Dünyada Batı ile İslâm’ın savaşı kızışırken her iki tarafın silahlarını ve durumunu tahlil edelim. Psikolojik güç, ilmî güç, askerî güç, ekonomik güç, medya gücü vs. konularını ele alarak güç dengelerini tartalım ve savaşın gidişatı hakkında karar sahibi olalım.
Kavgada psikolojik üstünlük çok önemli… Öyle ki, bazı teknik zayıflıklara rağmen moral üstünlük galip gelmeyi sağlayabilir. Hak olsun, batıl olsun insanın davasına inanması gerekiyor. Müslümanların Batı ile savaşında bu mevzu mühim. Ve Necip Fazıl, Batı karşısında yaşadığı yenilgileri tersine çevirmek için İslâm âleminin kendine güvenini tekrar sağlayıp psikolojik üstünlüğü kazandıracak dünya görüşünü ortaya koymak suretiyle İslâmcı mücadelenin sistemli başlatıcısı olmuştur. Bu mevzu sathî olarak değil, derinden idrak edilmeli ki, kafa karışıklıklarına ve temel yanlışlara düşülmesin.
İnsanı eşya ve hadiseler zemininde yürütecek motive edici fikir şart. İslâm’ın doğru yol anlayışına sımsıkı bağlı ve çağımızın sapkın fikir cereyanlarını dışta bırakmış her örgüsü tezatsız “İslâm’a muhatap anlayış”tan bahsediyoruz. Batının sistemli taarruzuna karşı bizi koruyacak sistemli fikirler manzumesi gerek.
En iyi savunma taarruzdur, denilir. Batıya karşı savunma psikolojisinden çıkıp, onu muhasebe ederek fikirde taarruzu başlatan Büyük Doğu Mimarı Necip Fazıl olmuştur. Fiilde ise şöyle bir tesbitte bulunabiliriz: Artık Müslümanlar savaşı kendi ülkelerinde kabul etmiyor, düşmanı kendi ülkelerinde de vuruyor. Amerika Amerika’da, Rusya Rusya’da, İngiltere İngiltere’de vuruluyor. Simetrik savaşta (ister konvansiyonel, ister nükleer olsun) orantısız üstünlüğe sahip olan Amerika ve Batı’ya karşı Müslüman güçlerin asimetrik savaşı benimsemesi tabiidir. “Harb hiledir” Hadisi de malum. Düşmanın hava üstünlüğüne karşın, canlı bomba ile karşılık vermek gibi... Şehadet eylemlerinin düşmanı çaresiz ve korku içinde bıraktığı da malumdur. Örgütlerin niteliği ve sivil kayıpları gibi meseleler başka bir konudur. Biz, güçler dengesini tartmaya çalışıyor ve savaşın seyrini konuşuyoruz; tabii ki aynı zamanda istikbalimizi gözlüyoruz.
Batı’da yeni bir şey yok, eskinin gücüyle işi idare ediyor. Fikir, ilim ve sanatta Batı hâlâ liderliğini sürdürse bile yeni bir şey üretmiyor. Artık Batı ihtiyarladı ve yolun sonuna geldi. Asya yükselen güç oluyor, dünyanın ekonomik ve siyasî güç dengesi Doğu lehine değişiyor. Amerika’nın askerî gücü sürse bile gittikçe zayıflıyor. Tek kutuplu dünya düzeninden birçok bölgesel güç merkezli bir dünyaya gidiliyor. Rusya bundan faydalanıp nüfuz alanını genişletmeye bakıyor. Anlaşılan meydan boş…
Yeri gelmişken şu noktayı da ifade edelim: İslâm’ı dar aklının kalıplarına sığdıran selefî-haricî zihniyetli İŞİD (DAEŞ) gibi örgütler, Batı’ya nefret ve tepkide haklılar ama bir medeniyet tasavvurları yok. Şiîliğin ise İslâmî zuhurun önünü kesme çabasında olduğunu söyleyelim. Zaten tarih boyunca da yaptığı budur. Amerika ve Rusya, Şiîlik ve Selefîlik gibi yapılanmaları himaye ediyor, zahiren çatışsa bile onları gerçek İslâm çizgisi demek olan Ehli Sünnet’e karşı destekliyor. En son Suriye’de görüldüğü gibi... Ve asıl korkuları Osmanlı bakiyesi Türkiye’nin ayağa kalkması, Üstad’ın ifadelendirdiği, “dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, öcünün davacısı bir gençlik…” zuhur etmesidir.
Düşman zayıf, biz zayıf!.. Peki, zayıflar savaşını kim kazanacak? Düşmanın zayıflığı çöküşe geçmiş bir süper gücü temsil ederken, bizim zayıflığımız yeni olmanın verdiği acemilikle ve güçsüzlükle ilişkili. Tarihin akışı ile değerlendirirsek gelenin ve gidenin hangisi olacağı belli. Ve Müslümanlar bu devirde buna sadece memur değil, mecbur hatta mahkûmdur. Dünya şartları bizi buna zorluyor.
Müslümana en yakışmayan şey ise ümitsizliktir. Çünkü dünyaya sunulacak yaşanmaya değer hayat teklifi vardır; bu ise Batı’nın hayat tarzı değil, İslâm’ın hayat tarzıdır. Hem ruhî ve ahlâkî, hem siyasî ve hukukî, hem ekonomik ve paylaşım olarak Batı’ya nazaran birçok üstün vasıflar taşımaktadır. Bunu bilip de ümitsiz ve aksiyonsuz kalmak ve hâlâ Batıcı sistemin enkazı altında yaşamak Müslümanın kabul edeceği bir hâl değildir.
Sosyoloji ile destekli bir psikolojik parantez açalım: Dünyanın geldiği noktada İslâm’ın bir uyanış ve silkiniş içinde olduğunu ve Batı ile hesaplaşmaya girdiğini görmekteyiz. Esasen dünyanın İslâm’dan başka bir alternatifinin kalmadığını da belirtelim. Düşmanlar tarafından bu durum çok iyi görülür ve önleyici tedbirler alınırken, dostlar mevzuya daha yeni yeni dâhil olmakta ve içlerindeki işbirlikçilerle ve sorunlarla boğuşmakta. Fakat “İstikbâl İslâm’ındır” tezi karanlık ufukları aydınlatan tek çıkış kapısı olarak parlamaktadır. Bunun “niçin”ini izah ederken, “nasıl”ını da gösteren sistemli fikir hareketi ile ancak İslâm’ın iktidarının olacağı, dünyadaki sömürü sistemine dur denilebileceğini tekrardan ifade edelim. Çünkü insanların benimseyeceği bir şey ortaya koymalı.
İslâm tarihi kahramanlarla doludur, Batı’da ise kahraman bulmakta zorluk çekilir; Robin Hood’da olduğu gibi hırsızdan kahraman çıkarılır. Fakat İslâm’ın aşk ve vecdini kaybetmesiyle birlikte son asırda kahraman sayısı azalmıştır. Üstad’ın Kumandan’a söylediği “bomboş devirdeyiz!” tesbitinde olduğu gibi. Kumandan Mirzabeyoğlu’nun BARAN’da tefrika edilen “Ölüm Odası”nda bu tesbitin yorumu “Fırsat ve Fetih Devri” olarak geçiyor. Zayıflığımızın kuvvete dönmesi olarak anlıyoruz bunu… Müslümanlar arasındaki birlik ise, ancak etrafında birlik sağlanacak fikirle olur, kuru temenni ile olmaz. Bu açıdan, “Başyücelik Devleti” ideali birleşmenin manivelası, birlikte gerçekleştirilecek müşahhas hedef olarak görülmelidir. Elbirlik edeceğimiz bir hedef olacak ki, birleşme gerçekleşsin. Zaten Tatbik Fikri olmadan tatbike dair hareketler de bir mânâ ifade etmez, edemez.
Batı XV. yy’dan itibaren Rönesans ve Reform hareketleriyle birlikte ideolojisini oluşturmuş, eşya ve hadiseleri teshir etmiştir. Fakat mekanik kâinat tasavvuru sömürgeleşmeye dönmüş ve yeni bir fikir geliştiremeyen Batı, kendi buhranı ile birlikte dünyayı buhrana süreklemiştir. XV ve XVI. asra kadar dünyaya bir nizam ve adalet veren İslâm, kaybettiği bayrağı kaybettiği yerde bularak tekrar rolünü icra edecektir; biz buna inanıyoruz. Türkiye’de şiddetlenen Batıcı-İslâmcı kavgası bunun son raundu olacaktır. Türkiye’de sol ağırlıklı muhalefetin iktidar şansı olmayıp Batıcı çizgide yalpalarken, iktidardaki Müslüman tabanlı partinin ise Batıcı rejimi toptan değiştirecek kadroları yok. İki tarafın zayıflığı uzayan çekişmelerde görülmektedir. Fakat denge âmili BD-İBDA var…
Geçmiş devirlerden farklı olarak, çağımızda savaşın bir hususiyeti var; “Topyekûn savaş” devrindeyiz. Artık askerî, siyasî, ilmî, ekonomik, kültürel, sanat ve medya vs. tüm unsurlarla savaşa giriliyor. Belki de askerî seçenek en son kullanılıyor. Her türlü silahla mücadelenin birçok cephede sürdürülmesi söz konusu… Eşya ve hadiselerin çağımızda hiç olmadığı kadar giriftliği ve birbirleriyle sıkı ilişkisi savaşa topyekûnlük karakteri veriyor. Ve bu topyekûnlük karakterine uygun olarak hem giriftliği çözecek hem unsurların birbirleriyle sıkı ilişkisini sağlayacak ideoloji şartı görülüyor. Savaşın gayesi olan ideolojiye bu durum aynı zamanda savaşın vasıtası rolü veriyor. Bütün meselelere çözüm getiren, fert ve toplum arası gereken fikirler manzumesi olarak, dağınıklığı önleyecek ve toplum nizamını temin edecek ve her bir insanın kendini ifadelendireceği kendini bulacağı bir sistem, istikrarlı ve istikametli bir nizam için şart. İnsanları hesap kitap sordurmadan hislerinden, gönüllerinden zapt ve fethedici olan estetik planı da başa almanın ehemmiyetini belirtelim.
21. yy. savaş tekniğinde İBDA’nın başat rolünden müşahhas misallerle bahsetmek istiyorum: Asimetrik savaşa da uygun cepheleşme modeli, dikey örgütlenme yerine yatay örgütlenme yapısı, kendinden zuhur olarak ortaya koyduğu orijinal tarzı, aksiyon cephesini sistemli ele alışı, ideolocya ve ihtilâl ilişkisini ayrı bir eserde incelerken müstakil olarak “oluş tekniği”ni ortaya koyması, çağın ihtiyaçlarını önceden keşfederek ihtilâlin gayesi yanında ideolojinin vasıta rolüne işaret etmesi, savaşın topyekûnlük karakterine uygun olarak “her türlü silahla mücadele” ilkesini koyması ve Büyük İslâm stratejisini kurmasını sayabiliriz.
1975’ten beri GÖLGE-AKINCI GÜÇ ve İBDA’nın mücadelesini takip edenler o zamandan bu zamana Batı ve İslâm savaşının seyrinin İBDA’nın işaretlediği minvalde değişiklikler ve özellikler gösterdiğini görürler. Sınırların olamayacağına tâ o zamanlar, 1975’te, GÖLGE dergisinde “dünya akıncıları” haberleriyle işaret edilmişti. “Dünya yumuşadı” diyenlere karşılık, savaşın tırmanacağını işaret eden ve ona göre fikrî ve fiilî hazırlıkları yapan İBDA olmuştur. Daha o tarihlerde 1990’ların ehemmiyetine işaret etmesi; akabinde Sovyetlerin göçmesi ve zuhur eden cephe eylemliliği. 90’lı yıllarda Filistin’de Hamas yatay örgütlenme uygularken, Türkiye’de DHKP-C ise isim değişikliği ile cepheye geçmiştir. 28 Şubat’ı akamete uğratan Metris kıyamlarından, davanın toplumda ve entelektüel çevrede tanınmasına, düşmanların bile İBDA’nın dil ve diyalektiğinden faydalanmasına, dost grupların olduğu yerde sıçratılmasına, Büyük Doğu davasının yürütülmesi ve yaygınlaştırılmasına, Müslümanlara rejime sistemli muhalefet çizgisini BD-İBDA’nın göstermesine ve tavizsiz İslâmcı çizgisini sürdürmesine, İslâmcı hareketin sağ ve solun yedeğine girmeyip müstakil olarak aksiyoncu cephenin doğuşuna, fikrî manzumesinin sağlam oluşu ve provokasyonlara getirilemeyişine, Batı’yı bilinçli muhasebe etmesine ve estetik planı önceleyerek zuhur edişine kadar misaller verebiliriz.
Düşmanı imha etmek için onu tanımak şarttır. Gücü nedir, refleksleri nelerdir, hareket kabiliyeti nedir, zaaf noktaları nelerdir? Batı tefekkürü ve İslâm tasavvufu kanatları arasında yükselen İBDA, birinciyi ikincinin önünde hesaba çeker ve sıçrama tahtası kılarken Müslümanların zaferi için gerekli yolu da gösterir. Hem de imanın arınma kurnası olarak. Hakikatler Allah’ın tecellileridir ve aslı İslâm’dadır. Batı bizden aldıklarını bize pazarlarken onu yakalayacak ve hikmetleri aslına irca edecek dil ve diyalektik olarak İBDA, Müslümanların fikir kılıcıdır. Hakkın zaferini isteyenler için ise, kılıç kuşananındır.
Şu notu da düşmeyi gerekli görüyoruz: Eğer kuvvetimiz olan BD-İBDA’nın her an yenilenen eşya ve hadiseler zemininde yeniden açılımını yapmaz, fikir-fiil ve sanat olarak üretken olmaz ve dilimizde tekerlemeye döndürürsek, mirasyediler gibi harcamış oluruz. Bu da düşmanlarımızın ekmeğine yağ sürmek ve bizim sürünmemiz demektir. Böylece elindeki silahı kullanamayan acizlerin durumuna düşeriz. Maalesef bugünkü hâlimiz budur ve zayıflığımız fikri özümseyip üretken olamamamızdan kaynaklanmaktadır.
Müslüman olarak dünyayı fethe namzediz. Allah’ın buyruğu ve Resûlü’nün tatbikiyle yeryüzü Müslümana musahhar kılındı. İslâm’ı tatbik için maddî sebeplere sonuna kadar tevessül etmek şartıyla kuşanmamız gereken işin manevî boyutunu Üstad’ın noktalamasıyla işaretleyelim:
Allah, Resûl aşkıyla yandım bittim kül oldum / Öyle zayıf düştüm ki, sonunda Herkül oldum!  
Zayıflıklarımızı kuvvete döndürmek aşk ve gayretiyle güzel günler bizim olsun.   

Baran Dergisi 487. Sayı