâdise, bugünkü manzara itibarıyla şahsiyetsizlikten doğan felâketi ayan beyan gözler önüne sermektedir.

Evet, O’ndan geldiği için hiç kuşku yok, “hikmet mü’minin yitik malıdır ve nerede bulursa onu alır.”; fakat ne alırsan al, çilesine talib olup, hikmete nüfuz edip, kendi şahsiyetini o hikmette tüttürmedikçe, o hâlen senin değildir. Bunu bir ölçü olarak kabul edersek, benzer herşeyi aynı bakımdan değerlendirebiliriz. Şahsiyetini tüttürmediğin bir devlet, ekonomi, hukuk ve eğitim sistemi nasıl senin olabilir ve senin meselelerini çözüme kavuşturabilir? 

Keşf, icad ve fikredilmiş olan her şeyin hakikatini bulup çıkarma ıstırabına talib olup, bundan sonrasında da bugün Çin’in yaptığı gibi kopyala yapıştır yapıp onu taklid ederek değil, kendi şahsiyetimizden katıp millîleştirerek ve “yenileyerek” ortaya koymak, mâletmek, bizim dünya görüşümüzün şahsiyet prensibi gereğidir. Hikmet plânında, o günkü devlet politikamıza göre ihtiyaç duyduğumuz mevcuda, ruhçu ve keyfiyetçi bir yaklaşımla şahsiyet üfleyip millîleştirirken, dışa doğru olan bütün bağımlıkları bir bir kesip atarak, siyasî plânda bağımsızlaşmak.

Ekonomi planından misallendirecek olursak da; iktisat sadece üretimle değil, tüketimle de alâkalı bir mesele olduğundan, tüketicinin de şahsiyet sahibi olması ve bugün olduğu gibi kapitalizmin şahsiyet unsuru hâline getirdiği meta ile şahsiyet bulan değil, satın aldığı şeye kendi şahsiyetini katacak olan millet şuurunun meydana getirilmesi dâvâsıdır şahsiyetçilik.

Ahlâkçılık: Ahlâk, bir bakıma insanın davranış tarzı, tutum ve tavrı, bir cemiyette makbul ve iyi sayılan davranış kurallarıdır. Davranışın tarzı, tutum ve tavır ahlâk olduğuna ve ruhî fakülteler hâlindeki insanî faaliyet şubelerini ahlâk şekillendirdiğine ve tüm bu davranışın kaynağında bir bütün olarak “insan” yer aldığına göre, parçaların teker teker incelenmesiyle sağlıklı bir netice elde edilemeyeceği muhakkaktır.

Ruhî fakülteler hâlindeki siyasî, iktisadî, sosyal, psikolojik vesair davranış şubelerine, farklılıkları içinde onları birleştirici bütün bir şuurla bakmak… İşte ahlâk!” [10]

Büyük Doğu-İbda, bugünün dünyasında “insan”ın bile kıymetini iktisadî değere göre ölçmeye kalkan hâkim anlayışın aksine eşref-i mahlûkatı bu rezil vaziyetten kurtararak, beşerî faaliyetlerin tümünü diğer tüm insanî faaliyet sahaları gibi ruha nisbet ederek, ahlâk şubesinin emrine tahsis etmiştir.

“İnsan” meselesi nerede başlar, nerede biter? Bugün hâkim olan zihniyet insan meselesini iktisadî olanda başlatıyor ve iktisadî olanda bitiriyor. Peki, insan bedeniyle beraber aynı zamanda ruhî bir varlık olarak, yalnızca insanî faaliyet şubelerinden biri olan iktisada göre izah edilebilir mi? İnsanî faaliyetlerden biri de ifrazatın boşaltılmasıdır; yarın öbür gün birileri de çıkıp, insanî faaliyet sahalarından başka biri olan ifrazatın boşaltılmasından ibaret bir anlayışla “insan”ı izah etmeye kalkarsa ne olacak? Misâlin çirkinliği bir yana, aynı mantık âleti elinde, iki farklı insanî faaliyet karşısında “insan” meselesi.

Demek ki insan meselesi, insanî faaliyet şubelerinden birine hasredilerek ele alınabilir, anlaşılabilir, izah edilebilir bir mesele olmaktan uzaktır. Öyleyse fert ve toplum meselelerine çözüm getirmek, ki devletin temel iddiasıdır, fert ile toplum arasında muvazene kurmak ne ile mümkün? İşte bu prensibler bir bütün hâlinde bu gayeye matuf bir şekilde işleyen makinenin parçalarıdır; ve ahlâk, bütün bu parçaların içine işlemiş işletici kuvvettir. 

Başyücelik Devleti, ferd ile toplum arasında kurulan muvazenenin devlet planında, ahlâkî ölçütleri gözetir ve ruhçuluk bahsinde belirttiğimiz Allahçılık’tan anlaşılacağı üzere söz konusu olan İslâm ahlâkıdır. 

Milliyetçilik:İbda Hikemiyâtında geçen ölçü; “Bir imân merkezi etrafında toplananlara millet denir.” Esasında bu durum aynı zamanda toplumun iştirak ettiği ortak bir paydaya da işaret eder; devletinin küfür karşısında güçlü olmasını sağlamak adına, daha az tüketen ve buna mukabil şahsiyetçilik levhasında bahsettiğimiz keyfiyete sımsıkı bağlı kalmak kaydıyla çok üreten ve ruhçuluk davasında izah ettiğimiz üzere, sermayeye kölelik eden değil, İlây-ı Kelimetullah dâvâsına hizmet eden millet... Tarihteki son örneği, Türk milleti!

Bugün bilhassa Suriye ve Irak’ın kuzeyinde yaşadığımız sıkıntılı süreç karşısında elimizdeki tek çözüm olarak ön plana çıkan bu milliyetçilik anlayışı, İslâm âleminin geri kalan bölgelerindeki Müslümanlarla olan münasebetlerimiz üzerinde de belirleyici rol oynayacak, yapılan faaliyetleri bütünleyerek Büyük Türkiye hedefine doğru yol almamıza hizmet edecek son derece ehemmiyetli bir prensibdir. 

Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik:Milletlerüstü şirketlerin kurulmasından beri, insanlığın başındaki en büyük belâlardan birisi de urlaşmış sermayedir.

Emperyalizm; başta ekonomik ve ardından siyasî, askerî gücüne bakarak kendisini tanrı addeden bir grub sapkının, ellerindeki imkânları kullanarak, dünyanın geri kalan tamamını, hiçbir kural ve kaideye bağlı kalmamak kaydıyla, dilediği gibi yönetme ve sömürme arzusudur. Batı’da Rönesans ve Reform hareketleriyle başlamış, Hümanizm (Tanrı değil, insan merkezli anlayış) ile ruhunu bulmuş, materyalizm ve sekülerizm ile ete kemiğe bürünmüş, Darwinizm ile gerekçelerine kavuşmuş “yeryüzü tanrısı” olma temayülüdür.  Yâni, elde biriken sermayeye dayanarak, siyâsî karar mekanizmalarına, ordulara, milletlere tahakküm etmek ve bu tahakküm neticesinde daha fazla sermaye biriktirmek. Batı, hayat tarzını küfür inadından dolayı “Mutlak Fikir”e nisbetle şekillendirmediği için, istikbâli mazide aramak hatasına düşerek, Eski Yunan ve Eski Mısır’da hâkim olana benzer bir düzen inşâ etmiştir. Bugünkü rejimin eskilerinden tek farkı, geçmişte sermayenin yönetimde mutlak hâkimiyeti varken, bugünün sermaye sahibleri, idareyi, moda tabirle sermaye adına “CEO” diyebileceğimiz seçilenlere, lütfetmişlerdir.

Sermayede tedbircilik prensibi, milliyetçilik başlığı altında da işlemiş olduğumuz üzere, milletin sermayeye değil, can-ı gönülden benimsediği dâvâya hizmet etmesinin önündeki pürüzlerin kaldırılması ve ferd ile toplum arasında kurulacak muvazenede, cemiyetin fert tahakkümünden koruyarak adaleti sağlamaktadır.

Mülkiyette tedbir ise, bugün birçok sahada misâlini gördüğümüz üzere, verimli tarım arazilerinin ve stratejik öneme hâiz işletmelerin mülkiyetinde devletin tedbircilik prensibini işletmesidir. Bugün birçok ülke tarım arazilerindeki bütünlüğü ve ziraî üretimdeki devamlılığı sağlamak üzere, mülkiyette tedbirci olduğunu inkâr ederken, çıkardığı kanunlar vasıtasıyla mülkiyette tedbirci davranmaktadır. Şirket bakımından meseleyi ele alacak olursak da, bugün dünyaca meşhur birçok markanın üretimini gerçekleştiren şirketlerin, sahiblerinin yalnızca hissedar olduklarını ve bu işletmeler halka açık olduğu için, işler ters gittiğinde devlet tarafından derhâl müdahale edildiğini biliyoruz. Samsung, Toyota, Apple, Microsoft gibi meşhur şirketler bu şekilde idare edilmektedir… Samsung’da geçtiğimiz senelerde böyle bir sorun yaşanmış ve Güney Kore devleti müdahale ederek, yönetimde değişikliğe gidilmesini sağlamıştır. Stratejik kelimesini seçmemize bakılarak, yalnız askerî plânda faaliyet gösteren işletmelerden bahsettiğimiz zannedilmesin; meselâ, saydığımız şirketler bugün dünya ekonomisinde büyük pay sahibi olan şirketlerden olmaları hasebiyle, stratejiktirler.

Bugün Türkiye’nin yaşadığı kurdaki dalgalanma ve piyasadaki para deveranında yaşanan tıkanıklığın giderilmesi, sermaye odaklarının gözünün yaşına bakılmadan cemiyet yararına bu prensibin işletilmesine bağlıdır. Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik prensibi işletilmeden Türkiye’de yapılacak her türlü yatırımın ve ihracattan elde edilecek olan dövizin geldiği gibi yurt dışına kaçacağı unutulmamalıdır. 

Cemiyetçilik:Başyücelik Devleti’nin temel prensiblerinden bir diğeri de, cemiyetçiliktir. Fert ile toplum arasında kurulacak muvazenenin merkezinde, bize göre cemiyet yar alır. Ferd fâninin, cemiyet ise ebedînin temsilcisidir ve Türkiye’nin devlet ideali de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dediği gibi “Ebed Müddet”tir.

İbda Hikemiyâtında geçtiği üzere; “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyaya, hemen ölecekmiş gibi öbür dünyaya çalışınız!” ölçüsü, cemiyetimizin bütün ruhunu hikmetlendiren parola olmalıdır.

Bu dünya ile öbür dünya, birbirine tamamen zıt iki kutbu temsil ederken, burada mesele muvazeneyi kurmaktır ki; “İslâm, zıt kutuplar arası muvazenesinin üstün nizâmıdır.

Büyük Doğu-İbda’nın temel prensiblerinden olan Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik prensibi, cemiyetin korunmasını gaye edinir.

Sosyal refahın sağlanmasının ruhî olduğu kadar maddî tarafları da vardır. Barınma, giyinme ve beslenme gibi temel ihtiyaçlar karşılandıktan sonra, âletlerin belirlediği ihtiyaçların son haddine kadar geniş bir üretim ve tüketim söz konusudur. İçtimâî refahın sağlanması için cemiyetin bu ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir gelire malik olması gerekir. Aksi hâlde cemiyet, ideal peşinde olamaz, sosyal refahtan da bahsedilemez. Devletin en önemli davalarından biri de ekonomiyi, sosyal refahı sağlayacak maddî şartlara göre tezgâhlamaktır.

Bir diğer taraftan içtimâî refahın sağlanmasının şartlarından biri de gelir dağılımında adaletin sağlanmasıdır. Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik prensibi, bunun için son derece şiddetle uygulanacak ve sermayenin, ferdin cemiyet üzerinde tahakküm kurmasına vesile olmasına katiyen imkân tanınmayacaktır. Ferdin cemiyet hakkına maddî manevî en küçük çaplı bir tasallutu bile en şiddetli müeyyidelere bağlı olmalı ve müeyyidelerin uygulanmasında bir lahza tereddüt edilmemelidir.

Nizamcılık:Kâinatta, gezegenlerde, dünyada, tabiatta ve bir karınca yuvasında bile üstün bir nizam varken, Türkiye Cumhuriyeti devleti ve milletinin bir nizamı olmamasından bahsedilemez herhâlde... Nizam, bahsettiğimiz tüm prensiblerin, en küçükten en büyük ölçeğe dek, devlet mekanizmasında sistemli, ahenkli bir şekilde sürekli olarak işletilmesidir.

Müdahalecilik:Müdahalecilik prensibi de tıpkı nizamcılık gibi kendi başına bir prensib olmamakla beraber diğer prensiblerin kat’i suretle işletilmesini ve işletilemiyorsa da önünün açılmasını sağlamak üzere benimsenmiş usûldür. Bugün sıkça konuşulan OHAL kanunun yalnız devlet değil de aynı zamanda cemiyet yararına işletilmesi şekilde düşünülebilir. 
***
Ancak bu prensibler bir bütün hâlinde Türkiye Cumhuriyeti’nin temel prensibleri hâline getirilir ve işletilirse, belirlenen hedeflere doğru adım adım ilerlenebilir. Yok bunun aksine hareket edilecek olursa, önümüzdeki 5 senenin geçen 15 seneden hiçbir farkı olmayacağını ve hattâ çok daha beter sıkıntılar doğuracağını buradan ifâde edelim...  

Kaynaklar
1 - Necib Fazıl, Dünya Bir İnkılâp Bekliyor –Dünya Bir İnkılâp Bekliyor/Yolumuz, Halimiz, Çaremiz/Ruh Muvazenesi/Her Cephesiyle Komünizma, 11. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2011, s. 85-86
2 – Salih Mirzabeyoğlu, Kökler–Necib Fazıl’dan Esseyid Abdülhakîm Arvasî’ye–, Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1986, s. 105
3 – Berzah – Takdim
4 – Salih Mirzabeyoğlu, Kökler–Necib Fazıl’dan Esseyid Abdülhakîm Arvasî’ye–, Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1986, s. 139
5 – Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız –Temel Meseleler–, 3 Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1993, s. 124
6 - Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız –Temel Meseleler–, 3 Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1993, s. 124
7 - Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız –Temel Meseleler–, 3 Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1993, s. 125
8 - Necib Fazıl, İdeolocya Örgüsü, 16 Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2007, s. 392.
9 - Salih Mirzabeyoğlu, İslâm’a Muhatab Anlayış –Teorik Dil Alanı–,2 Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1987, s. 100.
10 - Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız –Temel Meseleler–, 3 Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1993, s. 87.


Baran Dergisi 591. Sayı