Bizdeki devlet geleneğinde devlet, insan için vardır. Devletin yaşaması ve büyük olması için Şeyh Edebali ne diyor: “Ey oğul, insanını yaşat ki devlet yaşasın”. Bizde her insan ayrı bir dünyadır. Ve herkes birbirinden farklıdır. Nasıl ki hiç kimsenin parmak izi birbirini tutmazsa herkesin mizaç ve kişilik yapıları da ayrı ayrıdır.

Bizde devletin görevi insanların fıtrî yapılarını korumak ve onlara yaşanmaya değer bir hayat sunmaktır. Batılı devletlerde ise insanları yoksullaştırıp şiddet uygulayarak insanları edilgen hale getirdiler. İnsanları organik olmaktan çıkardılar.

İnsanlar orada kendi hayatlarının bile öznesi değiller. Önce bu şiddet ve yoksullaştırma işini aleni, daha sonra da örtükleştirerek rasyonelleştirdiler. Yani demokratikleştirdiler. Egemenleri ve düzeni halkın gözlerinde meşru hale getirdiler.

Bugün 380 milyon nüfuslu ABD’de 160 milyon evsiz barksız, sokaklarda yaşamaya çalışan insan var. Çağını aşıp kendi çağını kuran, fikrî temellerini atan büyük mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, Batı için şu benzetmeyi yapıyor: 

“Mutlak Bilgi yerine genel bilgilerden hareketle kurulmuş olan bir sistemin mânâsı, malum benzetmeyle, ‘insana göre elbise yerine, insanı elbiseye uydurma’ çabasıdır.” (Bütün Fikrin Gerekliliği)
Sömürgeci vahşi Batı’daki derebeylik, krallık ve cumhuriyetlerde kaba ya da açıkça görülebilir yöntem ve araçlarla halka şiddet işletilmeye başlanmıştır.

20. yüzyılda ise vahşi kapitalizmin en gelişmiş hali olan “demokrasi”lerde göreli yoksullaştırıma geçilmeye başlandığında, daha ince, daha rafine yöntemler uygulanmaya başlanmıştır. Bu iş öylesine rafineleşmiştir ki, sanayileşmiş ülkelerin büyük şehirlerindeki otobüslerle aynı koltukta ve yan yana oturan insanlar, şehrin bir ucundan ötekine birbirleriyle hiç konuşmadan gidecek kadar yalnızlaştırılmışlardır. Otobüsler, şehrin atomize edilmiş kalabalıklarının yalnızlaştırılmış insanlarına başkalarından korkmayı, onlara kayıtsız kalmayı öğretir.

“Demokratik” sistemlerde hem üretici güç, hem de tüketici olarak istihdam ettiği insan, gitgide daha irrasyonelleşmektedir. Dahası “eblehleştirilmektedir”. Sistem karşısında güçsüzleşen, hayattaki olguları bir sürecin bütünlüğü içinde idrak etmekten alıkonulan insan, bilgilenme, bellek oluşturma, realitenin aslını irdeleme ve idrak edebilme kabiliyetini yitirmeye başlamıştır. “Eblehleşme” şapşallaşma buradan kaynaklanmaktadır.

Realite karşısında bu zihinsel gerileme ve güçsüzleşme, insanın diğer insanlar karşısında da korku duymasına, mutluluğa giden yolda onları kendisinin hasımları olarak görmesine neden olmaktadır. Şiddet, böylelikle yaşanan hayat tarzının dokusuna sindirilmeye başlanmıştır. Ve şiddet egemen bireyin bağımlı bireye uyguladığı eski zamanların basit şiddeti değil, artık sistemin uyguladığı yeni bir şiddettir.

Ayrıca tüketimde geri kalmamak, mutlu olmanın, başarılı olmanın dışa vurulabilir en etkin kodlama sistemi haline getirildikçe, tüketim, kültürel boyutları, insanın gereksinmelerinin karşılanması ile ilgili boyutundan çok daha ağır basan yeni bir işlev kazanmıştır. Tüketimin anlamının bu yeni içeriklerle genişlemesi, mutluluğun ve başarının yanlış bir kritere dayandırılması anlamına gelmektedir.

Sonuçta durmadan çalışmak, durmadan yarışmak, benzer konumdaki yakın insanlara karşı husumet duymak gibi yeni yeni olgular, insanın insandan uzaklaşmasına; bu çalışma ve yarışma ortamında kendisine karşı bile acımasızlaşmasına, temel-doğal doyumlarını bile çalışma başarısına göre ertelemesine, kendisinin dışında herkesi bir hasım ya da düşman “kitle”si olarak görmesine yol açmaktadır.

Toplumsal yapı sindirilmiş şiddetle yapılandırıldığında, bu realite içinde bunalan modern dönemin “sıradan insanı”, kurtuluşu bir süre sonra açık baskıcı yöntemlerle çalışacak bir toplumsal yönetimin hazır destekçisi olmakta görmeye başlamaktadır. Bugün Avrupa’da faşist partilerin rağbet görmesi gibi…

Toplumsal düzenin olumlanmasına yönelik kitle kültür ve normları eğitim kurumlarına dönüştürülen hapishanelerle, suçlulara benimsetilmekte, var olan sisteme başkaldıranlar yok edilmek yerine, bu eğitimle biçimlendirilmiş ruhlarındaki hapishaneye kapatılmaktadır. 20. yüzyılda bulunan bu sisteme uyumlandırma yöntemi sonraları daha da rafineleştirilmiştir. 19. yüzyılda toplumsal düzenin yeniden üretilmesine ters düşecek düşüncelerin ve eylemlerin açık baskıcı yöntemlerle önlendiği; normları ihlal edenlerin fiziksel olarak ortadan kaldırıldığı görülürken, daha sonraları bu, “maskelenmiş baskı ve şiddet”e dönüşmüştür.

Günümüze yaklaştıkça, kitle basını, kitle kültürü ürünleri ve modern bilinç endüstrisi teknolojisindeki gelişmelerle, hükmün infazı öncesinde tutuklunun muhafaza edildiği hapishaneden, “eğitici hapishaneye” geçiş süreci, bir “total kuruma” dönüşmeye başlamıştır.

Modern toplumsal sistemlerin yaşanan realiteyi alternatifsiz bir gerçeklik olarak gösteren olumlamacı kültür ortamlarının bu işte görevlendirilmesine kadar gelip dayanmıştır.

Sömürgeci Batı’nın kurduğu bütün düzenler (yönetim biçimleri) derebeylikten, krallığa, oradan cumhuriyete ve demokrasiye kadar hepsi de baskıcı, sömürgeci kendi halkını soyan barbar rejimlerdir. Eski Batı ile yeni Batı arasındaki fark, eskiden kazın tüylerini yolarken bağırtarak soyuyorlardı, bugün ise önce kazı uyuşturup sonra bağırtmadan tüylerini yolmanın usulünü bulmuş olmalarıdır. Yoksa eskiden derebeyliklerde de insanları kaz gibi yoluyorlardı, bugün demokrasilerde de insanları kaz gibi yoluyorlar. Tek fark bugün kitle ve popüler kültür vasıtasıyla insanları önce cahilleştirip sonra uyuşturarak soyuyor olmalarıdır. Sömürgecilik ve emperyalizm Batı’nın yamyam uygarlığının eseridir.

Düzeni olumlamacı kültür ortamının gazetelerindeki giderek ağırlık kazanan magazin söylemi, değişmez bir dünya ve hayat tasviri sunmaktadır. Sistem karşısında kendi güçsüzleşmesinin ve hiçleştirilmesinin ezikliğini yaşayan kitleselleştirilmiş “sıradan insanlar” medyadaki şiddet gösterimlerinin gönüllü tüketicisi olmaktadır. Medyanın şiddet gösterimi, kimi sosyal bilimcilerin savunduğu gibi düzeni sağlamanın çok ötesinde, bu insanların başkaları üzerinde şiddet uygulamalarını da, başkaları tarafından kendilerinin üzerinde şiddet uygulanmasını da meşru görme eğilimi edinmelerine neden olmaktadır.

Bu insanların toplumsal realite karşısında duydukları husumet, çeşitli doyumsuzluklar, bilginin amortisman süresinin kısalması, açık ve gizli işsizlik, yoğunlaşan yarışma ahlâkının yorucu ve yıpratıcı etkileri ile belirli bir noktaya geldiğinde, dışa vurulması için bir “mahreç” bulunmasını gerektirmektedir.

Bulunabilen mahreç ise realiteye duyulan husumetin dışa vurulmasındaki rasyonalizasyon süreçleri içinde, “sıradan insanın” gücünün yetebileceği, kendisine yakın konumdaki diğer “sıradan insanlar” olmaktadır. Bu durum ise küçük insanların sistem karşısında daha da yalnızlaşmalarından başka bir sonuç vermemektedir. “Sıradan insanların” hayatında şiddet daha da artmakta ve sonuçta “sıradan insanlar” güvenlikli bir hayat için baskıcı siyasal reçeteler sunan hareketlerin taraftarlarına dönüşmektedir.

Organik bir muhalefetin oluşumunun özenle önlendiği modern toplumsal sistemlerde, şiddetin rafine biçimlerinden biri de modern “kitle toplumu” insanının birey olmaktan alıkonulup başat kültürün içindeki “kişi” kimliğiyle yaşarken duyduğu örselenmişliği, öfkesini dışa vurması için ona sistemin gözetimi altında sunulan yapay negativite ortamlarıdır. Hafta sonlarında ve şehirlerin “dezenfekte” edilmiş, etraftan ayrılmış bölümlerinde oluşturulan bu alt kültür odacıklarında yaşarken, “sıradan insanların” bulabildikleri ise, yabancılaşmış insan ya da kişi olma durumlarından azad olabilme değil; örselenmiş kişiliklerini ayıplayan, suçlayan, yasaklayan aynı toplumda hafta sonlarında serbestçe yaşayabilme izni alabilmektedir. Başka bir anlatımla, bu yapay negative ortamları, “sıradan insanların” biraz nefes alıp, pazartesi gününden itibaren, modern toplumsal sistemlerin değişim değerini, Pazar kurumunu ve hiyerarşik ilişkileri temel alan esas hayat alanlarına yeniden girebilmelerini kolaylaştırmaya, yabancılaşmanın fark edilmesini ertelemeye yaramaktadır.

Osmanlı İmparatorluğu dünyanın hakim gücü olma özelliğini yitirdikten sonra dünya devamlı çalkantı ve buhranlar yaşadı. İnsanlık huzur diye bir şey görmedi. Bütün insanlık, Batı’nın zulmü altında inim inim inledi.

Salih Mirzabeyoğlu’nun tespitiyle, “Batı’nın hakim olduğu ve Batı fikir ve yaşayışının ulaştığı her yer Batı’dır.” doğrusunu “asıl”ın soyluluğu ve “taklit” adiliğini de değerlendirerek kabul edersek, bu çelişmeler ve bütünleyememeler ortasında, fertten devlete uzanan çizgide dünya buhranının sebebini fikir ve yön olarak işaretlemiş oluruz; yani Batı”

Modern “demokratik”leştirilmiş yani “köleleştirilmiş” toplumlarda işin benimsenmesi, işten alınan ücretin sağlayabileceği şeylerin sayesinde olabilmektedir. Bu ise tüketim ideolojisinin, niçin yalnızca meta satmak için değil, metalaşmış insan ilişkilerini metalaşmış insanlara satabilmek için de temel bir zorunluluk haline geldiğini kavrayabilmemiz adına önem taşıyan yeni bir olgudur. Kısacası insanın kendisi de alınıp satılan meta haline dönüştürülmüştür. Yaşanan reel hayatın meydana getirdiği güvensizlik, kuşku ve ürküntülerin oluşturduğu halk kitlelerinin büyük acısına karşın, anlık bir rahatlama -teskin edici bir narkotik- sağlama amacına yönelmektedir. Batı uygarlığının, insanları mutlu etme diye bir derdi yoktur.

İlk önce zihinleri işgal ederek işe başlayan Batı emperyalizmi, Türkiye münevverlerinin önemli bir kısmını, özellikle de “sol” münevverleri, ultra seçkinci hatta oryantalist birer Batı ajanı gibi kendi halkına düşman, emperyalistlere dost kılmıştır. Öte yandan İslâmcı aydın diye kendini tanımlayanlardan bir kısmı ise Batı formlarıyla İslâmcılık yaparak, karşı olduklarına hizmet etmişlerdir.


Baran Dergisi 650. Sayı