Satranç bir gece yarısı New York’tan Buenos Aires’e giden bir yolcu gemisinde geçiyor. Kitabın kötü kahramanı yirmili yaşlarda, ailesini çocukken kaybetmiş, satrançta mağlubiyet yüzü görmeyen, satranç oynamaya başladıktan kısa bir süre sonra adı Josê Raûl Capablanca ve Aleksander Alehin gibi dünya şampiyonlarıyla birlikte zikredilen Czentovic.
Satrançtan başka her şeyi uyuşuk ve beceriksiz şekilde yapabilen, hiçbir gazete ve kitap okumayan, insanlarla konuşurken kendini ifade etmekten dahi korkan Czentovic, satranç tahtasını görür görmez, kişilik değiştiren biri... Bu oyunu ilk izlediğinde hemen nüanslarını yakalamış ve kendisine üvey babalık eden köyün papazını 14 hamlede sıra dışı şekilde alt etmiş. Elbette bir anda da kasabanın odak noktası hâline gelivermiş.
Seyahat ettiği gemideki yolcularla yaptığı müsabakaları bir bir kazanır, bununla da yetinmez, onlara “benim kim olduğumu biliyorsunuz, sizin kim olduğunuz ise beni ilgilendirmiyor. Ben yalnız başıma olacağım, sizler ise hepiniz bir olacaksınız” diyerek bir de topluca yener.
Zweig, Czentovic karakterini öyle bir resmediyor ki, bir yerlerden belirsiz bir kahramanın çıkmasını, Czentovic’i satranç tahtasının ortasına gömmesini istiyorsunuz. Derken…
Gemide bir adam, Czentovic’in yenildiği grup tam hamle yapacakken “Tanrı aşkına, sakın ha!” diyerek dâhil olur ve neler yapılması gerektiğine dâir birtakım stratejiler aşılar kalabalığa… Sahnede Dr. B, tahtada varlık gösteremeyip defalarca yenilmiş bu grup için, karanlıktaki bir mum ışığı sayılabilirdi.
Kitabın düğümlendiği kısımda, yine Zweig’in ıstıraplarını yansıtacak adam Dr. B, hikâyesini gemideki bir kişiye anlatırken, kitabın tarzı değişiveriyor. Zweig’in sürgünde hissettiği duygular bir bir selam veriyor okura Dr. B. üzerinden... Dr. B, Avusturyalı özel bir doktordur; babası imparatorluk yetkililerinden olduğu için, Gestapo’lar burada evini basıyorlar, birtakım Avusturya gizli belgelerine ulaşmak için, Dr. B’yi “yalnızlık işkencesi”ne tâbi tutuyorlar. Zweig, Dr. B üzerinden memleketinden uzakta çektiği yalnızlığı, Alman ajanları tarafından haftalarca maruz bırakıldığı “yalnızlık işkencesi”ni şöyle tasvir ediyor:
Bana ayrılmış oda ilk bakışta hiç rahatsız etmedi beni. Bir kapı, bir yatak, bir koltuk, bir leğen, bir parmaklıklı pencere vardı odada. Ama kapı gece gündüz kilitliydi, masada hiçbir kitap, gazete, kâğıt, kalem durmasına izin yoktu, pencere bir yangın duvarına bakıyordu; bütün çevreme ve hatta kendi bedenime bile tümüyle hiçlik egemendi. Elimden her nesneyi almışlardı, zamanı bilmeyeyim diye saati, yazı yazamayayım diye kalemi, bileklerimi kesmeyeyim diye bıçağı; sigara gibi en ufak sakinleştirici bile benden esirgendi. Tek bir söz söylemesine ve tek bir soruyu yanıtlamasına izin verilmeyen gardiyandan başka insan yüzü görmedim, bir insan sesi duymadım; göz, kulak, bütün duyular sabahtan geceye, geceden sahaba kadar en ufak bir besin almıyordu(…) Suskunluğun siyah okyanusundaki cam fanuslu bir dalgıç gibi yaşıyordu insan, kendisini dış dünyaya bağlayan halatın kopmuş olduğunu ve o sessiz derinlikten hiçbir zaman yukarı çekilmeyeceğini ayrımsayan bir dalgıç gibi hatta. Yapacak, duyacak, görecek hiçbir şey yoktu, her yerde ve sürekli hiçlikle çevriliydi insan, boyuttan ve zamandan tümüyle yoksun boşlukla. Bir aşağı bir yukarı yürürdü insan, düşünceleri de onunla birlikte bir aşağı bir yukarı, bir aşağı bir yukarı yürüyüp dururdu. Ama ne kadar soyut görünürlerse görünsünler, düşünceler de bir dayanak noktasına gereksinim duyarlar, yoksa kendi çevrelerinde anlamsızca dönmeye başlarlar; onlar da hiçliğe katlanamaz. İnsan sabahtan akşama kadar bir şey olmasını bekler ve hiçbir şey olmaz. Bekleyip durur insan. Hiçbir şey olmaz. İnsan bekler, bekler, bekler, şakakları zonklayana dek düşünür, düşünür, düşünür. Hiçbir şey olmaz. İnsan yalnız kalır. Yalnız. Yalnız. (1)
Sorgu esnasında bir boşluktan istifade eden kahramanımız Dr. B, ajanların birinden kitap çalmayı başaracak olmuş ki, bu kitabı günlerce gizli gizli muhafaza edip, defalarca okumuştur. Ne tesadüf ki kitabın adı da gelmiş geçmiş tüm dünya şampiyonlarına ait oyun stratejilerinin içerdiği “satranç”tır. Bu sayede gardiyanlar tarafından getirilen ekmek parçacıklarını satranç taşları olarak kareli battaniyesinde kendi kendine okuduğu şeyleri uygulayarak, körleme (2) stilinde satranç oynama kabiliyetini kazanacaktır Dr. B.
Satrancı kitabından öğrenen Dr. B ve karşısında dünya şampiyonu, hiçbir şey okumamış, kendini ifade etmekten aciz, iki cümleyi bir araya getiremeyen, söylediği şeylerin içinde kibirden başka bir şey barındırmayan Czentovic.
Tekrar Zweig’e dönecek olursak; 23 Şubat 1942 sabahı eşiyle beraber “veronal” adlı ilaçla intihar etti. Olay yerinde bulunan mektupta şu satırlar geçiyor:
“Kendi isteğimle ve bilinçli olarak hayattan ayrılmadan önce son bir görevi yerine getirmeye kendimi mecbur hissediyorum. Bana ve çalışmalarıma böyle iyi ve konuksever şekilde kucak açan harikulade ülke Brezilya'ya içtenlikle teşekkür etmeliyim. Her geçen gün bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim. Benim lisanımın konuşulduğu dünya bana göre mahvolduktan ve manevi yurdum Avrupa'nın kendi kendisini yok etmesinden sonra hayatımı yeni baştan kurmayı daha fazla isteyebileceğim bir yer daha yoktu. Ama hayata 60 yaşından sonra yeni baştan başlamak için özel güçlere ihtiyaç var. Benim gücüm ise uzun yıllar süren yurtsuzluğum sırasında tükendi. Böylece ruhsal çalışması her zaman en büyük sevinci ve bireysel özgürlüğü bu dünyanın en büyük nimeti olan bu hayatı, zamanında ve dimdik sona erdirmek bana daha doğru görünüyor.
Bütün dostlarımı selamlarım! Umarım uzun gecenin ardından gelecek olan sabah kızıllığını görebilirler! Ben, çok sabırsız olan ben, onların önünden gidiyorum.”
Can yayınlarından çıkan kitabın 37. baskısını okuma fırsatını buldum. Almanca aslından (Schachnovelle) tercüme eden Ayça Sabuncuoğlu. Zweig bu son “veda niteliğindeki” eserini Almanya Nasyonal Sosyalistler hâkimiyetinden sonra sürgünde kaleme almıştır. Tarih 10 Mayıs 1933’te Naziler “Alman ideolojisine uygun olmayan kitaplar yakıldı” dediğinde, yakılanlar arasında Zweig’ın kitapları da vardı. Kitaplar yakılmaya başlandığında, Almanların katı disiplini ve son hâdiselerin cereyanı sonucunda ateşin ona da sıçrayacağını öngörerek Fransız yazar Romaind Rolland’a mektubunda; “benim gibi insanları yok edecekler, yaşamak için birazcık hava bile bırakmayacaklar. Peki nereye kaçmalı? Dünya bize kapılarını kapatacak, bense yabancı ve düşman olarak hor görüleceğim bir devletin tutsaklığında yaşamayı istemiyorum” der. Kitapların yakıldığı meşhur yangından önce yayıncısıyla konuşan Zweig kitaplar hakkında kuşkularını dile getirdikten sonra, “Sizin kitaplarınızı kim yasaklayabilir ki” ne de olsa Almanya aleyhinde tek bir kelime bile yazmamış, politik sayılabilecek hiçbir davranış bulunmamıştır” cevabını almıştır.
Zweig 1934’te Londra’ya yerleşti. Burada da yaşamını idame ettiremeyen usta yazar, ilk eşi Friderike Maria Zweig’tan ayrıldı. Sonrasında New York, Arjantin, Brezilya’ya gitti. Buhran ve birtakım yalnızlık problemleri çeken Zweig, 1938’te Lotte Altman isimli bir kadınla Portekiz gezisinde evlendi. Oradan oraya okyanustaki gemi gibi denizin akışında cebelleşen Zweig, nihayetinde Brezilya’nın en büyük ikinci şehri Rio de Janeiro’ya yerleşti. Ve burada son kitabı “Satranç” ilk basımı 250 adet olarak 1942’de çıktı, 1944’te ise New York’ta yayınladı. 1945’ten sonra Almanya’da hakimiyetini yitiren, Nasyonal Sosyalistlerden sonra Zweig’in kitabı 1 milyondan fazla satarak, en çok okunan kitaplar arasında kendine yer buldu. Bu 71 sayfalık hikâye1942’de ikinci eşi ile intihar etmeden önceki son kitabıdır.
Yazımızın sonunda da buraya uygun gördüğümüz Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Gölgeler adlı eserinden bir cümle ile bitirelim…
Batı ile aramızdaki fark da bu; onlar, arayıp bulamamaktan bezgin, bizimki hep miskin…
 
 
1) Stefan Zweig – Satranç Sh. 42
2) Satranç tahtasına bakmadan, akılda oynanan oyun stili.