Geçen sayımızda para vakıflarına karşı çıkan Birgivî’nin görüşlerini aktarmıştık. Birgivî, özetle bu vakıflarda kullanılan muamele-i şer’iyye yönteminin “îne (veya iyne)” alışverişini andırdığını, bunun da faiz kokusu taşıdığından Peygamberimizce kerih görüldüğünü belirtmekteydi. Yine para vakıflarının dayanağının kıyas olamayacağından başka bir delile ihtiyaç bulunduğunu, bunun da mevcut olmadığını söylemekteydi. Bu yüzden ona göre para vakıfları sakıncalıydı ve cevaz verilemezdi. Konunun önemine binaen, onaltıncı asrın ortasından beri fetva ile müsaade edilmiş bu kurumların şer’î dayanaklarının daha iyi anlaşılması gerektiği kanaatindeyiz. Zira günümüzün finans ve sermaye temin ihtiyaçlarını çözmede bu fıkhî yaklaşımın iyi anlaşılması lazımdır. İstikbalin İslâm devletinin finans meselelerine getireceği çözümler, İbni Kemal ve Ebussuud önderliğindeki o dönemin ulemasının tekliflerinde yatmaktadır. Ayrıca İbda’nın temel tezi İslâm’a muhatab anlayışın ne olması gerektiğine ve fıkhın aslında anlayış demek olduğuna da bu bahis güzel bir misal…

Bu bölümde Ebussuud Efendi’nin para vakıflarına dair yaklaşımını ele almış olan Hamdi Okur’un “Para Vakıfları Bağlamında Osmanlı Hukuk Düzeni ve Ebussuud Efendi’nin Hukuk Anlayışı üzerine Bazı Değerlendirmeler”* isimli incelemesinden faydalandık.

Para vakıfları ile ilgili ilk müstakil risalenin Şeyhülislam İbn Kemal tarafından kaleme alındığını belirtmiştik. Bu risalede para vakfı uygulaması delilleriyle savunulmaktaydı. İbn Kemal, bu eserinde, İmam Züfer’in görüşünü çağın ihtiyaçlarına daha uygun bulduğu için tercih ettiğini ifade etmiştir. Diğer Hanefi imamların da teamül oluşması halinde menkulün vakfını caiz gördüklerine dair nakil yapmış, konuyla ilgili görüş ayrılığının hakiki bir ihtilaf olmayıp zaman ve şartların değişmesinden kaynaklandığını vurgulamıştır. İbn Kemal’e göre yaşadığı on altıncı yüzyılın şartlarını diğer imamlar görselerdi, İmam Züfer ile aynı görüşü paylaşırlardı. Vakfedilen akarların yangın vb. amillerle harap olması halkı menkul ve para vakfına yönlendirmiş, para vakfı artık bir ihtiyaç ve teamül halini almıştır. Muhtemelen bu vakıflara yönelik o tarihlerdeki itirazlara cevap mahiyetindeydi İbni Kemal’in risalesi…

Önceki sayılarımızda aktardığımız üzere, para vakıflarının yasaklanması için büyük gayret gösteren ve nihayet bunu başaran Çivizade’nin görevden alınması ve itirazların yoğunluğu üzerine konu Kanuni’nin emriyle tekrar incelenmiştir. Aralarında Ebussuud Efendi, devrin Anadolu ve Rumeli kazaskerlerinin de bulunduğu ulemanın önde gelenleri, para vakfının meşruiyeti konusunda ortak bir tavır almışlardır. Bunun üzerine, 955 h./1548 m. yılı rebîülevvel ayının sonlarında kaleme alınan bir emirle para vakfı konusundaki yasak kaldırılmış, para vakfının tescil usulü de belirlenmiştir. İlgili emirde de ifade edildiği üzere para vakıflarının yasaklanması vakıf uygulamasında ve sosyal hizmetlerde ciddi sıkıntılar yaşanmasına neden olmuştu. Bu safhadan sonra para vakıfları uygulaması lüzum, yani bağlayıcılık kazanmıştır. Her ne kadar Birgivî bu fetvaya bir reddiye kaleme aldıysa da tesir gösterememiş ve para vakıfları devletin teminatı altında varlığını sürdürmüştür.

Burada, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, İslâmî anlayışın yenilenmesi bahsine dair güzel bir örnekle karşı karşıya olduğumuzu belirtmek isteriz. Bu münakaşalarda gördüğümüz, örf olmuş bir konuda verilen yasaklayıcı bir fetvanın, o örf şeriat dairesi dışında telakki edilmiyorsa, başka bir fetva ile lağvedilebileceğidir. Çünkü fetvalar, İslâm merkezinin üç temel direğini oluşturan Kur’an-Sünnet-İcma’yı günümüze uzatan kıyasın, başka bir deyişle merkezi muhite tatbik etme/muhiti merkeze nisbetlendirme anlayışının muhtelif hadiseler üzerinde pıhtılaşmasıdır. Burada ayrı bir not olarak düşmek gerekir ki, kıyas-ı fukahanın özü içtihad ile fetvayı ayıran, dinin merkezinden aldığını yansıtan kişinin bilgisiyle birlikte idrakinin derinliğidir, gönül aynasının temizliğidir. Bu da doğrudan “mihrak şahsiyet” davasıyla alakalıdır. Mihrak şahsiyetler, madde âleminde tezahür etmekle birlikte çıpaları mânâ âleminde olan insanlardır. Batından/maneviyattan hissesi olmayanın müçtehid olamayacağı da aşikârdır. İçtihadların pratiğe ircâı fetvaları verenlerin de aynı keyfiyette insanlar olması gerektiği herhalde anlaşılmıştır.
Konumuza dönecek olursak; para vakıflarının meşruiyet kazanmasında en etkili isimlerden birinin Ebussuud Efendi olduğunu söyleyebiliriz. Bir yandan kaleme aldığı risaleyle para vakfı uygulamasının hukukî temellerini ve meşruiyetini ortaya koymuş, diğer yandan para vakfının lehine emir çıkarılmasında etkili olarak uygulamanın bağlayıcılık kazanmasını sağlamıştır.
Ebussuud Efendi, yazdığı “Risale Fi Vakfi’l-Menkuli Ve’n-Nükudi” eserinde, para vakıfları konusunda problem olarak görülen hususları ele almakta ve bu mevzudaki hukukî çerçeveyi safha safha çizmektedir. Öncelikle ele aldığı mesele “vakıf konusu olan malın, aynı baki kalarak (varlığını korumak şartıyla) kendisinden yararlanılan bir mal olması gerektiği” kuralıdır. Bu kural ışığında yaklaşıldığında para vakıflarına yönelik itiraz şudur: Aynını muhafaza ederek paradan yararlanmak mümkün olmadığına göre, parayı vakfedilmesi teamül haline gelen diğer menkullerle aynı kategoride değerlendirmek sıhhatli değildir.

Ebussuud Efendi, buna karşılık (mealen) “parada emsalinin sürekliliği, aynının sürekliliği gibi değerlendirilir. Vakfedilen para, borç alanın zimmetinde ve müteşebbisin elinde bulunmakta, vakfa da misliyle iade edilmektedir. Dolayısıyla paranın emsalinin sürekliliğini koruması (meblağ olarak varlığını sürdürmesi) diğer vakıf mallarının aynının sürekliliğini koruması hükmündedir” demektedir. Ebussuud Efendi bu yaklaşımını temellendirirken ihtiyaç duyulduğunda vakıf malın başka mallarla değiştirilmesini öngören “istibdâl” kuralından da yararlanır. Onun kanaatine göre, bu kural neticesinde edinilen mal nasıl asıl malın yerine kaim oluyorsa, vakfedilen paranın emsali de asıl para yerine kaim olmaktadır.
Ebussuud Efendi’nin ele aldığı ikinci itiraz ise şudur: “Birçok muteber kaynakta para vakfının caiz olmadığı açıkça ifade edilmiştir. El-Attabiyye’de geçen paranın vakfedilebileceğini dile getiren görüşün ise sahibi belirtilmemiştir. Bu da ilgili fetvanın zayıflığını gösterir.”

Ebussuud Efendi bu itirazı da şu şekilde cevaplandırmıştır (mealen): “Para vakfının cevazına dair görüş, İmam Muhammed’in vaz ettiği ‘Menkul malların vakfı konusunda temel kıstas, teamüldür’ prensibine uygundur. Dolayısıyla bu görüş İmam Muhammed’in temas etmediği hatta vakfedilemeyeceğini söylediği menkullerin, bilahare oluşan teamül sebebiyle, vakfedilmelerini caiz gören görüşler kadar muteberdir. Bu fetvayı veren şahsın adının zikredilmemesi fetvanın zayıf olduğunu göstermez. Zira yeterliliği olmayan bir kişi böyle bir fetva veremezdi, güvenilir ilim adamları da bu fetvayı eserlerine almazlardı. Kaynaklarda para vakfının caiz olmadığının açıkça ifade edilmesi, bu konuda istihsana temel teşkil eden delilin yani örfün -ilgili dönemde- oluşmamasından kaynaklanmaktadır. (İstihsan, müçtehidin bir meselede, özel bir delil sebebiyle, o meselenin benzerlerinde verdiği hükümden vazgeçip başka bir çözümü benimsemesi ya da iki farklı kıyas imkânı bulunduğunda, ilk bakışta dikkat çekmeyen kıyası (kapalı kıyası) gerekçe birliği açısından daha güçlü bulduğu için açık kıyasa tercih etmesidir.) Hanefi fıkhı açısından başka bir mesnedi yoktur.”

 Ebussuud Efendi’nin burada delilleriyle reddettiği temel düşünce şudur: “Vakfedilmesi teamül haline gelse bile paranın vakfı caiz değildir. Çünkü parada aynını koruyarak yararlanılma özelliği yoktur. Dolayısıyla para, vakfedilmesi teamül haline gelen diğer menkuller gibi değildir.” Ebussuud Efendi’ye göre böyle bir düşünce belki İmam Şafiî’nin yaklaşımı için geçerli olabilir, ancak İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’in meseleyi ele alışları açısından herhangi bir geçerlilik taşımamaktadır. İmam Ebu Yusuf’a göre bir menkulün vakfedilebilmesi için nassa dayanması, İmam Muhammed’e göre ise vakfedilmesi hususunda teamül oluşması şarttır. Para vakfı konusunda teamül oluştuğuna ve bu uygulamayla çatışan nass bulunmadığına göre, ilgili teamülü geçerli saymak gerekir.

Ebussuud Efendi’nin ele aldığı üçüncü itiraz, tezinin temelini teşkil eden teamül ve örfe dair olup özü itibarıyla şöyledir: “Para vakfının cevazına dayanak olabilecek ve genel kuralın (kıyas) dışına çıkmayı gerektirecek teamül/örf, bir müçtehidin devrinde mevcut olmalı ve onun onayından geçmelidir. Zamanımızda oluşan teamüllerde bu nitelik yoktur.”
Ebussuud Efendi bu itirazı şöyle cevaplandırır: Teamül/örf, objektif ve gözlemlenebilir bir hadisedir ve tesbiti için ayrıca bir müçtehidin onayına gerek yoktur. Müçtehidin yaptığı örfün kaynak olup olmaması, istihsana dayanak teşkil edip etmemesi noktasındadır. Örfün tesbiti müçtehidin onayına bırakılsaydı birçok konuda, özellikle içtihad döneminden sonra yazılan kitaplarda örfü delil göstermenin bir anlamı kalmazdı.

Ebussuud’a göre örf, cemiyetin herhangi bir uygulama üzerinde ortak bir kanaat kazanmasıdır. Meydana gelen örf tüm asırları ve tüm memleketleri kapsarsa bu örfün benimsenmesi konusunda tüm fıkıhçılar görüş birliğine (icmâ) varır. Örflerin çoğu ise bölgeden bölgeye değişiklik gösterir. Cemiyette geçerli olan örfün tesbiti ayrı bir ihtisası gerektirmez. Cemiyette cari uygulamaları bilen herkes o anda geçerli örfü tesbit edebilir. Ancak örfün şer’î hükümlere ve istihsan uygulamasına dayanak teşkil edebilmesi konusu farklıdır. Bu, İslâm hukukçularının ihtisas alanına girmektedir.

Bu açıdan bakıldığında örfün şer’î hukuka dayanak teşkil edip etmemesi üç açıdan ele alınabilir: 1) Örf ve âdetin şer’î bir hükme temel teşkil edip edemeyeceği, örfün nass ve kıyas karşısındaki konumu gibi hususlar usul ilminin alanına girmektedir. Bu konuda söz söyleyebilecek olanların içtihad yeterliliğine sahip kişiler olması gerekir. 2) Şer’î hükümlerin belirli bir nev’inde örfün dikkate alınmasından hareketle, diğer nev’iler için de örfün kaynak olup olamayacağının tesbiti konusu da içtihadı gerektirmektedir. İmam Muhammed bu çerçevede istisna (ısmarlama) akdinin örfe dayandırılmasına kıyasla, menkullerin vakfını örfle temellendirmiş, kendi döneminde vakfedilmesi teamül haline gelen menkullerin vakfını geçerli saymıştır. 3) Bir şer’î hükmün belirli bir bölümünde örfün dikkate alınmasından hareketle, diğer bölümlerinde de örfün geçerli olup olamayacağının tesbiti, bir önceki kategori kadar olmasa da hukuki tefekküre (rey) ihtiyaç hissettirmektedir. Bir kısım menkullerin vakfında teamülün esas alınmasına binaen, diğer menkullerin vakfında da teamülü kıstas olarak kabul etmek bu çerçevede değerlendirilebilir. Bu işlemi de İmam Muhammed’den sonra gelen fıkıhçılar yerine getirmiş, teamül kıstası ışığında vakıf konusu olabilecek menkulleri ele almışlardır. Kendi dönemlerinde vakfedilmesi teamül haline gelen menkullerin vakfının geçerliliğine hükmetmişler, teamül oluşmayan menkullerin vakfının ise teamülün oluşması durumunda geçerlilik kazanacağını ifade etmişlerdir. Bunun ötesinde yapılacak işlem cemiyetteki mevcut teamülün tesbitidir ki, bunun için de özel bir ihtisasa gerek yoktur; akil-baliğ herkes bunu yapabilir.

Gelecek sayımızda para vakıfları bahsine devam edeceğiz.

*Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2005/1-2, cilt: IV, sayı: 7-8, ss. 33-58. 

Baran Dergisi 495. Sayı