Ailelerimiz çocuklarına süper kahramanların münadiliğini yaptığı zamandan beri biz üstadlardan, mütefekkirlerden habersiz yetiştik.
Yetiştik?!
Şimdi insan bunu söylemeye de haya ediyor. Biz yetiştik mi gerçekten? Yoksa fikrî olgunluğun su olduğu bir alemde bizim memleketimiz çöldü de insanın yetişmek dediği şey de bir serap mıydı? Bu cevaplamaya çalışmak üzere hepimizin kafasını kemirecek bir soru olsun. Gelelim meseleye…
Herkes Üstad'ı anlamak ve tanımak için mütefekkiri okuduğunu, tanıdığını söylüyor. Ama benim hikayem kronolojik olarak bunun tersine aktı. Benim mütefekkir ile tanışıklığım Üstad'ı sık sık duyduğum ama tanımadığım o günlerden sonraya kaldı...
Salih Mirzabeyoğlu...
Bu ismi duymak için önce lise sıralarında şu mısraların sahibine büyük bir hayret duygusu yaşayacaktım:
“Ah yolculuk yolculuk
Ne kadar baygın ve soluk
O gün bizde betbeniz
Ve ne titrek kalbimiz
Ve eşyamız küskün..
Üstad'ın “Takvimdeki Deniz şiiri. Lisedeki kitabımızda deniz ortasında kara fırtınalara gark olmak üzere olan bir geminin resmiyle birlikte yer alan şiir… Şiirde kastedilen, resimde gözler önüne serilen mânâ… Tabii o mânâ ancak şimdilerde bir idrakle kesişti. O zamanlar benim için Necip Fazıl KISAKÜREK bir şair, bu şiirse çok iyi tasvirler içeren ustaca yazılmış bir şiirdi. Bu sanış bir kaç yıl daha bu şekilde sürdü gitti. Ne zamana kadar? Üniversite yıllarında, hatta bitmeye de pek az zaman kala. Hem de neyle? Üstad'ın “Bir GENÇLİK! Bir GENÇLİK! Bir GENÇLİK! nidasıyla başlayan “Gençliğe Hitabesiyle.
Garip bir şekilde bir adam çıkmış bir nesilden, bir tarihten, bir gelecekten, bir özden bahsediyor. Bir şair bunu niye yapsın ki? Bizim için edebiyat sadece duygularımızı okşayacak bir şey olmalıydı. Duygularımızı okşamak… Bir şairin işi buydu bizce ve burada bildiklerimizin aksine bir şey vardı. Ya bu adam bir şair değildi ya da bunları söyleyen bu adam, sadece bir şair değildi.
Ve tabii ki ikincisiydi…
Sadece bir şair olmadığı her haliyle belli olan ve ezel ve ebed arasında ağaç gibi köklü bir nesilden bahseden Üstad, daha sonra ardında koca, çınar gibi bir adam bırakmış. Onu bir de şöyle müjdelemişti:
“Hiç beklemediğim bir zamanda hiç beklemediğim bir mekandan bir ışık fışkırdı... Daima böyledir. İlahî tecelliler hep böyle tepeden inme gelir. Allah'ın tecellileri yapmacıksız ve zorlamasız, boynunuz bükük, bir köşenizde otururken geliverir…”
Işık? İlahî bir tecelli? Kimdi bu beklenen ve ortaya çıkışıyla umut veren?
Kaptan Kusto Müslüman
Kaptan Mirzabeyoğlu
Derviş Muhammed…
Üç ayrı söyleyişe rağmen bu üç ayrı söyleyişin işaret ettiği tek bir kişi: Salih Mirzabeyoğlu.. Işık da o, İlahî tecelli de o... Hem de ne kadar genç bir yaşta… Üstad'a “kırk yıldır aradığım ses dedirtecek kadar izan, müşahede ve murakabe sahibi bir genç. Ben bunları anlatacak kadar tasvir yeteneğine sahip değilim. Anlamış da değilim. Sadece anlamaya çalışma çabasına sahibim bir yerde. Ama benim bu yaşta anlamak için kıvrandığım şeylerin o yaştaki düşüneni ve söyleyeni o… Kıskanmak mı bu? Kesinlikle hayır. Benimkisi bir hayret duygusu… İbni Arabî ifadesiyle; mütebessim bir hayranlık.
Dikkat ediniz! Benim kıskanıp kıskanmamam da değil mevzû; burada mevzû başka bir şey. Bizim memlekette bir ışık doğacak da hakikatten yüz çevirmiş birileri bu ışıktan rahatsız olmayacak. Ne mümkün! Onlar ki güya aydınlar. Kendi gözünü hakikate kapamışlar yetmemiş, kara çuvallar icad etmişler başlarına. O da merhem olmamış, en son ışığın üzerini de örtmeye düşmüşler. Hakikaten düşmüşler… O kadar düşmüşler ki neler neler fedâ etmişler. Asla yanlış anlaşılmasın burada fedâ olan mütefekkir mi? Ya da mütefekkirden bir şeyler mi fedâ edilen? Bir şeyi feda etmek demek bir şeylerin eksilmesi eksiltilmesi ile vuku bulur. Mütefekkir kendisi mi yok oldu? Mütefekkirden mi bir şeyler eksiltildi? O hücrede bile kitap yazan birinden bir şey eksiltilmiş olabilir mi? Burada feda edilen; ışığa karşı karartma çabası güden bizzat o insanların insanlığı, aklı ve vicdanı…
Gözlerini de kendi elleriyle kapattıklarına göre ve kendi kendilerini sınırlandırdıkları şu halleriyle, hayat adına tek aktiviteleri; duydukları yalanların ardından gitmek… İşte; insanlığını, aklını ve vicdanını yitiren insan portresi…
Ve şimdi tam aksi…
Üstad'ın adının geçtiği yerde kendi ifadesiyle “adıdeğmez kendisi…
Üstad'ın varlığına göre o ancak “GÖLGEsi… Yine kendi ifadesi...
Onun tek işi bizi bizle tanıştırmak… Bize bizim olandan bahsetmek…
Ne ile? İslâm'a muhatap anlayış ve Allah'a kul olmuş bir akıl ile…
Yine hayret içinde ama bu sefer bir de şüphe ederek… Bu kadar büyük bir işin üstlencisi olmak niye? Taşın altına elini koymak bu. İnsan bunu bile bile yapar mı?
Onun hakkında neye rastlamışsam hep sorular böyle birbirini kovalar. Sonra hepsi nasıl olursa olur kendi kendini cevaplar. İlginç bir şekilde yine aynı şey oldu. Sorulara cevaben iki şey geldi hatırıma. Birincisi “Büyük Doğu öyle bir şey ki kimse kendisi için değil herkes kardeşi için yaşar ve yapar. diyen büyüklerim. İkincisi ise Bakara suresinde mealen “Allah kimseyi gücünün yettiğinden başkasıyla mükellef kılmaz buyuran ayet… Demek ki, bana taş gelen ona taş gibi değilmiş. Demek ki, biz de ona başkası değilmişiz. O bizdenmiş biz de ondanmışız.
Şüphe gitti hayret biraz daha büyüdü.
İnsan dediğimiz eşref-i mahlukat. Ama nasıl ediyorsa ediyor ve başarıyor belhûm adal diyen ayetin muhatabı oluveriyor. Birilerinin bu ayete muhatap olmasıyla mecazen elini taşın altına koyan adamı hücre günleri bekliyor. Bir hücrede geçen her günü, karanlıkta değil; aksine bizzat ışığın kendisi olması hasebiyle, hep olduğu şekliyle geçirebilme istidadını kendinde bulundurabilen bir adam.
Üstad'ın yine kendi hayatımızda dönüm noktamız olan gençliğe hitabesindeki “Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi, cana minnet sayacak kadar gözü kara buyruğunu bizzat yerine getirici.
Bir Mütefekkir. Bir Kumandan.
Peki biz bunları nereden çıkarıyoruz?
Kendi tanımlarından elbette. Fikrin tanımının ortaya koyulamaması hadisesine karşın ortaya bir fikir koyan ve kendi kendini tanımlayan bir mütefekkir. Akıl, şuur, zihin, fikir ve ruh ve insan... Bütün bunlar arasındaki tüm bağları ince ince ören bir adam.
Ve söylediği her sözün bizde bıraktığı histen yola çıkıyoruz. Bir söz söyleyenin hem akla hem kalbe hitap edebileninden bahsediyoruz.
O diyor ki:
“Dâhi bir başkasının içine giren, başkasını veya başkalarını duyan, yaşayan, yani keşfeden adam!..
Ben de kendime bakıyorum. Bir insan ve bir Müslüman olarak kendime kendimi anlatmak için başvuracağım her ne kelime varsa onları bir bir elekten geçirmiş. Ona uğramadan kendimi anlatamıyor oluşum, benim onun beni benden daha iyi tanıdığı konusunda kesin kanaatlerimin sebebi. Söylediği sözler sanki bir evin kışlık erzak ihtiyacı gibi. Bir gün muhakkak birilerine lazım olacağından emin olarak söylenmişler. O yüzden tek bir kelime israfı bile yapmamış… Dâhice değil mi?
Onda öyle bir hâl var ki, sanki; aklını ruhunun karşısına koymuş ve onları birbiriyle konuşturmuş gibi hissettiriyor bana. Sınırlı ile sonsuzu anlamaya çalışmak için çırpınan, ızdırap çeken bir ruhu var. Bu, tüm hırçınlığıyla bedeninden öteye taşmak isteyen bir ruh… Öte yandan onu sürekli teskin eden, müjdeleyen bir kalbi ve rehberi var. Işığa sızacağı delikleri gösteren ve sızabildiği sûrette başarıyı müjdeleyen bir rehber…
Ondaki bu hâl benim zihnimde şunu canlandırıyor: Bir ayağından kelepçelenmiş ve ancak kelepçenin zinciri kadar yol alabilecek bir adamın o zincirin uzunluğundan katbekat fazla yol almak istemesi… Yürüyemediği için hırçınlaşması. Gidemediği yerlere özlemi. Sonra da karşısına çıkan rehberi ve tarifleriyle sıyrılışı engellerinden...
Büyük ızdırap sonrası büyük kavrayış… O merhalelerden bizzat geçmiş fikir çilesi çekmiş… Hiç bir hazıra konuş ya da bedavacılık ya da nemelazımcılık yok onda. Söylediği ne varsa bize.
Diyor ki:
“Tek mesele yaşamaya değer hayatı bulmak. Bütün dâva burada.
İşte hedefimiz!
Diyor ki:
“İmân, akıl işi değildir, akılsızlık işi de değildir; ona, göründüğü yerde, aklın “ruh” anlamı bâki, “imân aklı” da diyebiliriz. O doğrudan biliştir; ve kendi nasibi içinde, dinî veya dinî olmayana bakar... “Din”den kasıt, asıl; yâni İslâm. Saf ve pür bedahet hâlinde bir bilişle imân yanında, düşüncede kendini aşma kabiliyeti vardır; insan, KUŞATAN'ı kavram yoluyla değil, varoluşan KARAR ve İMÂN'la tanır. Herşey bir nasib ve vesile meselesi.
İç içe geçmiş ama birbirinin izahını yapan mânâlar…
Akla çizilen sınırın tarifi…
İslâm'a muhatap anlayış, Allah'a kul olmuş bir akılla O işte bunları diyor biz de ona mütefekkir diyoruz.
Bizim daha önceden Resulullah eliyle çizilmiş olan, ancak aklını sadece şer aleti olarak kullananlar tarafından bir inkılap bahanesiyle silik ve kesik kesik hale getirilmiş tüm çizgilerimizi eski haline dönüştürmek üzere bir sefere çıkmış olmasından dolayı da “kumandan diyoruz.
Üstad ve mütefekkir ile tanışmamızdan sonra yani o zamandan bu zamana… Şimdi etrafıma bakıyorum… Kimimizin aklıyla, kimimizin ruhuyla, kimimizin de düzenle ilgili buhranları var. Görüyorum ki, kim gelmişse eksik bir yanını tamamlamak için gelmiş… Ve herkesin bir yönüyle parçadan bütüne doğru uzanan tahminler yaptığı hususta O, bütünü bütünüyle görebilmiş aynı zamanda parçaların her birini birbirine bağlayan köprüler atmış, bunu da şahsiyetinde tatbik edebilmiş bir kişi. Böyle bir kişi olarak Kumandan, herkese kendisine dair bir şey sunmuş ve ihtiyaçları gidermiş.
Son husus olarak:
“Beni cücelerle karıştırmayınız. Kabaklar ve kabak çekirdeğinden keyfiyetinkiyle mukayese dışıyım. Bu yüzden değil mi ki; fikir ve aksiyon sanatının tezahürsüz ve çilesiz sarı çizmeli Mehmet ağa cinsi adamlarını çizgimin tartışılacak muhatabı saymayışımdaki haklılık?
O böyle dese de tablonun netleşmesi bakımından şunları da söyleyeceğim: Felsefecilerin her kafa hamlesiyle tüm sınırları yırtıp delip geçen tek boynuzlu akıl atına binip kendi kuyruğunu ısıran köpeğin haline düştüğü durumun aksine, O öyle cins ırka sahip bir ata binmiştir ki, bu at iki kanatlı ve sanki her engeli aşabilecek ve her yüksekliğe çıkacak güce sahip. İşte Kumandan böylesi bir atla adım attığı her zeminde galip gelmiş bir adam. Çünkü genişlemesine uzanan sınırları geçmek yerine hedefinde sınırların içindeki bir yüksekliğe ulaşmak var. Bu hedefle fikre İslâm hüviyetini de bu şekilde geri kazandırmış biri, Mütefekkir. O yüzden benim gözümde Salih Mirzabeyoğlu “Fikre hüviyetini veren adam.