23 yaşında, engelli bir kızın bakışıyla Salih MİRZABEYOĞLU… O’nu benim gözümde anlatmaya çalışırken tam olarak hissettiğim cümleleri bir araya getiremeyeceğimi fark ediyorum. Ama kelimelerin acizliği içinde ve dilimin döndüğü kadar anlatmak istiyorum. Zor bir iş O’nun bende bıraktığı izleri anlatmak… Eserlerinde kavramaya çalıştığım o ihtişamı anlatmak… Fatma Parmaksız bir televizyon kanalında şöyle demişti; “Salih Mirzabeyoğlu kimdir?’e cevap vermek kolay bir iş değil, ciddi bir sorumluluk ister. Kendileriyle alakalı anlatacağımız her şey yarımdır. Onun kimliğinin en güzel, doğru ve tam ifadesi eserlerindedir. Bizler ve tabii ki şahsım, bu eserlerden kendilerini tanımaya ve anlamaya çalışırız.” Anlamaya çalışmak… Sanırım ben dâhil O’nun eserlerini okuyan birçok insanın elimizden gelen, tam olarak bu. Anlamaya çalışmak…
Eserlerinden anladığım kadarıyla Mirzabeyoğlu hakkında -yanlış değil ama kesinlikle eksik- şu cümleleri kurabilirim. O, İslâm’ı eşya ve hadiselere tatbik etmenin doğrulayıcılık mihrakı olarak ‘niçin’ini ortaya koyan bir mütefekkir… O, eserleriyle karanlığa ışık tutan bir yol gösterici… O, nasıl bir Müslüman olmamız gerektiğini gösteren bir iman şövalyesi… O, pazarlıksız Allah ve Resulü diyen ve bunu düşünceleriyle, eserleriyle, yaşantısıyla gösteren bir kurtarıcı… O, Üstad Necip Fazıl’ın ömrü boyunca mücadelesini verdiği Büyük Doğu Davası’na her zerresiyle bağlı ve “Yürüyen Büyük Doğu”nun remz şahsiyeti…
Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in Mirzabeyoğlu hakkında söylediği ve her okuyuşumda gözlerimi dolduran şu sözleri;
 “Fikir çilesinin müstesna genci…”
“Bize ağuşunu açmış, takdirkârıyım.”
“Elime bir genç geçti, pir geçti.”
“Tek kelimemin bile boşa gitmediği bir tek sen varsın”
En güzeli de Mirzabeyoğlu’nun “Akıncı Güç” isimli dergisini “Müjdelerin Müjdesi” diye karşılayışı ve raporundaki şu sözleri; “Birkaç gün önce... Büyük Doğu Yayınlarının idare yerine birer meşale kıvraklığında üç genç geldi. Oturdular ve tek kelime söylemeden bana bir dergi uzattılar: AKINCI GÜÇ... Bunlar bu dergiyi çıkaran ve güden gençler... Gece yatağıma uzanıp dergilerini açtığım zaman ne görsem iyi… Bir baştan öbür başa Büyük Doğu idealinin destanı... Hem de en derin fikir tabakalarına kadar nüfuz edici ve bugünkü aydın İslâm gençliğini Büyük Doğu mihrak ve istikametinde gösterici bir tahlil, terkip, tefekkür ve tahassüs ifadesiyle: ... Alkol kokulu cenaze çelenklerinden daha âdi pohpohlamalarla değil... Duyarak, düşünerek ve yaşayarak... Karanlık bir zindan odasında nabzını sayan bir adama «kalk ve toplan! Yanlışlıklar. İlâhî adaletle kendi kendisine patlak verdi! Artık açık hava ve güneş senin!» hitabına ermiş gibi oldum ve ben de o genç gibi ağladım. 15 yıllık oluşunun harcı içinde alın terim, hummalı nefesim ve olanca kımıldama gücüm yatan «Millî Türk Talebe Birliği»nin nihayet ölü kalıplar içinde donduruluşu, tek ümit halinde yöneldiğim Ülkücü gençliğin de henüz ruh adalelerine büyük vecd ve tefekkür cereyanını vermeye henüz fırsat bulunmayışı önünde, bu en beklenmedik yerden kendi kendisine yükselen ses, bana müjdelerin müjdesini getirdi: “Ve en nihayetinde altını çizerek belirtmem gereken ve tam anlamıyla kanımı donduran rapordaki son cümlesi; “Onlar benim ardımdan gelmeyecek, ben onların arkasından koşacağım.
Salih Mirzabeyoğlu’nun eserlerini okumaya 2 sene önce başladım. Babam üniversite okurken tanışmış Mirzabeyoğlu’nun eserleriyle ve 1987 yılında –ki o zamanlar Salih Mirzabeyoğlu ismi yeni duyulmaya başlamış- Ankara’da O’nun bir konferansına katılmış. Aradan 27 sene geçtiği halde, hala O’nun yüzünün, sesinin ve sözlerinin etkisinden kurtulamadığını söyler. Ama buna hiç şaşırmamışımdır. Çünkü Peygamber Efendimiz(s.a.v) bir hadisinde şöyle buyurmuş; “Sizin en hayırlılarınız (mü’min) o kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah (azze ve celle) hatırlanır.” Bu hadise örnek verilecek insanlardan birinin de Salih Mirzabeyoğlu olduğunu düşünmüşümdür hep.  Babam, O’nun dik duruşunu, her zaman pazarlıksız Allah ve Resulü gayesini savunduğunu, karanlığın aydınlık olması için kendini feda eden bir mücahid olduğunu ve daha birçok gözlerimi dolduran özelliğini anlatırdı. Tabii hepimiz gibi eserlerinden anlamaya çalıştığı kadarıyla. O yüzden eserlerini okumazken de fikirlerini az çok biliyordum. Ama ben en çok Salih Mirzabeyoğlu’nun gerçek mânâda merhameti, yaşantısıyla eserleriyle ortaya koyduğu özelliğine imrenirdim. Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in Reis Bey isimli piyesinde geçen şu cümle “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.” Mutlak mânâda merhamet… Ve bunun en bariz örneğini de Salih Mirzabeyoğlu’nun Yaşamayı Deneme adlı eserinde hissettim.  Rastladım demiyorum hissettim.  Mirzabeyoğlu’nun okuduğum ilk eseri ve bende en çok iz bırakan kitabı buydu. Çünkü Mirzabeyoğlu o kitabında hayatına tatmin edici bir anlam vermeye çalışan ve en sonunda çıkış yolunu kendi bulabilen bir genci anlatıyor. KİM’in romanı bu… Benim hayatım da öyleydi işte. Bazen tanımlamak için bile zorlandığım sorunlarla boğuşuyordum. Hayatta, karşılaştığım bütün engelleri tanımlayıp, çözümüne nasıl ulaşacağımı gösterecek bir kılavuz gerekiyordu. Benim hastalığımdan dolayı özel bir durumum vardı, dolayısıyla birçok problemle yaşamak zorundaydım. Ama etrafıma baktığımda görüyordum ki, özel durumu olmayan birçok insan da mutsuzdu. Ve herkesteki bu ortak mutsuzluğun nedenini tanımlayabilirsem, sanki kendi hayatımdaki sorunlara da tatmin edici bir çözüm bulabilecektim. En azından sorunun ne olduğunu anlayabilecektim. En sonunda bu mutsuzluğun nedenini “Yaşamayı Deneme” isimli kitapta buldum. Sorunumuz şuydu; Biz kurak bir iklime doğmuştuk. Yeni bir dünya görüşüne ihtiyacımız vardı. Hepimiz bir kimlik bunalımı içindeydik. Bu kaosun içinde yaşama savaşı veriyorduk. Ya da yaşadığımızı sanıyorduk sadece. Yeni bir dünya görüşü… Yeni bir dünya düzeni… Eşya ve hadiselere yeni bir bakış açısı… Ve en nihayetinde tam olarak ihtiyacım olan reçete buydu;  “İslâm merkezli bir fikriyat”… Rabbime şükürler olsun ki, bana Salih Mirzabeyoğlu’nun eserlerini anlamaya çalışarak, O’nun İslâm merkezli fikriyatını tanımamı nasip etti.
Geçmişe baktığımız zaman, tarih boyunca peygamberler başta olmak üzere, birçok İslâm âlimi, filozof ve aydının düşüncelerinden, fikirlerinden dolayı türlü işkencelere maruz kaldıklarını görüyoruz. Ama bu durum onların fikirlerinden vazgeçmelerine engel olmamış. Fikir üretmekten, fikirlerinden zerre miktar tavizsiz yaşamaktan asla vazgeçmemişler. İşte bunun günümüzdeki örneği Salih Mirzabeyoğlu. Fikirlerin asla tutsak edilemeyeceğini gösteren bir mütefekkir O. Yaşadığı türlü işkenceler, 16 yıllık hapishane hayatı -bunun 13 yılı tek kişilik bir hücrede-, 14 yıldır telegram işkencesine maruz… Ama bunlar O’nu sahip olduğu fikirlerden ve inandığı düşüncelerden vazgeçirmedi. Telegram gibi zihnin kontrolünü elektro manyetik dalgalarla değiştirebilen bir işkenceye rağmen üç metrekarelik bir alanda o muhteşem eserlerini yazdı. Ve gözlerimi dolduran, hâla etkisinden kurtulamadığım en anlamlı sahne, bütün çektiği ızdıraba rağmen cezaevinden dimdik duruşuyla çıktığı sahneydi. O gün ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Bir televizyon programına verdiği demeç, defalarca izlediğim, her defasında ağladığım, bir iman şövalyesinin İslâm kokulu sözlerini hissettiğim harika bir konuşmaydı. Cezaevinden tahliye olan insanlar genellikle kızını, oğlunu veya herhangi başka şeyi özlediğini belirten cümleler kurarken, O’nun verdiği demeç bambaşkaydı. "Şu an tahliye edildiğim için mutluyum, içeride olmak istemezdim ama bu, benim için hayatımın boşa geçmiş safhası değil. Hayatımı o şartların gerektirdiği şeyleri yaparak geçirdim. O sebeple 'hayatım ziyan oldu' demiyorum.” Bu nasıl bir vakur duruştur Rabbim? Bu senin davana nasıl bir teslimiyettir? Allah’ın davası için her şeyi göze alan bir İslâm mücahidinin bu sözleri beni şaşırtmadı aslında, sadece Allah ve Resulüne ulaşmak için Mirzabeyoğlu’nun yolunu seçtiğim için bir kez daha gurur duydum. Çünkü O’nun davası İslâm davası, O’nun ızdırabı Ümmetin dertleri, O’nun fikirleri İslâm’ın nasıl olması gerektiğini anlatan fikirler. Kendi ifadesiyle “Tenimizi ezebilirsiniz ama ruhumuzu asla! Onu ne işkence zapteder, ne kelepçe, ne pranga. Gülümser gururla inancımız hürriyet buudunda sonsuzca. Bizi edebilirsiniz evimizden, tenimizden, ama dinimizden? Çok şükür pişmanlık uğramadı semtimizden.
Salih Mirzabeyoğlu’nu anlamaya çalıştığım iki senelik süre boyunca, en fazla düşündüğüm konulardan biri de, günlük meselelerin İslâm’a göre nasıl çözülmesi gerektiğiydi. Çünkü Mirzabeyoğlu’nun ortaya koyduğu fikirlerin merkezi İslâm. Günlük meseleler içerisinde de en çok düşündüğüm konu, kendim gibi engelli bireylerin Mirzabeyoğlu’nun teklif ettiği yeni dünya düzeni içerisinde yerinin ne olacağı ya da ne olması gerektiğiydi. İslâm merkezli bir düzende feda edilebilecek hiçbir fert yoktur. Bunu Mirzabeyoğlu’nun bir kitabında okumuştum. Yani bir kolun yoksa diğer kolunla, bir bacağın yoksa diğer bacağınla yeryüzünde İslâm adına uğraş vermek zorundayız. Allah’ın bizi yaratıp dünyaya göndermesindeki gaye, yeryüzünde O’nun adına iş yapmak zorunda olmamız değil mi? Yani bizi kendisinin halifesi olarak yaratmış. Dolayısıyla varoluş gayemizin tezahürünü yerine getirmemiz ancak ve ancak Allah adına iş yapmamızla gerçekleşir. O yüzden de engelli ya da engelsiz, konuşabilsin yada konuşamasın, yürüyebilsin yada yürüyemesin her şeyden önce insan olma bilincini yerine getirmeliyiz. Nasıl bir insan olmamız gerektiğini de Mirzabeyoğlu eserlerinde anlatıyor. Mutlak mânâda insan olma şuurunu yerine getirmeye çalışmak demek, hem varoluş amacımızı yaşamak, hem anlamlı bir hayata sahip olmak, hem de bir şeyler ürettiğimiz için gerçek anlamda mutlu olmamız demek değil midir? Yaradan’ın dilediği gibi tasavvur edip şekillendirdiği ve belirli bir süre için bize emanet olarak verdiği bedenimizdeki herhangi bir eksiklikle yaşamak, varoluş gayemizi yerine getirmekle anlam kazanan bir hayata sahip olmakla daha kolay hale gelmez mi? İşte, ben bu fikirlere Mirzabeyoğlu’nun ortaya koyduğu eserleri sayesinde ulaştım
Hepimiz, her şeyden önce huzur dolu bir hayat isteriz. Ve buna ulaşmanın tek yolu da bizi bizden daha iyi bilen, bizi yaratan Allah (c.c)’in ruhumuza verdiği özellikleri yaşamaktır. Yaradılışımızın bir tezahürü olarak “mutlak mânâda insan olma bilinci” ile yaşamak isteriz. Fıtraten ruhumuzdaki bu gaye zamanla değişebilir. Ailemizin, arkadaşlarımızın, çevremizin kısacası düzenin etkisiyle hayata bakışımız değişebilir. Hayata verdiğimiz mânâ değişir. Yapmamız gerekenleri değil de, düzenin yetiştirdiği insanların nefislerine göre doğru buldukları alışılagelmiş kuralları yaşarken buluruz kendimizi. Dolayısıyla olması gerekeni değil de olanı doğru kabul ederiz. Böyle olunca “neye göre doğru?” sorusuna yanıt bulmaya çalışmayız. Eşya ve hadiseler karşısında bir ÖLÇÜMÜZ olmaz. Bu da demektir ki, “mutlak mânâda insan olma bilincini” yaşamıyoruz. Ve bunun sonucu olarak da anlamsız, mutsuz, en kötüsü de idraksiz bir hayatımız olur. Yani fıtratımızı yaşamamış oluruz. Oysaki “neye göre doğru” sorusuna yanıtımız olmuş olsa, tanımsız hiçbir problemimiz olmaz. Hele ki, ölçü olarak kabul ettiğimiz sonsuz bir okyanussa, sorun dediğimiz şey küçük bir damladır. Benim ölçüm İSLÂM.  O yüzden karşılaştığım her soruna “İslâm'a göre” ifadesiyle yanıt aramaya çalışıyorum. Ve çözüm bulamasam da tanımlayamadığım bir problemim yok Allah’a şükür. Hayatıma bu denli anlam katan ne midir? Bir ölçüyle yaşamam gerektiğini, bu ölçünün ölçülerin ölçüsü olan İslâm olması gerektiğini, meseleleri İslâm’a göre değerlendirirken nasıl yaklaşmam gerektiğini, insan olma bilincine nasıl ulaşabileceğimi, gerçek mânâda merhametin ne demek olduğunu, bir Müslüman olarak dik durmam gerektiğini, daima yükseği hedefleyerek en yükseğe ulaşmaya çalışmam gerektiğini ben Salih Mirzabeyoğlu sayesinde öğrendim. O’nun işlememiz ve kazancımızı kullanabilmemiz için sonsuz sermaye olarak ortaya koyduğu eserleri sayesinde… O’na, hediye olarak sunduğu sonsuz sermayeden dolayı “İyi ki varsınız” diyebilme fırsatım olmazsa bile, gayemiz bir olduğu sürece bütün kalbimle inanıyorum ki, o ellerine sarılıp ağlayabileceğim. Bir insana verilebilecek en güzel hediye duadır. Bir insan için Yaradan’a yalvarmak benim için hep koşulsuz sevgiyi ifade etmiştir. O yüzden ben de Mirzabeyoğlu’nu dualarımda unutmadım, unutmayacağım. Rabbim, bize onun vesilesiyle Kendisi'ne yakın olmayı ve Resulü’nün âlemleri manto gibi saran eteğine tutunmayı nasip etsin. O’nun fikirleriyle dünyanın gül bahçesine dönmesini nasip etsin. Ve en güzeli de; Rabbim, O’na ve O’nun önderliğinde bize İslâm davasını gediğine koymamızı nasip etsin.  
“Sur’da bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes,
Ey kahpe rüzgâr artık ne yandan esersen es
Allah’ın selamı üzerine olsun…”
            Üstad Necip Fazıl KISAKÜREK