Nasılsınız?
(Av. Güven Yılmaz, iyi olduğunu söylüyor, Carlos’a kendisinin nasıl olduğunu soruyor.)
İyiyim. Öyle sıcak değil bugün, serin. Haftalardır devam eden o berbat hava yok; düzeliyor artık…
Bana soracağınız herhangi bir soru var mı?
(Av. Yılmaz, özel bir sorusu olmadığını; ancak, Türkiye’de son yaşanan hâdiselerden, Türkiyeli bir IŞİD militanının Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde kendisini PKK sempatizanları arasında havaya uçurmasından, birçok sempatizanı bu şekilde öldürmesinden, derken PKK’nın iki polisi öldürmesinden ve peşinden PKK’ya karşı başlayan yaygın askerî operasyonlardan haberi olup olmadığını soruyor Carlos’a.)
Ha, evet, evet. Türkiye’nin demokratik hükümeti, “teröristleri” öldürüyor! Çok iyi! (Carlos’un sesinin tonunda müstehzi bir hava seziliyor.)
Bunun hakkında konuşmamı ister misiniz?
(Av. Yılmaz, elbette konuşabileceğini söylüyor Carlos’a.)
Hayatım boyunca, Kürt davasının sempatizanı oldum ben. Kürt halkı, Suriye’de, Irak’ta, İran’da, Türkiye’de ve Azerbaycan’da, bir halk olarak tanınmayı ve millî haklarını kazanmayı hakediyor. Azerbaycan, Kürtlerin hakkını tanıyor gerçi ama Azerbaycan’daki özerk cumhuriyette de gerçekten çok az sayıda Kürt yaşıyor. Onlar orada bir azınlık sadece.
Diğer yandan, Türkiye’nin de daima destekçisi olmuşumdur ben. Birleşik, güçlü, İslâmî, azınlıkların hâmisi bir Türkiye’nin destekçisi ki, dinî azınlıklara saygı gösterilmesi de İslâmî bir gelenektir zaten. Bu benim kanaatim olduğu kadar, bir prensib meselesidir de.
Kaldı ki, I. Dünya Savaşı sırasında Venezüellalı bir albay -sonra general-, gönüllü olarak Türk ordusuna katılmış, İngiliz ve Fransız emperyalistlerine karşı savaşmıştır. Tarihî olarak bilinen bir hâdisedir bu. Ben de bir Venezüellalıyım ve ülkemin geleneğini takib ediyorum bu bakımdan.
Sonuç olarak, Türklerin; güçlü ve bağımsız bir Türkiye’nin yanındayım ben. Ama aynı zamanda, Kürtlerin haklarını elde etmesinin de taraftarıyım.
Bizimle birlikte savaşan Kürt savaşçılar vardı meselâ. Filistin Halk Kurtuluş Cebhesi döneminden, Filistin davası için savaşmaktan bahsediyorum; özellikle el-Fetin bünyesinde savaşanlardan.
Nasıl savaştıklarını gördüm ben onların. Gördüğüm en cesur savaşçılardı Kürtler, Barzanîlere bağlı peşmergeler… 1970’de -Eylül sonu olsa gerek-, Ürdün’de [İsraillilere karşı] verilmişti bu savaş ve hayatımızı kurtarmışlardı Kürtler orada…
Böyle olunca, Kürtler sözkonusu olduğunda, yaptığım yorumların beni hem şahıs olarak hem de hissî olarak ilgilendiren bir niteliği vardır. Ancak, entellektüel bir bakış açısı çerçevesinde konuşmaya çalışacağım buna rağmen.
(Carlos, Beşşar Esad’ın iktidara geldiği ânda, daha 2000 yılında telaffuz ettiği gibi, Suriye’de değişmesi gereken bir hükümet, bir rejim olduğunu; ancak terbiyeli ve çok nâzik bir genç adam olarak gördüğü ve bizzat tanıştığı, bu bakımdan çok sevdiği Beşşar Esad’ın o dönem bunu başaramadığını; ülkedeki yolsuzluğun, yozlaşmanın ve Suriye’nin kabileler arasında bölünmüşlüğünün böyle bir değişime engel olduğunu; sonunda, ABD, NATO güçleri ve modern tarihin en kötü rejimi olan Suudî Arabistan tarafından desteklenen –güya- İslâmcı bir isyanın patlak verdiğini; bu vesileyle, modern tarihin en kötü rejiminin ne İsrail, ne Nazi Almanya’sı, aksine, İngiliz sömürgecileri tarafından oraya yerleştirilen Suudî Arabistan ve ona komşu -çoğu Vahhabî- kabile rejimleri olduğunu söylüyor…
Suriye’de hâdiseler bu çizgide gelişirken, birden Irak’ın batısında Amerikan karşıtı bir isyanın patladığını söyleyen Carlos, çoğu Sünnî, Nakşibendî, sufî olan Baasçı savaşçıların öncülük ettiği ve gelecekteki Amerikan işgaline karşı hazırlıklarına daha 1991 yılı sonunda başlanan bu organizasyonun, Saddam Hüseyin ve İzzet İbrahim el-Durî’nin imzasını taşıdığını belirtiyor…
İzzet İbrahim el-Durî’nin çok saygıdeğer bir insan olduğunu ifâde eden Carlos, babasını da ilk kez 1975’te gördüğü bu insanın, Baas liderleri arasında içki içmeyen, kız peşinde koşturmayan –hatırladığı- tek insan olduğunu vurguluyor…
Nihayetinde, ABD’li işgalcileri ve müttefiklerini yıllar süren ve -çoğu Iraklı- yüzbinlerce insanın öldüğü bir savaşla mağlubiyete uğratmayı başaran bu insanların, bir yandan da o dönem Irak’ta marjinal bir pozisyonda olan Zerkavî ve İslâmcı cebheyle görüşmeler yaptığını söyleyen Carlos, sözkonusu marjinal grubların çoğunlukla iyi insanlar olduğunu; ne var ki farkında olmadan manipüle edildiklerini; merhum Zerkavî kimsenin ajanı olmayan iyi bir adam olmakla beraber, Amerikalılara karşı gerçekten savaşanların Baasçı olduklarını hiç kimsenin telaffuz etmediği bir propagandanın bugün yürütüldüğünü; bu arada zamanın geçtiğini ve bir kısmı kendisinden yaşlı bir kısmı biraz genç olan bu eski Irak ordusu subaylarının yaşlandığını; yerlerine ise, İslâm bayrağı etrafında halkalanan genç bir neslin geldiğini ve dünyanın her tarafından binlerce gencin de kendilerine katıldığını; fakat bu gençlerin arasına bazı düşman ajanlarının sızdığını; zaten IŞİD’in de kendi saflarındaki bazı yabancı savaşçıları düzenli olarak infaz ettiğini; lâkin bunların savaşçı falan değil düşman ajanı olduğunu; para ve silâhın kendilerine Suudî Arabistan ve Ürdün yolundan geldiğini; sonuç itibariyle, orada karmaşık bir durumun hüküm sürdüğünü ifâde ediyor…
ABD’nin bu bölgede, yâni Irak’ın batısıyla Suriye’nin doğusunda böyle bir İslâmcı devletin mevcudiyetini arzu ettiğini; bunu da Hizbullah’a askerî yardım sevkiyatını engellemek için, yâni kesinlikle Tahran ve Beyrut arasındaki hattı kesmek için istediğini; zira, Ortadoğu’daki antisiyonist mücadelenin –fiilî- öncüsünün Hizbullah olduğunu; Arab dünyasındaki hiçbir hükümetin İsrail’le savaşmadığını; Suriye’nin bile kendine göre bir anlayışının mevcud olduğunu ve ancak İsrail kendilerine saldırırsa karşılık verdiğini; -Cezayir Devlet Başkanı Buteflika ve selefi dolayısıyla- Cezayir dışındaki tüm diğerlerinin ise İsrail’le alıp veremedikleri herhangi bir mevzularının olmadığını ekliyor…
PKK’nın tarihî lideri Öcalan’ın, kendisi, Ebû Nidal, Eymen el-Zevahirî, İmad Mugniye ve Usame bin Ladin’le aynı problemi yaşadığını söyleyen Carlos; bu saydıklarının hepsinin, ABD’nin direktifi doğrultusunda CIA tarafından takibata uğratıldığını, sürüldüğünü ve ABD’nin korktuğu bu kişilerin şimdi çoğunun öldüğünü, kendisinin ise “yaşayan bir şehid” olarak hâlâ hayatta olduğunu belirtiyor…
Suriye’yi terketmek zorunda kaldıktan sonra Abdullah Öcalan’ın aynı şeyleri yaşadığını; Suriye’den sonra gittiği Yunanistan’da, İbda Hareketi dahil –“şahsen tanımadığım bu insanları siz daha iyi bilirsiniz” diyor- Türkiye’nin diğer tüm muhaliflerine normal olarak siyasî sığınma hakkı tanınırken, Öcalan’a bunun tanınmadığını ve ABD’nin verdiği emirler dolayısıyla Kenya’ya gitmek zorunda kaldığını söyleyen Carlos, Öcalan’ın ne demeye Kenya’ya gitmek zorunda bırakıldığını, ona oraya gitmesinin niçin söylendiğini soruyor…
O bölgenin jeopolitiğini bilen bir insanın Kenya’ya gitmeyeceğini, ne var ki bu kadarını bilmeyen Öcalan’ın Kenya’ya götürüldüğünü ve orada da ihanete uğratıldığını vurguluyor…
Zaten Sudan’dayken kendisine de Sudanlı bir generalin, ortadan bir süre kaybolması için birkaç haftalığına Hartum’dan Kenya’ya gitmesini, sonra tekrar Sudan’a geri dönebileceğini söylediğini belirten Carlos, ne var ki, daha 1970’lerde Kenya’da birtakım çalışmalar yürütmüş oldukları için Kenya’nın nasıl büyük bir tuzak olduğunu bildiğini; bu yüzden, “sana bir bilet verelim de Kenya’ya git gel; hiç problem çıkmaz!” diyen generale, “zahmete gerek yok; bana doğrudan Tel Aviv’e bir bilet bulmaya çalışın, bu daha az yorucu olur!” dediğini; hazırladıkları tuzağı farkettiğini bu yolla kendilerine hissettirdiğini belirtiyor…
Bu tuzağa düşen Abdullah Öcalan’ın ise şimdi cezaevinde olduğunu ve Türkiye’deki Kürtlerin davasını artık savaşın olmayacağı barışçı bir yolla savunmaya çalıştığını söyleyen Carlos, ölen hiçbir Türk askerinin Kürt halkının düşmanı olmadığını, sadece bir kurban olduğunu; aynı şekilde, ölen her Kürt savaşçısının da gerçekte Türkiye’nin bir kaybı olduğunu; bu çatışmaların artık durdurulması ve Türkiye’de gelişen İslâmcı rejimin de Kürtler dahil herkesin hakkını tanıması gerektiğini ifâde ediyor…
Öcalan ve PKK’lılar dahil olmak üzere, Türkiye’ye karşı geçmişte silâhlı mücadele yürütmüş tüm grubların artık silâh bıraktıklarına dair bir anlaşma imzalar imzalamaz serbest bırakılmaları ve artık siyasî mücadeleye kanalize edilmeleri gerektiğini; “Gönüldaş Erdoğan”ın, bunu yaptığı takdirde, çatışmaları sonlandırmış bir cumhurbaşkanı olarak bütün geçmiş cumhurbaşkanlarından çok daha güçlü olacağını; Amerikan emperyalistlerinin istihbarat servislerinin sızmasını temsil eden ve Türkiye’deki rejime de büyük zarar vermiş olan Gülen hareketine karşı artık kazanmakta olduğu mücadeleyi vermekle çok iyi yaptığını; sadece bu mücadelesinin bile “Gönüldaş Erdoğan”ın, adamlarının ve destekçilerinin iyi insanlar, iyi müslümanlar, hakiki müslümanlar olduğunu ve münafık olmadıklarını isbat ettiğini; hernekadar kendisiyle ideolojik ve politik bakımdan birçok noktada farklı olmasına rağmen, sol kanat ve dinî unsurların da etrafında buluşabileceği bazı politikaların sahibi bulunduğunu ekliyor…
Türkiye’nin ne demeye Suriye’ye yönelik saldırılara iştirak ettiğini soran Carlos, Suriye’deki müslüman olsun olmasın tüm azınlıkların haklarının eşit olarak tanınması ve saygı görmesi gerektiğini; iyi cihadçılar çoğunlukla rol oynuyor olsa da, emperyalist güçlerin desteğiyle başlatılmış bir savaşa Türkiye’nin de katılmasının yanlış olduğunu; kaldı ki, sözkonusu dürüst savaşçıların da bu savaş bahanesiyle NATO ve müttefiklerinin gerçekleştirdiği bombardımanlarda mütemadiyen katlediğini; bunun da acayib olduğunu; gerçek cihadçıların lider tabakasının böylece yok edilmesinden sonra gelecek yeni liderler arasında düşman ajanlarının da bulunacağını ve bu yolla bölgedeki cihadçı hareketleri kontrol edebileceklerini ifâde ediyor...
Tekrar Türkiye’ye dönen Carlos, Suruç’taki –PKK çizgisindeki Kürtlerin IŞİD’in nüfuz alanındaki bölgelerde ilerleyişine misilleme olarak gerçekleştirilen- IŞİD eyleminde çok sayıda masum Kürdün öldürülmesinin hemen ardından iki polisin PKK tarafından öldürülmesini –şayet sözkonusu eylemde rolleri varsa- anlayabileceğini; ancak bu polislerin öldürülmesinin PKK tarafından açıkça üstlenilmesine ise anlam veremediğini; çünkü bunun Türkiye Cumhuriyeti’ne, Türkiye Hükümeti’ne karşı savaş ilân etmek demek olduğunu; böyle bir üstlenme açıklaması yapmanın ya tam bir aptallık yahut Kürt davasına ihanet edici bir düşman ajanlığı olduğunu; hem Türkiye’nin hem de gelecekteki Kürdistan Cumhuriyeti’nin düşmanlarına hizmet etmek olduğunu; bu açıklama yüzünden bugün Sabetayistler yahud Sabetayistlerle bağlantılı kişilerce yönlendirilen Türkiye ordusunun kara ve hava kuvvetlerini kullanarak Kürtlere yönelik ağır operasyonlar başlattığını; bu açıdan, savaşı provoke edenin ve Türkiye’nin cevab vermesine gerekçe sunanın PKK tarafı olduğunu; bunun da sadece ABD emperyalistlerinin ve İsrail’in çıkarına olduğunu; ne Türkiye’nin, ne Erdoğan’ın, ne Öcalan’ın, ne Kürtlerin, ne solcu devrimcilerin, ne vatansever Kemalistlerin, hainler dışında kimsenin çıkarına olmadığını vurguluyor ve “orada neler oluyor?” diye soruyor…
Bu süreçte, Barzanîlerle irtibatlı olan İsrail’in de Irak’ın kuzeyinde, Kürdistan coğrafyasında Mossad üsleri kurmaya devam ettiğini; yavaş yavaş Irak’a doğru ilerleyen Kürt güçlerinin ise Türk hava kuvvetlerinin bombardımanı altında etkisizleştirildiğini; buna da PKK’nın Türkiye Hükümeti’ne karşı ilân ettiği savaşın yol açtığını kızgın bir ses tonuyla ekliyor…
Yaptığı tahlillerde kendisine yardımcı olan mücadele tecrübesine sahib hayatta fazla kimse kalmamış olsa bile, bunları farketmek için dâhi olmak gerekmediğini söyleyen Carlos, Türkiye’de yaşananların çok üzücü olduğunu, sırf bu yüzden her iki taraftan binlerce masum insanın, militan veya güvenlik görevlisi sayısız insanın ölebileceğini; bu yapılanların İslâm, Arab, Türk, Kürt, Hıristiyan, Alevî, Dürzî düşmanlarına hareket alanı açtığını vurguluyor…
Türkiye’nin gerçekleştirdiği operasyonlara bahane göstermek istemediğini belirten Carlos, “peki resmî olarak kim başlattı bunu?” diye soruyor ve emperyalistlerin ve siyonistlerin çıkarına olarak savaş ilân eden PKK’yı bu bakımdan suçluyor ve tekbir getirerek konuşmasını sonlandırıyor…
Telefonu kapatmadan önce, Kumandan Mirzabeyoğlu’na çok selâm söylüyor ve O’nun Türkiye’de oynaması gereken siyasî bir rol bulunduğunu; Türkiye’deki hükümetle birlikte davranarak, hâlâ nüfuzlu olan Sabetayistlere ve Gülencilere karşı böyle bir rol oynaması arzusunu özellikle vurguluyor…)
 
Baran Dergisi 449. Sayı