Medya planında faaliyet gösteren ciğeri beş para etmez adamların mevki, makam ve menfaat eksenli kavgası Türkiye gündeminin kafasını şişiriyor. İnsan tipinde bir değişiklik olmadığı için medyada olduğu kadar sesini işitmiyorsak da, benzer kavgaların sermaye, siyaset ve diğer planlarda da aynı sefalet içinde sürdüğünü kestirmek güç değil. Vaziyet artık kuru gürültü olmaktan da çıktı.

Siyasî, iktisadî, içtimaî ve son olarak da askerî bir kuşatma altına girmiş bulunuyoruz. İç ve dış siyaset planında bütün dengeler son on sene içinde yerle bir olurken, bunların yerine henüz bir yenisi ikâme edebilmiş değiliz. İktisadî planda senelerdir Batıdan Anadolu’ya akıtılan sular kesildiğinden beri -Arab sermayesi- taşıma suyla değirmen döndürmeye çalışıyoruz. Siyasî ve iktisadî kuşatmanın askerî neticesini de, bugünlerde Suriye’de Amerikan ordusu tarafından sınırımıza yeni bir sınır çekilmesiyle görüyoruz. Hâl böyle iken bunların gürültü kopardığı şey menfaat kavgası olmaktan da öte, cambaza bak oyununa dönmüştür. Millet, bunların arasındaki peşrevi seyre dalmışken, memleketin kuşatılması sürüyor. Bu sebeble çıkan adi kavganın tarafları yalnız çıkar merkezli hareket eden menfaatperestler değil, aynı zamanda böyle bir kuşatmanın idrak edilmesine mani olmaları bakımından haindirler.

Şimdi, eğer ki cambazı temaşa etmeyi bırakabilmişsek, gelelim Türkiye’nin ve Müslümanların hakiki gündemine.

Amerika’nın Ahmaklığı
Amerika, bugün sermayeyi elinde tutan Siyonist lobileri açısından bakılacak olursa, dünyanın en kullanışlı aletidir. Üstad Necib Fazıl Amerika Birleşik Devletleri’nin güden değil de güdülen olduğunu keşfetmiş ve bunu iki kelimeyle muazzam bir şekilde zarflamıştır: “Ahmak Fil”.

Bu durum A.B.D.’nin hatırı sayılır millî güvenlik danışmanlarından biri olan Brent Scowcroft tarafından şöyle dile getirilmiştir:

- “Bizim unuttuğumuz nokta, dünyayı yönetmeye pek de alışkın olmamamızdı. Tarihimizde çoğunlukla, iki okyanusumuzun arasında güven içinde oturup, katılıp isteyip istemediğimizi, katılırsak bunun nasıl gerçekleşeceğine dair kararlar yer aldı. Biz sadece seçim yaptık. Avrupalılar strateji için taslağı hazırladılar ve biz katılmaya karar verdik. Şimdi, bir ânda hepsi ortadan kayboldu ve sahnede sadece biz varız. Evet, bu güce sahibiz ama bunu dünya topluluklarının lehine nasıl kullanabileceğimiz konusunda tecrübe sahibi değiliz.

Evet, Amerika dünyayı yönetecek bilgeliğe haiz değil ve bu sebeble de izlediği dış politika kendi içinde çelişkilerle dolu bir yumağı andırıyor. Bununla beraber vaziyete diğer bir veçheden bakma gereği doğuyor. Parçalara bakıldığında kendi içinde çelişkilerle dolu olan bu dış politikanın acaba bütünü ne âlemde? Yalnız ilmin değil, idraklerin de bütünü kavramaktan yana acziyet içinde olduğu, herkesin parçalar arasında bütünü kaybettiği bir devirde yaşıyoruz. Bu sebeble bütünlemek de, “Bütün Fikrin Gerekliliği”ni kendisine şiar edinmiş asil fikrin mensublarına, yani bize kalıyor.

Az biraz aklı başında birisi Amerika’nın 2001 tarihinden beri izlediği dış siyasete baktığında, kârdan çok zarar ettiğini hemen söyleyebilir. Amerikalı meşhur milletlerarası siyaset uzmanları da bu konuda hem fikir... Biz de bu sayfalarda Amerika’nın ne kadar başarısız bir dış politika izlediğinden, kendisine verdiği zararın büyüklüğünden defaatle bahsetmişizdir. Buna mukabil bütüne baktığımızda görüyoruz ki; “ahmak fil”i sevk ve idare edenler açısından, Amerika’nın maddî ve manevî zarara girmesinin bir ehemmiyeti yok. Onlar açısından aslolan kendi hedeflerine ulaşmaktan ibaret ve Amerika’yı, bu hedefler uğruna kurban etmekten kaçınmıyorlar. O zaman bizim dönüp Amerika’yı kimin sevk ve idare ettiği ve hedeflerinin ne olduğunu konuşmamız gerekiyor ki, dünyanın reel konjonktürünü kavrayabilelim.

Kim bu Feyyal?
Feyyal, bulmaca meraklılarının aşina olduğu Farsça kökenli bir kelime. Fil çobanı, file bakan kişi gibi de anlamlara gelir. Bugün “Ahmak Fil” Amerika’ya kimin feyyallik ettiğine baktığımızda ise sermaye ve sermayeyi elinde tutan Yahudi’yi görürüz.
***
Not: Bahsi çok da dağıtmak istemiyoruz fakat bir hususa da dikkat çekmemiz iktiza ediyor. Bu Yahudi ve Siyonist meselesi üzerine ipe sapa gelmez seviyeden o kadar çok konuşuldu ki, artık ayağa düştü, meselenin ciddiyeti kaçtı ve ne yazık ki bu durum onlar için bir paravan hâline dönüştü. Bu sebeble bahsimize bakarken kulaklarınızda “komplo teorisi”  sesleri yankılanmasın. Üstad Necib Fazıl’ın şairliğinden çokça bahsedilir, hattâ fikir adamlığından da bahsedilir kimi zaman; fakat onun hasmını görür görmez tanıma ve ciğerine kadar deşifre etmedeki mahareti pek de konuşulmaz. Bizim bugün idrak ettiğimiz bu manzarayı, Üstad, 4 Ekim 1946 tarihli Büyük Doğu dergisinin 49. sayısından itibaren teferruatlı bir şekilde kaleme almıştır. Büyük Doğu yayınlarının Yahudilik-Dönmelik-Masonluk adı altında topladığı bu makaleleri, şimdi bir de bu gözle okumakta fayda var.
***
Devam edecek olursak... Siyon Liderlerinin Protokollerini hepimiz biliyoruz; fakat neredeyse tamamıyla uygulanmış olan bu protokollerin Odet Yinon tarafından güncellendiğinden çoğumuz habersiziz.

Cumhurbaşkanı Receb Tayyib Erdoğan ve iktidarın sürekli kullandığı “Üst Akıl” ifâdesinin en üst perdedeki muhatabı Amerika’ya feyyallik eden Siyonistlerdir. Kripto Yahudiler ve Siyonist Yahudiler kurmuş oldukları Siyonizm ve Masonluk gibi müesseseler vasıtasıyla 19. yüzyıldan itibaren sapkın din anlayışları gereğince dünyayı hâkimiyetleri altına almak üzere harekete geçtiler. Her ne kadar bu hareket Filistin topraklarında İsrail Devleti’ni kurmak ve dünyaya yayılmış Yahudi nüfusunu İsrail’de toplamak gibi bir amaç üzere hareket ediyor görünse de, bu yalnızca bir paravandır. İsrail Devleti’nin kurulması bile, Siyonistler için bir yönüyle; “biz gayemize eriştik, dünyanın geri kalanındaki fitne fesat ile işimiz yok” yalanına dayanak olmaktan ibarettir.

Yahudi milliyetçiliğini tanımlamak için kullanılan bir terim olarak “Siyonizm,” ilk milliyetçi Yahudi öğrenci hareketi Kadimah’ın kurucusu Avusturyalı Yahudi yayımcı Nathan Birnbaum tarafından, kendi çıkarttığı Selbstemanzipation adlı gazetede, 1890 yılında ortaya atılmıştır. (Birnbaum bir süre sonra siyasî Siyonizme sırtını dönerek ilk Haredi hareketi olan Agudat Israel’in genel sekreteri olmuştur.)

1906 yılına kadar Siyonistlerin emelleri meçhuldür. Tâ ki 1906 Ağustos’unda British Museum’da ortaya çıkan Küçük İçinde Büyük-İsâ Aleyhtarlığının Siyasî İmkânları adlı kitap ve Bir Ortodoks’un İtirafları - 1905 isimli Rusça eserin 1919 senesinde Siyon Liderlerinin Protokolleri adı altında İngilizceye çevrilmesine kadar. Bugün İsa Aleyhtarlığının Siyasî İmkânları ülkemizde pek bilinen konuşulan bir kitap olmasa da, Siyon Liderleri’nin Protokolleri son derece meşhur olmuştur. Her ne kadar Siyonist Yahudiler bu kitabı reddetseler de, tarih ve günümüzdeki dünya bu kitabın işletilmekte olan bir prensibler bütünü olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Siyon Liderlerinin Protokolleri bir dünya hâkimiyetini elde etmek için kaleme alınmış dersler ve temel düsturlar olarak görülebilir. Maksat dediğimiz gibi cihan hâkimiyeti ve inançlarına göre Allah’ın kendilerine vâdettiği dünya hâkimiyetini tesis etmek. Ve bugün Fettuşîler özelinde gördüğümüz takiyye ve sızmanın mucidi de bunlardır.

Siyonistler, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Müslümanların artık kendileri için uzun bir süre sorun teşkil etmeyeceğini düşündü ve o gün için güçlü olan Hıristiyan âlemini ele geçirmeye yöneldiler. Biraz bundan bahsedelim ve devam edelim.

En başta kendi dininin tahrif eden ve ardından gelen bütün dinlere musallat olan Yahudi için Hıristiyanlık dini en başından beri hedefti. Hazret-i İsa’nın hak dinini tahrif etmek üzere “Baba-Oğul-Kutsal Ruh” küfrünü icad eden Sen Pol’den beri Hıristiyanları tamamen ele geçirmenin hesaplarını zaten yapıyorlardı. Rönesans ve akabinde meydana gelen Büyük Fransız İhtilâli, Yahudi için Hristiyanlığı bir tabela, Hıristiyanları da kendisine tâbi kılmasının ehemmiyetli bir dönüm noktası olmuştur.

Soğuk Savaş Palavrasıyla Batıyı Teslim Aldı
Hürriyet palavrası, iç savaşlar, faşizm ve marksizm gibi kısır ideolojiler, liberalizm, kapitalizm ve komünizm adlı iktisadî mezhepler, medeniyet seviyesi telâkki edilen kalıp dehası, parçalanmış bilim, darwinizm, istihza yoluyla karikatürize edilerek amelî bir din olmaktan çıkartılan Hıristiyanlık ve meydana gelen ruhî boşluğu doldurmak üzere pompaladıkları hazcı hayat tarzıyla Batı âleminin kendi kültürüne ait bütün değerlerini iğdiş ettiler. Piyasaya çıkmadan, cebhe açmadan, sokma fikirlerle, sermaye üzerindeki hâkimiyetleriyle, sezdirmeden Hıristiyanlığı yok etti ve Batıyı teslim aldılar. Fransız İhtilâliyle başlayan süreç, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle beraber sona ermiş ve Batı, bütün beşerî müesseseleri, zihniyeti, ahlâkı, dini, devletleri, milletlerarası müesseseleri ve ekonomisiyle beraber Siyonistler tarafından teslim alınmıştır. Bir paragrafa sığdırmış olmamız sizi kandırmasın, bu son derece sistemli ve titizce hazırlanmış bir planın son derece büyük bir muvaffakiyetle uygulanmasıdır.

Hıristiyanlık ve Batı ile olan işleri bittiğinde, yani onları teslim aldıklarında, bu kez yeni yeni kendine gelmeye çalışan Müslümanları ve İslâm’ı hedef aldılar. Yine piyasaya çıkmadılar, gizlendiler, seslerini çıkarmadılar. Müslümanlara saldırırken, Hıristiyanlığa saldırmalarından farklı olarak bu kez ele geçirdikleri Batıyı kendilerine paravan olarak kullandılar. Başta Amerika, İngiltere, Fransa ve Almanya Yahudilerin kuklası hâlinde onların maksadına hizmet etti. Maşalar iş görürken, kimse Yahudi’yi aklına bile getirmedi. Nihayetinde bombalar yağdıran uçak, ölüm kusan tank ve her türlü cürmü işleyen askerler üzerlerinde ve üniformalarında Batılı ülkelerin bayraklarını taşıyorlardı. Bir de Müslümanların içinden devşirilen ihanet şebekeleri. Bunlar dahi Batılı ülkelerin istihbarat servisleri eliyle kurgulandı, sevk ve idare edildi. Yahudi hep perde arkasında kalmayı tercih etti.

Siyon Protokollerinin Güncellemesi
“Odet Yinon Planı”, 1982’de, Israel Shakak tarafından Kivunim isimli Dünya Siyonist dergisinde yayınlandı. Bu plan; Ortadoğu’nun silahsızlandırılması ve kontrolü amacı ile etnik ve dinî ayrıştırma, bölgede kontrol dışı güç bırakılmamasını öngören bir plandır.

1980’li yıllarda yayımlanan bu plana göre; Türkiye, Irak, Suriye, Suudî Arabistan, Sudan, Afganistan, Ürdün, Fas, Cezayir ve Tunus İsrail Devleti’nin varlığı ve Yahudi hâkimiyetinin önünde tehdittir. İç dinamiklerine göre bunları dağıtmak, bölmek, silahsızlandırmak ve yok etmek gerekir. Bunun için mezheb, ırk, din ve mahallî ihtilâflar kaşınmalıdır.

Soğuk Savaş’ı fırsat bilip Komünizm tehlikesine karşı yahut Komünizm ile beraber sızdıkları Müslüman ülkelere, 1991 senesindeki Irak’ı işgâl teşebbüsünden beri fiilen saldırıyorlar. Maşa olarak kullanılan Batılıların idealsizlikleri dolayısıyla bu saldırılar her zaman beklenen neticeyi vermiyorsa da, arka planda Yahudi, tüm bu aksaklıkları da hesaba katarak planını ince ince işliyor.

Irak’ı işgâl etti ve iç savaşa sürüklediler.
Afganistan’ı işgâl etti ve iç savaşa sürüklediler.
Libya’yı işgâl etti ve iç savaşa sürüklediler.
Sudan’ı ikiye böldüler.
Mısır’da askerî darbe ile meşru iktidarı devirdiler, Müslümanları cezaevine attılar.
Suriye’yi global güçlerin bilek güreşi sahası hâline getirdiler, iç savaş çıkardılar, bölmeye hazırlanıyorlar.
Ve 15 Temmuz, Anadolu’yu işgâl ve bölme teşebbüsü...

15 Temmuz’dan beri Anadolu ihtilâlini pörsütmek üzere gerçekleşen saldırılar, bunlar hepsi aynı planın uygulamadaki adımlarıdır.

Hâsılı kelâm, hasmımızı tanımamız gerekiyor. Düşmanını tanımayan, çözmeyen, maksadını anlamayan, kullandığı tarzı ve tekniği kestiremeyen, tarafları sağlıklı bir şekilde okuyamayan, buna göre taktik ittifaklar kuramayan bu savaşı kaybeder.

Dikkat edin! Bu işin içinde ABD yok demiyoruz, çünkü var. Bu için içinde diğer Batılı devletler yok demiyoruz, çünkü var. Bu işin içinde FETÖ ve onunla aynı elin oynattığı kimi sol, kürtçü, mezhebsiz örgütler yok demiyoruz, çünkü var. Biz tüm bunların haricinde, tüm bu taşları satranç tahtasında büyük bir maharetle oynatan ayrıca bir el olduğunu ve o elin de “Yahudi” olduğunu ihtar ediyoruz. Hani şu “üst akıl” dedikleri zımbırtı var ya, işte o. Hasmımızı tanıyalım. Tanıyalım ki maddî ve manevî olarak ona göre teçhiz olalım. “Düşmanın silahıyla silahlanın” mukaddes ölçüsü temel şiarımızdır.

Büyük Ortadoğu Projesi
Aslında bu işi tereyağından kıl çeker gibi yapacaklardı. Medeniyetler İttifakı, Büyük Ortadoğu Projesi, Dinler Arası Diyalog ve Ilımlı İslâm gibi anlayışlar üzerine Türkiye merkezli bir oluşum meydana getirmek suretiyle bütün bir İslâm âlemini ifsad edecek ve ele geçireceklerdi. Böylelikle Müslümanların tek kutuplu yeni dünyaya entegrasyonu sağlanmış olacaktı. Soğuk Savaş’ın fiilen sona ermesinden önce yapılan bu planın mimarları bugün hayatta değiller ve bu sayfalarda sıkça üzerinde durduğumuz üzere Batı eskiden olduğu gibi nitelikli adam yetiştiremiyor. Onlar açısından bakacak olursak, siyaset mühendislerinin yaptığı bu plan, operatörler doğru şekilde inisiyatif alamadığı ve değişen zamanın şartları gereği gerekli güncellemeler yapılamadığı için Batı’nın elinde patladı. Bu süreç içinde Türkiye’nin liderliğine yönelik olarak yapılan yatırımlar da -İslâm âleminde Türkiye’nin yeniden itibar kazandırılması gibi- Türkiye’nin hesabına kâr kaldı. Yapılan onca yatırım ise karşılığı alınamadığı için berhava olup gitti.

Yukarıda ifâde ettiğimiz üzere karşı tarafın bir gayesi var. BOP onlar için bir gaye değil vasıtaydı. Bugün BOP bir vasıta olarak kullanışlılığını yitirdi ve onlar da başka arayışlar içine girdiler.

Arab Baharı bu yeni sürecin işaret fişeği oldu. Bütünleyerek hâkimiyet kurmadıkları Müslümanlara, parçalayarak hâkim olmaya karar verdiler. Yaşanan iç savaşlar, askerî darbeler, ekonomik suikastler bu planın parçaları olarak icra edildi.

Irak ve Suriye’nin Kuzeyinde Kürtleri Kim, Niçin Kullanıyor?
Bunun hakkındaki yorumlarımızı şimdilik saklı tutmak kaydıyla, İsrail’in Adalet Bakanı ve Vatikan Büyükelçisi’nin bu konu hakkındaki tutumuna bakarak başlayalım.

20 Ocak tarihinde Tel Aviv’deki Ulusal Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü’nde bir konuşma yapan İsrailli Bakan Ayalet Şaked; “Milletlerarası topluma Kürt devleti kurulması çağrısı yapmalıyız. Bu yeni devletin Türkiye ve İran arasında yer alması gerek” dedi. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu da 2014’te “Kürt devleti” kurulmasına destek vermişti.

Geçtiğimiz günlerde başka bir açıklama yapan İsrail’in Vatikan Büyükelçisi Sahyoun Afroid ise; “İsrail hükümeti, parlamento, siyasî partiler ve halk bağımsız bir Kürdistan’ın Kürtlerin doğal hakkı olduğunu düşünüyor” diye bir açıklama yaptı ve bunun İsrail’in resmî tutumu olduğunu da ilâve etti. (Açıklamanın İsrail adına İsrail’in Vatikan Büyükelçisi tarafından yapılmış olmasına dikiz...)

***
Kuzey Irak’taki Barzanî yönetimi ile Kuzey Suriye’deki PYD’yi bir tutmak elbette ki mümkün değil. Aslına bakacak olursanız, hiç PYD diye bir mesele olmayacak ve Barzanî üzerinden istedikleri Kürt Devleti’ni Türkiye’nin güney sınırında kuracaklardı. Buna karşılık Kuzey Irak’ta yaşayan Müslüman Kürtlerin sosyolojisi Yahudilerin hesabına uymadı. Bu sebeble alternatif olması ve senelerdir istedikleri gibi kucaktan kucağa gezdirdikleri zihniyetiyle PKK üzerinden PYD’yi imâl ettiler.
***
Bölgede kurulmak istenen Kürt devletinin aslî gayesi, Anadolu’da önünü bir türlü alamadıkları ve meydana gelmesi artık mukadder olan İslâmî bir yönelişin meydana getireceği sosyolojik dalgalanmayla İslâm âleminin geri kalanı arasına bir set çekmektir. Kuzey Irak’taki Müslüman Kürtlerin böylesi bir sosyolojik dalgalanma karşısında set olmak yerine aktarma organı gibi görev alacağını bildikleri için, PYD’yi, arada bir sosyolojik bariyer olacak nitelikte imâl ettiler. Eğer ki PYD tarafından Suriye’nin içlerine doğru Türkiye’nin hinterlandına “demografik” ulaşımını kesebilirlerse, Kuzey Irak’taki Kürt Devleti zaten Şiî olan İran ve Irak arasında kalmak suretiyle ehemmiyetini de yitirmiş olacaktı.

Kuşatılıyoruz
PKK ve PYD ile başlayan kuşatma, Türkiye’nin takındığı haklı agresif tutum sonrasında gün geçtikçe Amerikan kuşatmasına dönüşüyor. Geçtiğimiz hafta ajanslara düşen fotoğraflarda da gördüğümüz üzere, sınırımızın hemen güneyindeki PYD ile Türkiye arasına Amerikan ordusu tarafından bir tampon bölge meydana getirilmeye çalışılıyor. Burada yanıtlamamız gereken “niçin” sorusu? Tekrar edecek olursak... Çünkü Anadolu’da gerçekleşmesi artık mukadder olan istikbâlin İslâm devleti, hatta biraz daha ileri gidecek olursak, Başyücelik Devleti ile İslâm âlemi arasına sosyolojik bir bariyer çekerek, şimdiden ön almanın hesabını yapıyorlar. Onlar için senelerdir üzerine titredikleri ve İslâm âlemini ifsat etmek noktasında sembol olarak gördükleri ve gösterdikleri bir Türkiye yok artık. Bunun yerine, yeniden İslâm’ın sancaktarlığını yapmaya hazırlanan bir memleket, kadim baş düşmanları var. Göz hasmını tanıyor.

PYD’ye kurdurulmak istenen bu bariyerin, bedeli ne olursa olsun istikbâlimiz adına yıkılması şart. Muhtemeldir ki Amerika da Türkiye’nin göstereceği böylesi bir reaksiyon karşısında Türkiye ile bir savaşa tutuşarak bütün bir milletimizin ve hatta ümmetin kendisine karşı konsolide olmasına izin vermeyecek ve meydana gelen yeni duruma göre politikasını revize edecektir. Diğer türlüsünü istiyorsa, o da kendi bileceği iş.

Her ne kadar iç politikada son yıllarda yaşadığımız Gezi, yargı darbesi ve 15 Temmuz gibi saldırılar Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şahsına yönelik olarak yapılıyormuş gibi ele alınıyorsa da, bundan evvel de dile getirdiğimiz üzere, Erdoğan’ın şahsında hedef alınan Müslümanların istikbâlidir.

Yeni Vizyon
Büyük ve şeytanî bir planın hedefi konumundayız. Bununla beraber karşı taraftan gelen tazyik, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun dediği gibi, bizi, tarihî misyonumuzu yeniden üstlenmeye zorluyor ve açık konuşmak gerekirse başka çare de bırakmıyor.

Bu misyonu üslenmek de iç ve dış politikamızda radikal bir değişime gitmemiz anlamına geliyor. Her ne kadar aralarında ihtilâf varmış gibi görünüyorsa da, mesele İslâm olduğunda küfrün tek millet olduğuna defalarca kez tecrübe etmiş bir millet, ümmetiz. Kendimiz ve Müslümanlardan başka –Müslümanların yaşadığı çoğu devletin idarecisi de değil, tebası itibariyle- müttefikimiz yok. NATO üyeliğimiz başta olmak üzere Batılı devletler ile aramızdaki ortaklıkların neredeyse tamamı kâğıt üzerinde olmaktan başka bir anlam taşımıyor. Bununla beraber Türkiye’nin hâlen çözüme kavuşturulamamış onlarca meselesi de, içinde bulunduğumuz şartlarda tek yönlü değil, derinliğine ve genişliğine büyük bir inkılâb hamlesine muhtaç olduğumuzu ihtar ediyor.

Bizim için devlet, siyaset, ordu, ekonomi, cemiyet ve fert planları birbirinden müstakil değil, bir bütündür. Hepsini kuşatan bir fikrin, bizim ruh kökümüz açısından meseleye yaklaşacak olursak da çağımıza göre yenilenmiş olan İslâm anlayışının Anadolu’da yeniden hâkim kılınmasından ve böylelikle tüm meselelerimizi hâl ve fasl ederek hazırlığımızı tamamlamaktan başka bir çaremiz yok. Parça parça yapılan ıslahatlarda çözüm aramanın neticesini Osmanlı Devleti’nden biliyoruz. Biz bugün tıpkı Devlet-i Aliyye’nin o dönem olduğu gibi, olmak yahut ölmek noktasına gelmiş bulunuyoruz.

Anadolu illâki bir şekilde kendisini bu revizyona sokacaktır; fakat burada önemli olan bugünün aktörlerinin değişimin neresinde yer alacakları. Görmezden mi gelecekler, ayak mı diretecekler yoksa ayak uydurup sürecin hızlı bir şekilde tamamlamasına vesile mi olacaklar?

Hakeza benzer bir vaziyet Ak Parti için de geçerli. 2002’de iktidara gelirken Ak Parti’nin ortaya koymuş olduğu vizyon tükendi. Dolayısıyla Ak Parti’nin de Anadolu ile mutabık bir şekilde vizyonunu ve vizyonuyla beraber kadro niteliği ile zihniyetini yenilemesi gerekiyor. Bu değişimi gerçekleştiremez, Anadolu’nun ruhuna, esen rüzgâra karşı direnir ve menfaat merkezli siyaseti sürdürmeye kalkacak olursa, Erdoğan’a rağmen siyasî partiler çöplüğündeki yerini alacaktır.

Neticede
Bizim bu kuşatmayı kırmak ve yeniden boyunduruk altına girmemek için sistemli bir şekilde kendimizi yenilememiz, gereken inkılabları bir bir gerçekleştirmemiz ve önümüzde bizi bekleyen kaçınılmaz savaşa maddî manevî hazır olmamız gerekiyor. Karşı taraf bütün hedeflerini gerçekleştirdi ve tüm silahlarıyla bize döndü. Şimdi sıra bizde… Bu işin sonunda ya olacağız, ya öleceğiz.

Baran Dergisi 538. Sayı