Kerem Alkin Kimdir?
Kerem Alkin Doçentlik unvanını Kasım 1998, Profesörlük unvanını ise Nisan 2004’te aldı. Halen, İstanbul Medipol Üniversitesi Öğretim Üyesi olarak görev yapan Alkin, Mobil Servis Sağlayıcı İş Adamları Derneği’nin (MOBİLSİAD) de Başkanlığını yürütüyor. Harp Akademileri ve Deniz Harp Okulu bünyesinde dersler veren, Genelkurmay Başkanlığı ATASE Komutanlığı SAREM biriminde Planlama ve Değerlendirme Kurul Üyesi olan Alkin’in ekonomi basınında çok sayıda dergi ve gazetede yazıları yayımlanmaktadır.  CNBC-e ve SkyTürk kanallarının kuruluşunda yer aldı, NTV’de program yaptı, Bloomberg HT’de Ekonomi Direktörlüğünü yürüttü. Referans ve Habertürk gazetelerinde yazıları yayınlandı, Kanal 24’te, Strateji 24 adlı programı hazırlayıp sunan Alkin uzun süre İstanbul Ticaret Üniversitesi İktisat Bölüm Başkanı ve sonrasında Nişantaşı Üniversitesi Rektörü olarak görev yaptı.

Dünya gerek içtimaî, gerek siyasî açıdan bir buhran yaşıyor. İktisat da buhranın yaşandığı önemli sahalardan birisi... Dünya geneli için soruyorum; bu buhranı ortaya çıkaran amiller nelerdir? Bu süreçten nasıl çıkılabilir?
Bu krizin ortaya çıkmasında siyasî ve ekonomik anlamda çok farklı gerekçeler olduğunu vurgulamak lazım. Bu gerekçelerden birisi Soğuk Savaş’ın, gerek siyaset bilimciler, gerek diğer sosyal bilimlerle uğraşanlar açısından hiç beklenmeyecek bir şekilde erken sonlanması. Sovyetler Birliği ve Doğu bloğunun dağılmasının bulunduğumuz yüzyıl içerinde gerçekleşeceği tahmin ediliyordu. 1990’ların başında Sovyetler çökünce, dünya iki kutuplu sistemden aniden tek kutuplu sisteme geçerken büyük bir bocalama yaşadı. Globalleşme denilen kavram, malın, hizmetin, bilginin vesaire dünya üzerinde serbestçe gezdirilmesini anlatır. Bu kavram vesilesiyle insanlar, yoksul bölgelerde de ekmek, ilaç ve diğer hizmet ürünlerde adaletli dağılım olacağını bekliyorlardı; lakin beklenilen olmadı. 1990’lı yıllarda sermayenin tekrar belirli noktalarda toplandığı bir durumla karşılaşıldı, bu dönemde küreselleşen finansal işlemler oldu. Uluslararası finans sistemi küreselleşmenin nimetlerinden yararlandı. Finansal sistem nimetlerden yararlansın diye dünyanın birçok yerinde ülkelerden finans sitemine yönelik düzenlemelerini yumuşatmaları adına ikna edilmeye çalışıldılar; “Uluslararası finansal işlemlerin önünü açın” “Uluslararası sermaye hareketlerine daha büyük kolaylık sağlayın” gibi ifadeler kullanıldı, ülkeler buna teşvik edilmeye çalışıldı. Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi kuruluşlar buna büyük ölçüde ön ayak oldular. 1990’lı yılların sonuna geldiğimizde, dünya siyasetinde tehlikeli bir süreç ortaya çıktı. Ekonomik kırılmanın siyasî sonuçlarını yaşıyoruz, Avrupa’daki aşırı sağcılaşma. Çok sağcı söylemlerle ABD’de seçmenin karşısına çıkan Trump’un, ABD’de seçimleri kazanmayacağı zannediliyordu. Yazdığım bütün yazılarda, çıktığım bütün programlarda ABD’nin 45. başkanının Trump çıkacağını söyledim.

Biz de global çapta yaşanan siyasî hadiselerle ekonominin bağını soracaktık…
1990’lı yılların sonlarından itibaren şu temel sıkıntı gündeme geldi; dünyadaki finansal sisteme çok fazla haklar verilmeye başlandı. Finansal işlemleri regüle eden, işlemlerin belli kurallar içerisinde gerçekleşmesini sağlayan yasal düzenlemeler aşırı yumuşatıldı. Biz buna yabancı tabir olarak “deregülasyon” diyoruz. “Regülasyon”, kuralların yoğunlaştırılması…  Deregülasyon; yapılan işlemlere bir süre sonra daha fazla göz yumulması. Bu şöyle bir sonucu beraberinde getirdi: Finansal sistemin kazandığıyla, reel sektörün aldığı kâr arasında bire yedi bir gibi bir dengesizlik oluştu. Yani finansal sistem yedi kat kâr üretirken, reel sektör bir birim kâr üretebilir hale geldi. Dolayısıyla, imalat sanayiinde, hizmetler sektöründe ve ticaretle uğraşanlarda, yaptıkları işten memnun olmama, umutsuzluk içerisine girme, eve para götürememe gibi bir süreç başladı. Bu gelişmekte olan ekonomilerle sınırlı olan bir olay değil; Avrupa da bundan etkilendi. Avrupa’da ve ABD’de reel sektörün umutsuz olduğuna şahit olmaya başladık. Ve finansal sistemin her istediğini yapabilmesi anlamına gelen, aşırı Liberal anlayış, devletin her ülkedeki finansal işlemleri kontrol etmesi ve bunu düzenleyip-yumuşattığı süreçte ABD kendini ürkütücü bir konut kredisi balonunun içerisinde buldu; balon patladı. Daha sonra da, kendimizi bütün dünyayı ciddi mânâda sarsan bir krizin içerisinde bulduk. Türkiye de büyük zorluklar yaşadı. Bu zorluklar bizi 1994 ve 2001 krizlerine getirdi. Fakat 2001 krizini yaşadıktan sonra Türkiye’de büyük bir bilinçlenme oldu. Bankacılık sektöründe ve finansal piyasalarda çok daha iyi denetleyecek-düzenleyecek kamu otoritesi olmaması halinde Türkiye’de art arda krizlerin yaşanabileceği görüldü. Biz 2001 krizinden sonra Türkiye ekonomisini yeniden yapılandırdığımız bir sürece girdik. Bu da bankacılık sektöründe yeniden yapılandırılmayı beraberinde getirdi. Reel sektörde de yeni bir anlayış oluştu. 2003-2006 arası Türkiye’de büyük bir dönüşüm yaşadık. O dönemde Türkiye’nin ortalama yıllık büyümesi Cumhuriyet tarihi rekoru sayılabilecek bir rakam olarak; yüzde 7.4’e yükseldi. O dönemde bu yüzde 7.4’lük büyümenin yarısı özel sektör yatırımlarıyla gerçekleşti, Türkiye büyük bir sıçrama göstermeye başladı. Bugün hâlâ o dönemde gerçekleştirdiğimiz sıçramanın ve yaptığımız ekonomik reformlar sayesinde daha sağlamız.

Bu reformlar kalıcı ve geleceğe dönük müydü?
Tabiî ki. Reformlar Türkiye ekonomisinin temellerini sağlamlaştırmaya yönelikti. Ancak Türkiye ekonomisi belirli bir seviyeyi yakaladıktan sonra, o zamanın reformları görevini tamamlamış oldu. Dünyadaki ekonomik koşullar değişiyor, Türkiye’de de öyle. Bu ortaya çıkan büyük değişime karşılık Türkiye’nin de yeni bir büyüme modeline geçmesi gerekiyor. Yeni reformlar yapmak gerekiyor. İçinde bulunduğumuz dönem, sürekli olarak ekonomiyi daha yüksek katma değer üretebilir hâle getirmek için, imalat sanayini ve hizmetler sektörünü daha rekabetçi yapabilmek için sürekli üzerinde çalışılması gereken bir dönem.

Neo-liberal yahut kapitalist sistem, sürekli kriz mi üretiyor? Bu krizlerin sürekli oluşundaki sebep nedir?
Akademisyenler arasında farklı iddialar söz konusu. Kapitalist sistem; bir ekonomik sistem içerisinde mal ve hizmet üretiminde kullanılan sermaye, makine, tesisat ve mülkiyetin sermaye sınıfının elinde olması, ekonomideki kararların sermaye sınıflarının ağırlıklı olarak almasıdır.  Dünyada Kapitalist sisteme alternatif olarak Sovyetler Birliği ve bir süre sonra Sovyetler’in kontrolü altına girmiş olan Doğu bloğu ülkelerinin yürüttüğü bir Komünist sistem söz konusu oldu. Fakat Komünist sistemin dayandığı ilkeler bir süre sonra bu ülkeler için ekonomi alanında bir dizi krizi beraberinde getirdi. Bu krizlerin neticesinde de 1990’ların başlarında Komünist sistem çöktü. O sebeple şu anda Kapitalist sistemin yer aldığı bir dünyanın içerisindeyiz. Ama şu anki Kapitalist sistemin de ilk gündeme gelmiş olduğu I. Sanayi Devrimi zamanındaki -1750’lerdeki-  gibi olmadığını söylemek lazım. Ne olursa olsun, toplumların demokrasi anlayışı gelişiyor, insan haklarıyla alakalı anlayışları gelişiyor, dolayısıyla da ekonomide görev yapan tarafların haklarıyla alakalı birçok gelişmeler yaşanıyor. Kapitalizmin başında asgari ücret diye bir şey yok, çalışan işçiler kendilerine ne maaş uygulanırsa onu kabullenmek durumundalar. Bugün itibariyle baktığımızda, ülkede emeğini ortaya koyan insanların, hakkının yenmemesi adına asgari ücret uygulaması var. Kapitalist sistem de zaman içerisinde, değişen insan hakları, değişen demokrasi haklarıyla birlikte kendini yapılandırmak durumunda kaldı. Bunun içerisinde devletin de, ekonomik düzeni daha etkin sağlamak adına mutlaka belli bir düzeyde olmasını isteyen Keynesçiler ve tam aksini düşünen Neo-liberaller arasında gidiş geliş var. Neo-liberallerin, “devlet bu kadar denetleyici ve düzenleyici olmamalı” dediği, buna da ekonomi aktörlerinin daha fazla ilgi gösterdiği dönemlerin sonunda, 1929-1970-1980-2008 finans krizinde olduğu gibi mutlaka netice aynı oluyor. O zaman da Keynesçiler ortaya çıkıyor ve diyor ki, “arkadaş bin kere söylüyoruz. Devletin düzenleyici ve denetleyici rolünü bu kadar azaltmamanız lazım. Eğer azaltırsanız sonu gördüğünüz gibi ya finansal kriz ya da ekonomik krizle bitiyor.” Bu belki de ta 16. yüzyıldan beri devletin ekonomide bir ağırlığı olması gerektiğini söyleyenle, tam aksini söyleyenler arasında hep bir mücadele olduğunu gözlüyoruz. 1990’larda aşırı yumuşatılan yasal düzenlemeler nedeniyle, açığa satışlar, kaldıraçlı işlemler, şu bu derken şöyle bir felaket ortaya çıktı; bugün dünyada finansal işlemlere konu olabilecek 70-80 trilyon dolar civarında bir reel varlıktan söz ediyoruz, bu varlığa karşılık olarak dünyadaki işlemler şu anda 1 kat trilyon dolara gidiyor.

Hayalî işlem değil mi?
Arkasında bir varlık yok, sunî olarak üretilmiş finansal yatırım araçları üzerinden yürüyen ve her zaman bir kriz ortaya çıkaran bir tablo ile karşı karşıyayız. Bunun mutlaka bir dengeye kavuşması gerekiyor. Dünya her yıl 70-80 trilyon dolar katma değer üretiyor ve buna karşılık dünyanın borç toplamı bu rakamın iki katına çıkmış vaziyette. Yani bir şirketten bahsediyor olsak neredeyse iflasın eşiğinde olurdu. Dünya ekonomisi iflasın eşiğinde… Bu da mutlaka önümüzdeki dönemde dünyadaki finansal sitemin yeniden yapılandırılmasını gerektiriyor.

Dünya ekonomisi iflasın eşiğinde; peki Türkiye’ye dönersek ekonomi ne durumda? 15 Temmuz hadisesi Türk ekonomisinde ne gibi tesirlere yol açtı?
15 Temmuz hain FETÖ darbe girişiminin hedeflerinden bir tanesi ülkeyi ele geçirmek ise, bir diğer isteği de Türkiye ekonomisinin dünya üzerindeki algısını çökertmekti. Şükürler olsun ki bu olmadı. Türkiye dünya ekonomisinde şampiyonlar liginde, FETÖ Türkiye’yi amatör lige çekmek istiyordu. Türkiye G-20 gibi bir ülkeler grubunun üyesi olmuş, dünya siyasetine ve dünya ekonomisine yön veren ülkeler arasına girmiştir. Türkiye 2015’te G-20’nin dönem başkanlığını yaptı, büyük bir başarıyla. Antalya’da çok önemli kararlar alınmıştı, zaten öyle tuhaf şeyler var ki; herkes düşürülen Rus uçağında FETÖ’nün parmağı olduğunu konuşuyor. Ne gariptir ki, Türkiye G-20’de çok başarılı bir ev sahipliği yaptıktan sonra, Türkiye Rus uçağını düşürmekle karşı karşıya kalıyor. Bir anda bütün kurgu değişiyor. Bence, Türkiye’ye kurulan tuzak Danıştay saldırısıyla başlamıştı, ardından Ak Parti kapatma davası, daha sonra küresel finans krizi… Türkiye küresel finans krizinin etkilerinden, yaptığı reformlarla sıyrılıyor, 2010-2011’de son derece başarılı bir ekonomik büyüme performansı ortaya koyuyor ve Türkiye’nin faiz oranları Cumhuriyet tarihinde en düşük seviyeye geliyor. Neredeyse reel faiz olarak sıfırı konuşuyorduk. Türkiye artık hiç faiz ödemeyeceği bir döneme giriyordu ki, bütün bu olayların üstüne bir anda 30 Mayıs 2013’te Gezi Parkı’nda birtakım gençlerin çadırlarının yakıldığına şahit oluyoruz. Danıştay saldırısı bunun birinci dalgasıysa, Ak Parti kapatma davası ikinci dalgası, üçüncü dalga Gezi, dördüncü dalga 17-25 Aralık, en son beşinci dalga da 15 Temmuz olmak üzere çok ürkütücü bir girdabın içerisine çekilmeye çalışıyoruz. Allah korusun 15 Temmuz’daki hain darbe girişimi başarılı olsaydı ve Türkiye ekonomisi diye bir şey kalsaydı dünyadaki algısı yerle yeksan olduğundan dolayı 50-100 sene kendimize gelemeyecektik. Türk toplumu da yaşam standartlarında çok büyük bir iyileşmenin geçtiği sürecin ardından çöküş yaşayacaktı.

Son dönemlerde kurların çok fazla yükselmesi ve ekonominin dalgalanmasının sebebi nedir?
Türkiye ekonomisinde 25-30 yıllık periyoda baktığımız zaman ara ara döviz kurlarının dalgalandığı süreçleri görüyoruz. Fakat 25 yılın sonunda Türk lirası mı vatandaşımızın tasarrufunu korumuştur, yoksa döviz mi korumuştur diye baktığımızda, Türk lirası enflasyona karşı çok daha başarılı olmuş. Dolayısıyla döviz dalgalanmalarına bakarak, dövizi tercih etmiş vatandaşlarımız mutlaka kaybetmişler. İkinci bir nokta, Amerikan Merkez Bankası’nın para politikasını değiştirme kararını almasından bu yana -2013 Mayıs yani Gezi olaylarının patlamasından bir hafta öncesi- Türkiye ile birlikte çok sayıda ülkenin gelişmekte olan ekonomisi büyük kayıplar yaşadı. Bizden daha ciddi değer kaybı yaşamış ekonomiler var; birisi Brezilya, diğeri de Rusya’nın para birimi Ruble. Türk lirası asla ve asla bu derece değer kaybı yaşayacak bir para birimi değil. Çünkü makro ekonomik göstergelerimiz Brezilya, Arjantin, Meksika, Güney Afrika, Rusya gibi ekonomilerden çok daha iyi durumda. Bir kere büyüme hikâyemiz var. Dolayısıyla bu büyüme başarısı nedeniyle de, biz pozitif olarak ayrışıyorduk. Küresel finans krizi patlak verdiğinden bu yana küresel finans krizinin etkilerini çok çabuk bertaraf edip, hiç durmadan arka arkaya büyüyen dünyadaki beş ülkeden bir tanesiyiz. Dolayısıyla 15 Temmuz hain darbe girişimi, 27 çeyrekten bu yana hiç ara vermeden pozitif büyüme trendimizi vurmaya yönelik de bir operasyondu. Bu operasyonun etkisini de üçüncü çeyrekte gördük, büyüme rakamımız ilk kez negatif olarak düştü. Bu yönüyle bakıldığı zaman, 15 Temmuz Türkiye’nin büyüme hikâyesini bitirmeye yönelik de bir şeydi. Allah’tan ki Türk halkı büyük bir kahramanlıkla bu hain darbe girişimi bertaraf etti, cumhurbaşkanımız çok büyük bir liderlik gösterdi. Fakat bütün bu çabalarımıza rağmen, Türkiye’yi 2016 yılının üçüncü çeyreğinde yüzde 1,84 küçülmekten kurtaramadık. Şimdi bütün çabamız var gücümüzle, Türk ekonomisini büyüme trendine varmasını sağlamak. Önümüzdeki süreçte Türkiye’nin önündeki süreci reforme etmek, büyüme modelindeki çalışmaları hızlandırmak ve dolayısıyla Türkiye’yi dünya ekonomisi getirmek adına bir çabamız söz konusu olacak.

Doların yükselişinde spekülatif hareketlerin tesiri var mıydı?
Olmaz olur mu, tabiî var. Bizim temel şanssızlığımız şu: Türkiye ekonomisi son 14 yılda ortaya koyduğunda günü geldiğinde 800 milyar doları aşmayı başaran bir ekonomik büyüklüğü yakalasa da, bizde günlük döviz piyasası çok derin değil. Günlük döviz piyasasındaki işlem hacmi son derece sığ. Bu nedenle eğer bir spekülatör yahut manipülatör Türkiye ekonomisinde döviz kurlarıyla oynama amacı içerisindeyse, yaklaşık 300-400 milyon dolarlık bir işlem hacmiyle çok rahatlıkla döviz kurlarında birtakım dalgalanmalara sebep olabiliyor. Bu nedenle Türkiye olarak başarmamız gereken konu, Türkiye’nin dövize bağımlılığını azaltacak tedbirler almak, bunun için de yeni bir anlayış lazım. Özel sektörde ve bilhassa kamuda yabancı para cinsinden sözleşme ve ihalelere ağırlıklı olarak son verilmesi, Türk lirasının konuşulması mühim bir noktadır. Kira sözleşmeleri, kurumlar-bireyler arasında yapılan sözleşmede yabancı paradan kaçınılması bu ve buna benzer tedbirler alınmalı. Dövize olan ihtiyacı azaltacak birtakım tedbirlere ihtiyacımız var.

Türkiye ekonomisinde şöyle bir durum var; işlem hacminin yarısından fazlası belli bir zümrenin elinde toplanmış durumda. Güç ve menfaatlerini her şeyin önünde tutan bu oligarşik zümrenin elinde bu kadar fazla ekonomik güç varken, Türkiye ekonomisinin daha dirençli bir hale gelmesi mümkün mü? Bunlar tasfiye edilmeden direnç sağlanır mı?
Dünyanın bütün ekonomilerinde bu durum mevcut, bu bir realitedir. Böyle bir sermaye grubuna topyekûn devletin aleyhine çalışıyormuş yaklaşımı da açıkçası doğru değil. Çünkü Anadolu’dan İstanbul’a bu sermayedar grubu içerisinde memleketin geleceği için hâlâ yüksek teknolojiye yönelik iş yapan çok sayıda yatırımcı ve işadamı var. Burada dikkat edilmesi gereken husus, herkesin belli bir vatanseverlik penceresi içerisinde odaklanması lazım; bunun için de bir kültür, kültürün oluşması için de ne yapılabileceğine bakmak lazım. Dünya siyasetindeki dalgalanmalardan, Türkiye’nin zarar görmemesini sağlamak için ne tür çalışmalar yapmalıyız diye çalışmalar yapmak lazım. Eğer Türkiye için bir şeyler yapacaksak, ekonomi aktörlerinin tümü bir yol haritası çıkarmalı. Ayrı ayrı durarak bu işi yapmak mümkün değil. Zihinler zaman zaman karışıyorsa, insanlar ufkunu kaybediyorsa, Türkiye’nin geleceği için herkesin aynı ufka odaklanmasını sağlayacak politikalar ve stratejiler üzerinde çalışmak çok daha doğru. Bunun için çalışmalar yapılmalı, hangi durumlarda zihinler dağılıyor diye bakılmalı.

Endüstrinin ehemmiyeti malum, yazılarınızda da bunu zaman zaman dile getiriyorsunuz. Türkiye sanayide niçin yeterince gelişemiyor ve şu anki sanayimizin mevcut durumu nedir?
Avrasya coğrafyasında, Ortaasya, Balkanlar, Ortadoğu ve Afrika’nın bütününü düşündüğümüzde, Türkiye imalat sanayiinde en iddialı ülke. Yeri geldiği zaman makine üretiminde ve havacılık sektöründe katma değeri yüksek üretim yapabiliyor. Bizim temel problemimiz stratejik sektörleri belirlemek suretiyle bu sektörlerde daha odaklanmış olarak iş yapmak konusundaki yön arayışımız. Hâlbuki bu yön arayışını çoktan tamamlamış ve hangi sektörler desteklenecek belirleyip alan kazanmış olmalıydık. Örnek vermek gerekirse bugün dünya ticaretinde ülkelerin karşısına yaklaşık 6-7 bin civarında mal ile çıkıyoruz. Güney Kore yahut Çin’e baktığımızda 18-22 bin adet mal ile çıkıyorlar. Türkiye’nin dünya ekonomisindeki iddiasını artırması, ihracata konu olan mal çeşitliliğini artırmasından geçiyor. Stratejileri buna göre oluşturmak lâzım. 4. Sanayi Devrimi dediğimiz dijitalleşme dönemi nasıl yönetilecek? Türkiye, otomotivde, inşaat malzemesinde, tekstilde ve birçok sektörde dünyanın iddialı üretim merkezlerinden birisi. Türkiye’nin ürettiği otomobillerin kalitesi, dünyanın birçok ülkesinde üretilen otomobillerden daha yüksek.

Cumhurbaşkanı Erdoğan sürekli faizlerin düşürülmesi gerektiğini söylüyor. Merkez Bankası da faiz indirimi konusunda diretiyor. Bu çerçevede enflasyon faiz-ilişkisi nasıldır?
Enflasyon-faiz ilişkisi biraz karmaşık bir ilişki; yumurta-tavuk hikâyesine benziyor. Hangisinin hangisini tetiklediği karışık… Enflasyon yüksek seyrettiğinde o enflasyonu bastırmak amacıyla gerekirse faizleri bir manivela olarak kullanıyorsun. Fakat enflasyonu dizginlemek için faizleri yükselttiğinde de ülke ekonomisine maliyet enflasyon olarak geri dönüyor ve tekrar enflasyonu besliyor. Dolayısıyla burada dikkatli olunmaması hâlinde, faiz ile enflasyon birbirini sürekli tetikleyen bir sarmala dönüşüyor. O sarmalın oluşmaması adına dikkatli olunmalı.

Mordern iktisat bilimine dair üniversitelerde işlenen derslerde anlatılan hikâye, enflasyon yükseldiğinde faizlerin artırılması gerektiği; öyleyse bu doğru bir hikâye değil…
Doğruluğu şöyle ifade edeyim; bir ekonomide enflasyonun yükselmesi demek, ekonomide mal ve hizmetlere gösterilen tüketim eğilimi olan taleple, bu talebi karşılamak amacıyla üretilen mal miktarı (arz) arasındaki dengesizlikten kaynaklanıyor. Bir ekonomide enflasyonu önlemenin yolu, arzı artırmak yahut talebi aşağıya çekmek. Arzı artırmak uzun vadeli bir iş. Kısa vadede ise talebi kısmaya yönelik tedbir alınıyor. Bunu da insanları tüketmek yerine tasarruf etmeye yönlendirerek yapabilirsin. Bunun yolu da faizleri yükseltmekten geçiyor. İnsanlar tasarrufların daha çok getiri sağlayacağını düşünerek bankalara para yatırıyor. Böyle olunca da orta ve uzun vadede ekonomiye yatırım olarak dönecek kaynağın maliyetini yükseltmiş oluyorsun. Burada da başka bir problem ortaya çıkar. Cumhurbaşkanımız da diyor ki, “enflasyonla mücadele edilirken elinizdeki tek araç faiz olmasın”. Merkez Bankası da, “ben bu yönetimi yaparken bir tek faizlerin yükseltilmesine alışmışım, biz böyle gördük” diyor.

Son olarak eklemek istediğiniz bir husus var mı?
Dünyada çok büyük bir siyasî dönüşüm ve bu dönüşümün getirdiği bir takım ekonomik sonuçlar yaşıyoruz. Atlantik cephesinde bir düşüş ve Pasifik cephesinde bir yükselme; yani ekonomi-politik düzlemde büyük bir plato değişikliği yaşanıyor. Bu değişimin merkezinde de Türkiye yer almakta. Türkiye önümüzdeki dönemde Atlantik ile mi yoksa Pasifik ile mi hareket edecek; bu konuda yapılacak tercih dünyanın ekonomik dengelerini değiştirecek kadar önemli. İki kritik ülke var, yapacakları tercih sayesinde dünya ekonomisi ve siyasetinde çok etkili olacak. Bunlardan biri Türkiye, diğeri de Hindistan. Bu sebeple iki ülke üzerinde de ciddi bir basınç söz konusu. Biz iki güç merkeziyle de aynı anda ekonomik ilişkiler yürütebiliriz.

Teşekkür ederiz.
Sağolun…

Baran Dergisi 521. Sayı