İlginç, ilginç olduğu kadar da kendi içinde bir paradoks barındıran bir soru ile başlamak istiyorum. Sokrates’i anlamak ve bilmek için Eflâtun’u anlamak ve bilmek lazım, peki; Eflâtun’u anlamak ve bilmek için kimi bilmek ve anlamak lazımdır? Bu sorunun cevabı, hiyerarşik bir yol takib edildiğinde Aristoteles’dir, denilebilir; ancak, bu soruya bizim cevabımız, bir kısır döngü gibi gözükse de, tekrardan Sokrates olacaktır. Evet; Sokrates’i anlamak ve bilmek için Eflâtun’u, Eflâtun’u anlamak ve bilmek için de Sokrates’i bilmek ve anlamak gerekiyor. Burada şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır: Sokrates’i bize anlatan veya tanıtan Eflâtun, aynı zamanda Sokrates’in şahsında kendisini de bize anlatıyor ve tanıtıyor. Bu tür bir ilişkinin tıpkısının aynısı, tam 2500 yıl sonra, Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl ile İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu arasında cereyan etmektedir. Bu ilişkinin tam mahiyetini burada anlatmak mümkün olmadığı gibi, kâmil mânâda izahının da imkân dâhilinde olmadığına inanıyoruz. Çünkü söz konusu “latif” ilişki, baştan sona hikmet içeriyor. Bütün bir “kâinat muhasebesi” ameliyesini, el attığı mevzular üzerinden kendi nefsinde hülasalandıran İBDA Mimarı, iğneyle kuyu kazarcasına, “zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizamı” olarak gördüğü İslâmı, yeni zaman ve mekâna hâkim kılmak ve ayağı yere basar hâle getirmek için İBDA dil ve diyalektiğini örgüleştirmiş, kemâle erdirmiştir. “Telegram Feylosofisi” olarak tavsif edilen “Ölüm Odası B- Yedi” isimli eser bu mevzuda okuyucuya çok şey söylemeli! Nitekim bu yazı dizisinin muhtevası da bu tür bir hikmet yumağının kırıntısı üzerinde yoğunlaşmayı murad ediyor.

Sokrates, Eflâtun’un akıl hocasıdır. Sokrates, talebesi Eflâtun tarafından “boğa bakışlı” olarak tasvir edilmiştir. “Boğa” üzerinden benzer bir tasvir, Üstad Necip Fazıl ile onun mürşidi olan Efendi Hazretleri arasında da söz konusudur. İBDA Mimarı’nın en ziyade sevdiği ve de eserlerinde yer verdiği metaforlardan biri de boğadır. Tilki, yılan, horoz, kurt, aslan, kuş, karınca, pire, deve, köpek ve kedi ise hakeza!.. Meselâ, “Sevr-Boğa. Boğa Burcu: 706: Fikir Kahramanı”(1) … Meselâ, “Ud-Öküz, Boğa Burcu’nun bir ismi. ... Sevr-Boğa, Boğa Burcu: 706: Havk-Ortası boş halka”(2) … Tedaisi, “Abdülhakîm Koltuğu”… “ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU: 732: AHFA HATEM-Çok gizli, pek gizli mühür”(3) … Bu ve benzeri terkiblerin Sevr Mağarası’nda “Nakşi Sırrı” olarak beliren ve “Gizli Zikir” talimine yol verilen “Mağara Dostluğu” ile bir ilişkisi var mıdır, yok mudur?.. Gizli zikirde dilin damağa yapıştırılarak boğazın yolunu kesmesi ve kalbin Allah lafzı ile başbaşa bırakılması “Berzah Sırrı” ile bir ilişkisinin olup olmadığı da bir soru olarak sorulabilir gözükmektedir. Bu mevzu, üzerinde yaşadığımız topraklarda yuvalanan mânânın tersinden delillendiricisi olarak, “Sevr Antlaşması”na yol verenlerin “Cem-i Ezdad” mânâsı içerisinde değerlendirilmelerini de beraberinde getirmektedir, sanırım. Bunun da “Cevn” kelimesi ile olan yakın ilişkisine ayrıca dikkat!

Sokrates’in en meşhur sözlerinden biri, “Kendini tanı!” mottosudur. “İnsanın en bilmediği, kendisi… Kendi kendini bil!” sözü Sokrates’e aittir. İnsanın kendi kendini bilmesi, bizce, “Ben Kimim?” sorusu üzerinden belirli bir mânâ veya anlam kazanır. Sokrates, tüm hayatı boyunca, “Ben kimim, insan nedir, hayat neye yarar?” sorusuna tatmin edici ve küllî bir cevab aramıştır. Talebesi Eflâtun’a miras bıraktığı “horoz borcu” meselesini de bu çerçevede değerlendirmek icab eder. Sokrates, “Ben kimim?” sorusunun cevabını bilinemezliği içinde biliyor olsa gerektir ki, onda tamamlanan, tamam olan, diğer bir ifadeyle de nihaî noktaya taşınmış herhangi bir fikir yoktur. Bundan dolayıdır ki, Sokrates’in bütün bir felsefe anlayışı, “tanımlama” üzerine kuruludur. Onda olur olmadık “dır” ve “tır”lara tevessül edilmediği görülür. Adeta “bulamacasına aramak” esprisini kendisine şiar edinmiş gibidir. Bütün bu özellikler, İBDA Mimarı’nın kendi fikriyatında bayraklaştırdığı özelliklerdir.  

Eflâtun’da bilgi problemine bakıldığında bu mevzu daha bir netlik kazanacaktır. Malum olduğu üzere Eflâtun’un felsefesinde “görünüşlerin bilgisi” çok önemli bir yer tutar. Eflâtun’a göre “görünüşlerin bilgisi demek, fizik nesnelerin bilgisi demektir.” Bu mevzu, yani “görünüşlerin veya fizik nesnelerin bilgisi” mevzuu, Allah Resûlü’nün, “Yarabbi, bana eşyanın hakikatini olduğu gibi göster” hadîsi çerçevesinde yeni bir okumaya tabi tutulsa yeridir. Cengiz Çakmak’ın felsefe ders notlarında(4) verdiği bilgi çerçevesinde söylersek, Eflâtun’a göre fizik nesnelerin bilgisi “eros” ile, fizik nesneleri izlemekle, aşkla, onları daha iyi anlamakla başlar. Burada “aşk” kelimesi kilit bir kavram olarak gözükmektedir. Daha evvel Eflâtun rengi üzerinden, yani mor’dan amor’a geçiş imkânı bulmuştuk. Amor’un aşk mânâsı üzerinden mor ötesine sarkmış, oradan da Allah Resûlü’nün miraç mucizesine yol bulmuştuk. Malum olduğu üzere, Allah Resûlü’nün miraç mucizesi ruh ve beden beraber gerçekleşmiştir. Cebrail Aleyhisselâm’ın refakati ile Sidretül müntehaya kadar gidilmiş, daha sonraki seyr veya yolculuk “aşk” ile gerçekleşmiştir. Aşk ile gerçekleşen yolculuk Allah ile buluşma şeklinde neticelenmiştir. Denilebilir ki miraç mucizesi, “Mutlak Terbiye”nin gerçekleştiği andır. Kul planında sadece Allah Resûlü’ne nasib olan bir tecrübedir sözkonusu olan. Tasavvuf’un niçin tecrübeler manzumesi olarak anlaşılması gerektiği şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Tekrardan Eflâtun’a geri dönecek olursak. Eflâtun’un en değer verdiği kavramlardan biri de “aisthesis” kavramıdır. Eflâtun felsefesinde “aisthesis” kavramı, “algılama, tanıma, farkına varma, deney, tecrübe, duyum” anlamlarına gelmektir.

Burada ağızlarda pelesenk olmuş “Platonik aşk” kavramına da biraz değinmek gerekiyor, sanırım. Malum olduğu üzere, “platonik aşk” kavramı, ideaları en iyi anlatan bir kavram olarak, “ulaşılmaz olana ulaşmaya çalışmak” anlamındadır. Eflâtun’u Eflâtun yapan “İdeler Âlemi” veya “Fikirler Âlemi” kavramı bir yana, “platonik aşk” kavramının varlığı Eflâtun’da tecelli eden mânânın derinliğini göstermesi açısından, daha doğrusu aklın çıkabileceği en yüksek noktaya çıktığını göstermesi bakımından fevkalade bir önemi haizdir. Buradan şöyle bir çıkarsama yapmak sanırım saçma olmaz: Eflâtun, Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’a Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm tarafından teklif edilen aklın, dinden ve hayâdan soyutlanmış olarak, yani “saf aklı”, diğer bir ifadeyle de “beşer aklı”nı en yüksek mertebesine ulaştırmış gözükmektedir. Lâkin aklın kendisinde mündemiç olan din ve hayâdan nasibsiz biri olarak da, “saf akıl” veya “beşer aklı”nı Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın bulunduğu makam olan Sidret-ül müntehadan öteye öyle veya böyle geçirme imkânı bulamamıştır. İslâm tasavvuf erbabının “ruhî huruç” hâlinde kendisine yol bulduğu fena makamına, diğer bir ifadeyle de “aklın iptali”ne de tekabül eden bir mânâda, “ölmeden ölme sırırna erenler” cümlesinden olarak, “aşk” ile yol alınabilecek bir seyre veya yolculuğa nail olamamış, dolayısıyla da fenaya ulaşamamıştır. Ruh ve beden olarak sadece Allah Resûlü’ne nasib olan “Mutlak Varlık olan Allah’ın zâtı ile buluşmak, görüşmek veya konuşmak”, İslâm’ın tasavvuf büyüklerine, Allah’ın Velî kullarına sadece “ruhî uruç” hâlinde nasib olmuştur. Burada İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin tarif edilmezliği içinde Allah’ı tarif eden tarifini hatırlamanın tam yeridir. İBDA külliyatında, “Allah ötelerin ötesinde” diye başlayıp da, “ne ki o zannedilir ona perdedir” şeklinde dile getirilen tariften söz ediyoruz. İBDA Mimarı’nın “Bulamamacasına arama” mottosunu da bu çerçevede değerlendirmek icab eder. Burada şunu söylemeyi de bir görev telakki ediyoruz. Eflâtun üzerinden mottolaştırılan, fakat bizzat Eflâtun’un aklına işaret eden “platonik aşk” tabiri üzerinden “saf akıl” veya “beşer aklı”, tam 2500 yıl sonra, İBDA Mimarı’nın aklı üzerinden “gerçek aşk” ile buluşturulmuş olmaktadır. “Horoz borcu” mevzuunun ana damarı da bu noktada düğümlenmektedir.

Eflâtun’da en önemli kavramlardan biri de “episteme”dir. Cengiz Çakmak’ın felsefe ders notlarından öğrendiğimize göre, “Episteme”, kesin bilgi, sarsılmaz bilgi demektir. Eflâtun’da, insan bu bilginin yani “episteme”nin peşinden koşmalıdır. Ama bu dünyada “episteme”ye ulaşmak mümkün değildir. Malum olduğu üzere, Efendi Hazretleri’nin, meâlen, olur olmadık yerlerde “dır” ve “tır”lardan sakınınız ihtarını da hatırlatan bir yerde, Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sisteminde “kesin bilgi” kâmil mânâda sadece ve sadece “Kur’ân ve Sünnet” temelli “Mutlak Fikir” çerçevesinde belirli bir anlam kazanır ve şekillenir. İBDA Mimarı’nın 2014 yılında Haliç Kongre Merkezi’nde vermiş olduğu “Adalet Mutlak’a” Konferansında üzerinde durduğu veçhile, “Mutlak Fikir” olmadan “Ben doğru olduğumu nereden bileyim!” sorusuna doğru dürüst bir cevap verilemez. Çünkü “Mutlak Varlık” olan Allah ve O’nun kulu ve Resûlü olan Fahr-i Kâinat’ın dışında hiç kimse “Mutlak Fikir” sahibi değildir, dolayısıyla da serdedilen hiçbir beşeri düşünce “mutlaklık” vasfını haiz değildir. Hal böyle olunca, beşer aklı üzerinden söylenen tüm duygu ve düşünceler, Platon’un “doksa” dediği zann çerçevesindedir. Zanna kesinlik kazandıracak olan yegâne şey şahsî tecrübelerdir. Sonsuz sayıda tecrübenin olmadığını, olamayacağını söylemenin bir faydası olur mu, bilmiyorum. Evet, kul planında “mutlak” olmak mümkün değildir. Bu mânâda “Mutlak Fikir”e mutlak mânâda ulaşmak da mümkün değildir. Ancak, hayatın gayesi “Mutlak Varlık olan Allah”a ulaşmaya çalışmak gayesi üzerine kuruludur. Ulaşmak mümkün olmasa da o yolda olmak bir zorunluluktur. Zorunluluğun farkına varıştır ki, hürriyeti getirir, ayrı mesele… Şiir:

Hayattan gaye ölüm
Ölümden gaye hayat
Hayat ki bâki hayat
Ölüm ötesi hayat!

Zaruri bir not: Bu satırların yazarı 50. yaşında olmasına rağmen halihazırda AUZEF Felsefe 2. Sınıf öğrencisidir. Uzun zamandır, Üniversite yıllarından başlayarak, (Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Beden Eğitimi ve Spor Bölümü), 9 yıllık Beden Eğitim Öğretmenliği de dahil, (Eyüp Anadolu İmam-Hatip Lisesi), Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemine gönül vermiş ve devlet tarafından bütün sosyal hakları gasb edilmiş biri olarak, “sadece yaşayabilirsin!” dediği bir çerçevede sosyal hayatını idame ettirmektedir. Bütün derdi, eski bir Beden Eğitimi Öğretmeni olarak, Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemine nisbetle genelde Spor, özelde ise Spor Felsefesi mevzuunun künhüne vakıf olmak ve bunu meydan yerine taşıyabilmenin liyakat şartlarına ermektir. Felsefe okumak istemesinin saikleri, bir taraftan Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemine derinliğine ve genişliğine doğru nüfuz etme iştiyakı, diğer taraftan da doğrudan doğruya Spor Felsefesi mevzuunda yetkin olma arzusudur. Bu yazı dizisinde ele alınan “Horoz Borcu” mevzuu, yazarını sporun kaynağına kadar götürdüğünü düşünüyor. Daha evvel yine Baran Dergisi’nde yayımlanan “Gudde-i Sanavberî veya Epifiz Bezi” ve “Acb-üz-zeneb veya Kuyruk Sokumu” ile ilgili yazılar da dâhil, aslında Spor Felsefesi üzerinde olunduğunu hissettirmektedir. Şu açıdan: Malum olduğu üzere spor, temelde bedenî bir faaliyettir. Hal böyle olunca, bedene olan bakış spora, dolayısıyla da spor felsefesine temel referans niteliğindedir. Fazla dağıtmadan sadede gelelim ve toparlayalım: Bu yazı dizisi, Sokrates, dolayısıyla da Eflâtun’un felsefî anlayışını kritik etmekten çok, Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi üzerinden modern felsefenin kritik edilmesine dair bir sondaj denemesi olarak kabul edilebilir. Bu arada şunu da söylemek gerekir ki, nasıl ki modern sporun kritik edilmesi bizzat modern sporun kendi içinden neşet ettiği Batı fikir ve yaşayışını kritik eden belirli bir ruh ve fikir sisteminin varlığını zorunlu kılıyorsa, aynı şekilde, bizzat modern felsefenin kritik edilebilmesinin asgari şartı da, doğrudan doğruya modern felsefeyi kritik eden belirli bir ruh ve fikir sisteminin varlığını zorunlu kılmaktadır. Bu tür bir değerlendirme yapma imkânı sunan bir fikir sistemi olarak görülmesi gereken Büyük Doğu-İBDA, kendisini İslâm Tasavvufu karşısında Batı Tefekkürünü hesaba çeken olarak gördüğüne ve bunun da dil ve diyalektiğini örgüleştirdiğine göre, bu mevzuda atmasyoncu bir tavır takınılamayacağı çok açıktır. Diğer taraftan, sondaj denemesi yapma imkânı sunan bir keyfiyette olduğu da barizdir. Geriye doğru bir okuma yapmak isteyen okuyuculara ve de bundan sonra yazılması hedeflenen yazıları okumak isteyenlere bir nebze yardımcı olabildiysek ne ala!
 
1*http://www.barandergisi.net/olum-odasi-b-yedi/olum-odasi-b-yedi-icimde-kivrilan-lisn-373-h2934.html
  2*http://www.barandergisi.net/olum-odasi-b-yedi/olum-odasi-b-yedi-tasarruf-ahlaki-397-h3940.html
  3*http://www.barandergisi.net/olum-odasi-b-yedi/olum-odasi-b-yedi-derya-ya-karsi-abdulhakim-koltugu-403-h4154.html
4*https://auzefalmsstorage.blob.core.windows.net/auzefcontent/ders/ilkcag_klasik_donem_felsefesi_metinleri/11/index.html#konu-5


Baran Dergisi 594. Sayı