Başın başında hemen belirtelim ki; fikirsizlik fitnesi sadece Kürdistan’ın değil topyekûn Ümmet coğrafyasının içine düştüğü bir fitnedir. Yıllar öncesinden Büyük Doğu Mimarı, içine düştüğümüz bu hastalığı şu ifadelerle mahyalaştırmıştı; “Fikirsiz efendiler, fikirsiziz! Ne yola, ne madene, ne buğdaya, ne silâha muhtacız! İhtiyacımız sade fikre. Ondan da mahrumuz! Fikir olunca hepsi olur, o olmayınca da hiçbiri olmaz; bunu bile anlamıyoruz!
Bugüne kadar başımıza gelen her felâket, şahidi olduğumuz her kepazelik, sadece fikirsizliğimizden ileri gelmiştir. Bu yüzden büyüklüğümüz bize küçüklük; hıyanetler, kahramanlık; suikastler, kurtarıcılık, gibi gösterilmiştir. Bizse bütün bunları yutup hazmetmiş bulunuyoruz.
(…)
Ve bu yüzden, yüz küsur yıldan beri kendi öz memleketimizde, kendi öz memleketimizin muhaciri gibi yaşıyor, son devreler içinde de, olanca millî hakikat ve mukaddesatımızın bir paspas üstünde ve meydan ortasında resmen ve alenen ırzına geçilmesine karşı, içi boş gözler ve zekâsız suratlarla, cansız cansız bakınıyoruz. Bütün felâketimiz bu noktada... (Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü )
Bu fitnenin topyekûn hayatımıza girmesi sadece Haçlı Merkezli işgal ve darbeler ile değil, aynı zamanda demokrasi vasıtası ile ruh dünyamızda ve cemiyet hayatımızda açılan gedikler neticesi olmuştur. Demokrasi illüzyonu ile başlayan ve fert fert, kavim kavim, grup grup insanların egolarının kışkırtılması ile sürdürülen ve bitmek bilmeyen ‘sahte hürriyet’ projeleri, aynı kategorideki insanları bile birbirine düşman etmiş, bir daha yan yana gelemeyecek şekilde aralarındaki duygusal bağları koparmıştır. Standart sömürgeci ve klasik emperyalist işgal tavrı olan bu durum anlaşılsa bile, ‘demokrasi illüzyonu’ ile bir kez daha kitleler hizaya sokulmuştur, sokulmaktadır. Kendi sınırları dışında milyonlarca insanı katleden, onları açlık ve sefalete mahkûm eden, şehirlerini ve köyleri harabeleştirip yaşanmaz hale getiren, kadınlarını kızlarını fuhuş tezgâhlarına, çocuklarını organ kaçakçılarının koynuna iten ve Afrika’dan Asya’ya üç kıtayı yoksulluk ve savaşa batağına iten İngiltere ve ABD, yüzyılı aşkın bir zamandır bu topraklardadır. Ve topraklarda akan her kanın, kopan her gülün, kuruyan her ırmağın faili, suçlusu bunlardır. Bu anlaşılmadan demokrasi melaneti ve bu melanet neticesi ‘açılım teranesi’ de anlaşılamaz.
Kimse buradan açılımı önemsemediğimiz anlamı çıkarmasın. Hatta bırakın açılımın Kürde kazandıracağı şu bu hakları, biz KESİNTİSİZ HAK anlamına gelen MÜSLÜMAN kimliğimiz ile herkesi bir ve eşit görüyoruz. Ne Kürdü, ne Türkü, ne de Arabı kavminden dolayı önceliyor ya da önemsiyoruz. Ve usulde mührümüzü edebince “İslâm’a Muhatap Anlayış” diye atıyoruz. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun söyleyişiyle: “Kavim, fikrin tecelli imkânıdır; buna nisbetle de, İslâm'ın hakikatine yaklaşıldığı kadar kavim hakikati ortaya çıkar... Yâni Kürt, Türk veya Arab, ilkel bir psikoloji içinde kavmiyle kuru kuru böbürlenen değil, İslâm'ın hakikatini yaşatandır... İnsan veya kavim, bu hakikate yaklaştığı kadar azizleşir, uzaklaştıkça da süflileşir... Anlaşılıyor ki değer keyfiyettedir; şu veya bu kavme mensub olmak kimsenin kendi elinde değildir ve insan ancak kendi emeği derecesinde şereflenir... Bizim Müslüman olarak Türk, Kürt veya Arab diye hiç kimseye sadece kavminden dolayı bir dalkavukluk tavrımız yoktur ve Müslüman hangi kavimden olursa olsun, kavim üstü "ümmet" esasına nisbetle kardeşimizdir; Müslüman olmayan da düşmanımız...” (Salih Mirzabeyoğlu, Adımlar)
Peki, ‘açılım teranesi’nden kastımız ne? Ona açıklık getirelim.
İslâm coğrafyasında uzunca bir zamandır yürütülen bir imha ve yağma söz konusu. Bu imha ve yağma hali, bir plan, proje ve program dâhilinde yürütülen uluslar arası emperyalist güç odaklarının çıkarına hizmet eden örgütler, partiler, şirketler ve devletlerce yürütülen bir meseledir. Adı geçen zümreler, hiçbir zaman işgalleri ve sömürüleri altında bulunan coğrafyalar üzerinde yaşayan insanların bir araya gelmelerini, uzlaşmalarını istemezler. Bu sebeble sömürge ülkelerde ekonomik, siyasî, etnik, kültürel yapıdaki çelişkileri derinleştirmekte ve çözüm olarak elini attığı her şeyin ve her yerin bir sorun olarak yeniden dönüşmesi için çaba göstermektedirler. Bugün ‘içte ve dışta devşirilmiş, ajanlaştırılmış’ yazar-çizer, bürokrat, siyasetçi yahut silahlı örgütler vasıtası ile bunu kesintisiz sürdürmekte ve bu gaye istikametinde aynı coğrafyanın insanlarını birbirine kırdırmakta, hatta birinden taraf olup diğerinin üstüne bomba yağdırmakta hiçbir mahzur görmemektedir.
Makam, servet, iktidar hırsı ile yanıp tutuşan şahsiyet erozyonu yaşamış birçok kişilik yahut örgüt ise -bugün olduğu gibi- çok rahatlıkla ABD-İsrail çıkarları için yüzlerce Kürdü, Arabı feda edebilmektedir. İşte bu tuzağa Türkiye’de “açılım” adı altında düşüldü. Bölgede dindar Kürtler devre dışı bırakıldı. Müslüman Kürtler devre dışı bırakıldı. Ya göçe ya işkence ile “Ulusalcı Kürtler”e teslime zorlandı. Dernekler, STK’lar kendilerine çektikleri gençleri eğitim adı altında marksistleştirdi, dine imana ve vatana düşman hale getirdi. Belediyeler sağladıkları iş imkanları ve üniversite öğrencilerine verdikleri burslar bahanesi ile onları ideolojik kamplar halinde kutuplaştırıp, düşman kutuplara karşı kin ve nefretle doldurdular. Bütün bunlar hep ‘açılım teranesi’ ve ‘demokrasi melaneti’ maskesi ile yürütüldü. Şimdi ise önü alınamaz bir halk hareketine dönüştü.
Diğer taraftan ABD ve İsrail yanlısı yasadışı FETÖ örgütüne yakınlıkları sebebi ile sürgün edilenlerin yoğun bulunduğu bölgede devlet sokağı bıraktı ve aynı devlet kamu düzenini YDG-H asayiş birliklerine teslim etti. Belediyeleri ele geçiren “Ulusalcı Kürtler” dindar Kürtleri yalnızlaştırdı, ‘İŞİD’ palavrası üzerinden şeytanlaştırdı.  Son ölümlerin büyük bir kısmı bu ‘adrese teslim’ neticesi gerçekleşen cinayetlerdi. Hükümet Kemalist zihniyeti aşamadı, demokratik laik rezalet içerisinde, AB yasaları çerçevesinde Kürtlerin ve Türklerin birleşeceğini sandı ve yanıldı. Ve hala jakoben bürokrasi nedeniyledir ki; gerçekçi anlamda çözüm üretilmemektedir. Yerli ortak bir ideal etrafında bileşmenin yollarını ise ya hiç aramamakta ya da cesaret edememektedir. Bu çerçevede Ebu Müslim Horasani’nin o meşhur sözü bir kez daha yapılması gerekeni suratlara bir şamar gibi çarpmaktadır: “Onlar zararlarından emin oldukları için; dostlarını uzak tuttular. Kendilerine bağlamak ve kazanmak için de; düşmanlarını yakınlaştırdılar. Yakınlaştırılan düşman dost olmadı. Ama uzaklaştırılan dost düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince yıkılmaları mukadder oldu.” Kendilerine Müslüman Kürtleri uzak tutup düşmanlarını yakın edenler hem dostlarından oldular hem de düşmanların yüz bulmadılar. Yüz bulmadıkları gibi en sert tekmeyi de onlardan yediler. Buna rağmen hala “demokrasi demokrasi” deyip gezinenlere şaşırıyor insan. Adama demezler “demokrasi dedin eğitimin içine ettin, daha fazla demokrasi dedin ailenin içine ettin, daha fazla demokrasi dedin siyasetinde içine ettin. YAHU BİR FİKRİN OLSUN, BİR İDEOLOJİN VE GAYEN OLSUN, ONA GÖRE HAREKET ET.” O da yok… Şimdi hala kendini yakacak yangına ateş taşımakla meşgul…
Dergimizin önceki sayılarında dile getirdiğim bir husus ayniyle vâki “Meselesiz, fikirsiz, vizyonsuz ve çok uluslu güçlerin piyonu olma dışında misyon sahibi olmayan, Marksist-Leninist fikir sahibi olduğu iddiası ile piyasada görünürken emperyalizmin baş mimarı ve yürütücüsü ABD’nin uçakları eşliğinde ‘ortaçağ’ tarzı derebeylik-kanton kurmayı kendine ‘dava’ edinen ‘Kemalistleşmiş Kürtler’ topyekûn Kürt milletini önü alınamaz bir ateşin içine attı. Dört parçaya ayrılmış, parçalanmış Kürdistan’ın dört parçasına da kendi pisliklerini ve katliamlarını bulaştıran ‘Ulusalcı-Kemalistleşmiş Kürtler’ belki kısa süre sonra yok olup gidecekler. Ama tarihe Kürdistan’ın içerisine sokulmuş en büyük fitne hareketi olarak kayıtları düşecek. Ve ne Dersim ne Ağrı ne Musul katliamları, “Kemalistleşmiş Kürtler”in sebeb olacağı katliam, mevcut acılardan daha yakıcı-yıkıcı olacak. Kemalist Laik komprador Cumhuriyetçiler ile Kemalistleşmiş Kürt Ulusalcıları İslâm düşmanlığında ortaktırlar. Sürgün, katliam, işkence, faili meçhul hem Kemalist Türklerin hem de Kemalistleşmiş Kürtlerin sicilinde kayıtlıdır.
Gelinen nokta yaşanan sıkıntının da kaynağını göstermektedir. Türk için de, Kürt için de, Arap için de problem aynıdır; fikirsizlik, ideolojisizlik, meselesizlik. ‘Açılım’ adı altında Kürtlerin bir kısmı muhatap alınarak kemalistleştirildi ve diğer Kürtler yalnızlaştırılarak bu ‘Kemalistleşmiş laik Kürtlerin’ asimilasyonuna tâbi tutuldu. Ve devlet sadece bunu seyretti ve seyretmeye devam ediyor. Açılımın gayesi bölgeden Müslüman Kürt izini silmek ve İslâm’dan kopmuş/koparılmış Kürt gençliği meydana getirmekti, bunu da kısmen başardılar. Nihayetinde bunun meyvelerini 6-7 Ekim olaylarında gördük. Nasıl bir kin ve inançsızlıkla Kürt’ün değerlerine saldırdılar ve nasıl bir vahşetle katliamlara imza attılar, hep birlikte şahit olduk.
Diğer taraftan Ak Parti kadroların yetersizliği sebebiyle fikir üretme noktasında çıkmaza düşmüş ve Tayyip Erdoğan’ın yokluğundan siyaseten tıkanma noktasına gelmiştir. Eskilerin tekrarı, bürokratların zihni egzersize bile tutmadıkları ezbere bilgiler ve batılı egemenlerin dayattığı dökümler... Ak Parti söylem olarak her ne kadar İslâmî prensiplere atıf yapsa da bunların altını fiili olarak dolduramamakta. Tam da bu sebeblerden dolayı artık ‘açılım’ inandırıcılığını kaybetmekle kalmadı, içinin ‘fikri-ideolojik’ anlamda boş olduğu da aşikâr oldu.
Ortada bir kafa karışıklığı yok; sadece fikirsiz hareketlerin nasıl kaosa sebeb olduğu gerçeği yepyeni bir zamana ve mekâna kapı aralasın diye âlemin önünde sahnelenmektedir. Önceki haftalarda “oy verme” meselesinden ziyade ‘neyi istediğini bilememek’ ve ‘kendini celladına teslim etmek’ gibi içice handikapları barındıran bir seçim süreci yaşadık, malumunuz. Ancak hem seçim öncesi hem seçim sonrası ülkenin birçok yerinde olduğu gibi bölgede de çok ciddi bir fikir eksikliği; nefret, haset ve dünyevi ihtirastan, inatlaşmaktan kaynaklanan bir sapma yaşandı. Bu şu demek değildir; “oylar başka partiye verilse bu söylenmezdi.” Belki bu noktada haklılık payı olabilir ancak ideolojik anlamda bir kafa karışıklığının ortaya çıkması için de herhalde böyle bir sonuç lazımdı. Anadolu sömürüsü üzerine tezgâhını kurmuş Nişantaşı sosyetesini ve oy kullandıkları sandıklardan HDP oylarını patlatan Polis ve askeri lojmanları da sayarsak, mevzuun aslında ne kadar DERİN bir operasyon olduğu rahatlıkla görülür. Söz yine başa döndü; FİKİRSİZLİK.
ABD ve İsrail emperyalizmine –güya- karşı bir toplumun yine aynı şekilde emperyalizmin emrinde hareket eden bir örgütün, din düşmanlığı üzerinden kurguladığı bir seçim propagandasının, hem de aşikâre gerçekleştirdiği bir İslâm düşmanlığının malzemesi olması oldukça şaşırtıcı oldu. Burada şunu göz ardı etmiyoruz elbette; zulüm, işkence, köy yakma, her evden bir kızı dağa kaldırma tehditleri ve devletin yok olduğu sandık güvenliği falan filan… Bu çerçevede kendilerine, seçim sürecinde HDP’lilerce 500’ün üzerinde saldırı olduğunu ve onlarca şehit verdiklerini söyleyen Hüdapar Başkan yardımcısı Said Şahin’in sözleri oldukça mühimdir. Said Şahin yaptığı açıklamada kendilerine yapılan baskıları sebebleri ve neticeleri ile şöyle özetliyor ; “Sahadaki fiili baskı çok etkili olduğu gibi, ‘barajı aşamazsak kıyameti koparırız’ sözlü tehditleri de toplumda baskı oluşturuldu. 6-7 Ekim toplumun travma geçirmesine sebeb oldu ve toplumun hafızasındaki tazeliğini koruyordu. 6-7 Ekim’in şimdi yeniden sorgulanmaya tâbi tutulması lazım. Bence Kobani üzerinden sokakların savaş alanına çevrilmesi ve işlenen vahşi katliamlar, Kobani’ye yönelik olmakla birlikte, parti olarak girecekleri seçim için toplumsal bir dehşet yatırımıydı. Yani önce ‘kıyameti koparma’nın pratiğini yaşattılar topluma, sonra bunu barajı aşamamanın tehdidi olarak toplumun önüne koydular. Yani Kobani bahaneli vahşet aynı zamanda bir seçim yatırımı idi.”
Diğer taraftan önceki hafta İhya Der başkanı Aytaç Baran’ın şahadeti sonrası yaşananlar ve yine ABD uçaklarının ‘İŞİD’ palavrası ile TÜRKMEN köylerini, kasabalarını vurarak bölgede yaşayan içlerinde çoğunluğu Türkmen ve Araplardan oluşan binlerce kişinin ‘etnik temizlik’ mantığı ile göçe zorlanması, Allahsız ve nidüğü belirsiz vahşi sürüler halinde, uydurukça ve cahilane bir şekilde ezberledikleri ‘İşid’ saçmalıkları ile Müslüman Kürt halkına zulüm ve işkence etmeleri, vs. elbette misliyle mukabele görecektir. Aytaç Baran’ın şehadeti sonrası yaşananların HDP liderine yaşattığı panik ve telaş hali, ekranlarda ilginç görüntüler oluşturdu. Korkmakta haklıydı! Çünkü onlarca Belediye var HDP elinde ve yüzlerce dernek… Ya oralar bombalanırsa ya parti dernekleri kurşunlanırsa ya sokakta havalı havalı gözetiminde gezdikleri YPG birlikleri kurşunlanmaya başlarsa… Gitti karizma yere… Ne sandın sen? Şeyh Said Seriyyeleri, FETÖ’nün polisleri mi ki, senden emir alsın? Bölgede ABD ve İsrail yedi düveli bir araya getirmiş de onlarla baş gelemiyor, sen mi geleceksin? ‘Ulusalcı Kürtler’ bölgeyi iyi okuyamadılar ve bunun bedelini çok ağır ödeyecekler. Biz o gün sadece ‘pazarlıksız Allah ve Resulü” diyenlerden yana tavır koyacağız.
Yeri gelmişken hatırlatalım. Mütefekkir yine benzer bir hadise sebebi ile Hüdapar yetkililerini muhatap alarak şöyle demişti; “İslâm’ın hâkimiyeti, ümmetin topyekûn kurtuluşu dâvası söz konusu olduğunda, garazsız ve ivâzsız bütün mü’minler kardeştir…”
Kürtler, bilhassa ABD-İsrail ve Batı’nın erketeliğini yapan ulusalcı-laik-demokrat Sosyalist Kürtler, Irak’ın durulacağını ve bu şartlarda Suriye ve Irak’ta rahat yaşam süreceklerini sanıyorlarsa yanılıyorlar. Milyonlarca insanı yerinden yurdundan edeceksin, onların evlatlarını, çocuklarını, kundaktaki bebeklerini öldürecek, analarını gözü yaşlı bırakacak, evlerini yurtlarını, mülklerini ellerinden alacaksın ama bunlar geri döndüğünde hiçbir şey olmamış gibi davranacaksın. Hiçbir sosyolojik okuma ve siyaset tarihi böyle bir vaka kaydetmemiştir. Aksine işgalcinin çekilmesi ile birlikte, işgalci ABD ve İsrail güçleri ile birlikte hareket edenler çok ağır bir tepkiyle karşılanacak ve gözlerin görmeye tahammül edemeyeceği derecede bir hesaplaşma içerisinde kendilerini bulacaklardır. Hz. Ali’nin (r.a)  deyişiyle; “Mazlumun öç alma günü, zalimin zulmettiği günden daha korkunçtur.”
Allah tüm mü’minleri muhafaza etsin…

Baran Dergisi 440. Sayı