Suriye’de yaşanan insanlık dramı malûm, böyle kanlı olunca falan herkes orada bir dram olduğunu pekâlâ anlıyor, peki ya burada yaşanan insanlık dramı? Yaşadığımız, her gün yeniden tecrübe ettiğimiz, balığın denizdeki suyla münasebetine benzer şekilde her an ve her taraftan kuşatıldığımız, buna mukabil bir türlü farkına varamadığımız hâlimizi idrak etmek için illâ belâ mı bekliyoruz?
Cenevre falan bahane, mevcut manzaranın böyle vesilelerle tasdik edilmesine de ne hacet, fakat bu vaziyet ne yahu? İslâm karşısında her çeşit sapık kol, tahrif edilmiş dinler ve dinsizlik etrafında, küfrün her daim aynı safta nasıl da yer aldığının ferd ferd, millet millet ve nihayetinde bütün bir ümmet olarak anlaşılması ve İslâm’ın bir safta nasıl ve ne şekilde bir araya geleceğinin çalışmalarının, en azından “acaba nasıl olur”un aranmasının başlaması, bütün gailenin bu olması gerekirken, bu hâl de neyin nesi? Bunca “neden”e bakarak bir “nasıl” suâli doğurmak bu kadar mı zor?

Bakalım zor mu? Batının bir asırdır bizleri kendi istediği gibi şekillendirmek için pompaladığı hedonizme ne denli tutkuyla bağlıyız ve neye tamah ediyoruz, biz ne yapıyoruz ki kendi içinde bulunduğumuz hâli bile idrak etmekten aciziz?

Bir sıcak oda, önüne konan sofra artığı kırıntılar, bu kırıntılardan paya düşenin artması için gidilen okullar, yapılan kariyerler, muhtelif teknolojik zımbırtılar, zekâyı laf ebeliğine irca edenler, kendi nefsi dışında kalan bütün meselelerde Batı’nın izin verdiği kadar iktidar olan hükümetlere oy atıp mesuliyetten kurtulduğunu sananlar ve daha neler neler… Başka bir taraftan iktidara gelmeyi seçim kazanmak sanan parlak siyasetçiler, tasmalı hocalar, intihalci akademisyenler, zır câhil aydınlar, yalakalık ederken (hangi tarafa olursa olsun) kendini kaybeden gazeteciler, satılmış bürokratlar, kendi menfaatinden başkasını hiç bilmeyen kodamanlar, ses-görüntü kirliliği imâlatçısı sanatçılar, bohemliği-ayyaşlığı devrimcilik sananlar ve daha neler neler… İstisnaların kâideyi bozmayacağını hatırlatarak devam edelim…

Bütün bu satırların yazılmasını ihtar eden Suriye meselesine bir bakalım da sonra kaldığımız yerden devam ederiz nasılsa…

Suriye

Arab Baharı'nın başlamasından bir süre sonra, Baas Partisinin başında bulunan Beşar Esad'ı iktidardan indirmek için  15 Mart 2011 tarihinde başlayan gösteriler, Nisan 2011 tarihinde ülke geneline yayılmıştı. Gösterilerin ülke geneline yayılmasıyla beraber de Suriye Ordusu başkaldırıyı bastırmak için sivillerin üzerine ateş açmıştı. Bu müdahalenin ardından ülke iç savaşa sürüklendi ve son iki senedir Suriye büyük bir insanlık dramının zemini hâline geldi.

İngilizlerin Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra dizayn ettiği Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin bir çoğunda, kurulmuş olan sistemin tıkanmasıyla beraber çeşitli halk ihtilâlleri gerçekleşti. Mevcud anlayışa karşı yeni bir anlayış, dünya görüşü teklif edemeyen halk ihtillâllerinin bir çoğu bugüne kadar akamete uğramış olsa da, "ihtilâller" devri bitmiştir diyen pörsümüş kafalara ders olması bakımından ve Üstad Necib Fazıl'ın "kıtalar çapındaki ihtilâl" beklentisinin ne kadar da mümkün olduğunu göstermesi bakımından son derece mühim hadiselerdir.

Suriye'ye dönecek olursak; İsrail ile komşu olması, Şiîlerin Akdeniz koridorunun sonunda yer alması, Rusya'nın Akdeniz'deki karakolu olması ve elinde bulunan kimyevî silah stoğu bakımından diğer Arab Ülkelerinden cereyan eden halk ihtilâllerinden daha farklı bir seyir izledi. Arab Baharı vesilesiyle gerçekleşen halk ihtilâllerinde Batı'nın bir çoğuna seyirci kalmasının aksine konu Suriye olunca herkes olaya bir ucundan el attı. ABD, AB, İran, Suudî Arabistan, Katar, Irak, Lübnan, İsrail ve Türkiye...

İsrail'in menfaatlerini kendi milletlerinin menfaatinin bile üzerinde gören Batılılar, Suriye'deki olayların başında Esad'a karşı pozisyon alırken, Esad'ın kimyevî silâhları teslim edeceğini açıklaması ve Suriye'de silahsızlanma sürecine girilmesinden itibaren pozisyonlarını değiştirerek Esad'ın tarafına geçtiler. Öyle ya, silahlarından arındırılmış Suriye'nin jeopolitik konumunda, Esad'dan iyi idareci bulamazlar. 

Suriyelilere gelecek olursak; dün Şebbihalar, bugün de IŞID tarafından vahşice çoluk çocuk demeden katledilmeye devam ediyorlar. Suriye meselesinde taraf(!) olup ahkâm kesenler, evlerindeki sıcak odalarında, bilmem kaç inç televizyonlarında, HD kalitesinde yayınlanan katliam görüntülerini oturdukları sofralarda yedikleri yemek eşliğinde seyretmekten hiç de hâyâ etmiyorlar.
Son olarak Batı'dan yâni küfürden meded umanların kapısı olan II. Cenevre Konferansı da "Suriyeliler ölmeye devam etsin, böyle karışıklık sürsün gitsin bize ne!" kararıyla nihayete ermiş bulunuyor.

Türkiye'nin Suriye Politikası

 Suriye'de ölen, aç kalan, evini terk eden, işkence gören, zindana atılan ve tecavüze uğrayan herkesin vebâli Esad kadar Türkiye hükümetinin de boynunadır...
Türkiye, Batı'nın da Esad'ın devrilmesinde rol alacağı zannıyla Müslümanları kışkırtmış, onlara yerine getiremeyeceği taahhütler vermiş ve destek çekilince de ortada bir başına kalmıştır. Madem ki kendi başına bir Suriye politikası inşa edemiyorsun, vaadlerinin ardında tek başına duramıyorsun, o zaman kâfirin ipiyle kuyuya neden iniyorsun, hem de Suriye gibi bir kuyuya?

Kendi ülkesi içerisinde dış politikasına operasyon yapılmasına mâni olmaktan aciz, fikir planında sermaye fakiri olan hükümet, Suriye'de cereyan eden iç savaşa hangi ulvî ideal ekseninde müdahil oluyor? Yalnızca "Batıyla hesablarımız paralel giderse, kahraman oluruz" mantığıyla bir milletin kaderiyle oynanır mı? Bu vebâl boynunuzdadır efendiler, unutmayınız!

Mültecilere kucak açılması da başka bir garabet; orada Esad'ın zulmünden kaçanlar, burada Metris Cezaevinin önündeki ışıklarda dilencilik yapıyor, kötü yola düşüyor, çetelerin elinde "ucuza harcanacak adam," etiketiyle istihdam ediliyor ve bunun adı da mülteci politikası oluyor.

İdeale bağlanmamış olan hiçbir hareket menziline erişemez. Yalnızca bir dahaki seçimi kazanmaya güdümlü kafaların izlediği iç politika nedir ki dış politika ne olsun? Hiçbir kaygı taşımaksızın, şahsî menfaatlerin muhafazası üzerine kurulu iç politika ve ya tutarsa hesabı izlenen dış politika... Buyrun size içeride ve dışarıda manzara...

BİZ

Peki şimdi neyiz? Müslüman mıyız? Eğer ki öyleysek, iman etmiş olmanın şartları; oy verip çekilip kenara oturmak mı, zulme seyirci kalmak mı? Bugün herkesin kıpkırmızı suratla, öfkeyle çemkirdiği Ilımlı İslâmcının muradı da bu değil miydi? Bugün onun muradına uygun şekilde onunla mücadele ediyorsun öyle mi?

Suriye politikasında, Türkiye hükümetinin ne kadar vebâli varsa, içerideki bu hâle razı olan bizlerin de en az onun kadar vebâli vardır.

Suriye'de yaşanan insanlık dramı kana bulandığı için idrak edilebiliyor ancak burada yaşanan dram oradakinden daha da vahim. Suriye'de insanlar en azından ne vaziyette olduklarının farkında kanla, canla onurlu mücadelelerini veriyorlar, ya biz? Biz tutsaklığı bağımsızlık, ahlâksızlığı ahlâk, imansızlığı iman, köleliği özgürlük, sahteliği hakikat sanıyor, böyle yaşıyor, bundan hiç rahatsızlık duymuyor, hissiz, ruhsuz, vicdansız bir hâlde hayat(!) sürüyoruz...

Şimdi, "dünya bir inkılâb bekliyor". Bu inkılâbı da Türkiye'den, sancağın düştüğü yerden bekliyor. Bu hakikat kendisini artık dayatmaya başlamış vaziyette. Artık bize düşen ya büyük bir bela ile ihtar olunup kapıya dayanmış İslâm İhtilâli ve İnkılâbının madde ve mânâ şartlarına mecburen ermek, ya da  başta ferd ferd, ardından bütün bir millet olarak muhasebimizi yapıp, rotamızı İslâm İstikbâline nisbetle tayin ederek kutlu menzile doğru ilerlemek zorundayız.

Allah nurunu tamamlayacaktır, kâfirler istemese de...