Ehl-i Beyt diye anılan Sahâbî’den bir kesim ve sonrasında onların evladları, Ehl-i Sünnet’in kendisidir; O değil, O’ndan hikmeti çerçevesinde topyekûn Ehl-i Sünnet’e renk verenler bütün bir sahabe kadrosu ile birlikte aynı zamanda bu NUR neslidir. İslâm cemaatinin (Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat) içinden birkaç yüz kişiyi ayırıp, onları tarihî süreç içerisinde farklı adla anmak ve sonra gelenleri bunların farklı oldukları inancına düşürmek, hakikaten İslâm’a kurulan en büyük Yahudi tuzaklarındandır. Bugün Şia başta olmak üzere, güya Ehl-i Beyt taraftarı görünen birçok zümrenin görüşlerine bakıldığında katı bir Sahabe düşmanlığı, Hz. Aişe başta olmak üzere Efendimiz’in birkaç hanımına kin ve nefretleri, imamet başlığı altında haddi aşan bir yüceltme ile 12 İmam tapınmacılığı görülmektedir. Oysa İmam-ı Zeynelâbidîn’in çocuklarından bir tanesinin adı Ömer Eşref, İmam-ı Musâ Kâzım’ın kızlarından birinin adı da Aişe’dir. Yine İmam-ı Câfer-i Sâdık Hazretleri, İmam-ı Azam Hazretleri’ne iki yıl hocalık yapmış, aynı zamanda İmam-ı Azam’ın dul kalan annesi ile evlenmiştir. On İki İmam diye bilinen İmamların hiçbiri Sahabe hakkında onların manevî hâlini incitici bir söz söylememiş ve kendinden sonrakilere böyle bir gelenek bırakmamıştır. Hatta bu yönde temayülleri olanları azarlamıştır. Şöyle ki: “Urve bin Abdullah anlatıyor: İmam-ı Muhammed Bakır’a (radıyallahu anh) kılıç süslemenin hükmünü sordum, dedi ki: ‘Bunda beis yoktur. Zira Ebu Bekr es-Sıddık’ta kılıcını süslemiştir.’ ‘Sen Ebu Bekr’e ‘sıddık’ mı diyorsun?’ diye sorduğumda yerinden sıçrayıp dedi ki: ‘Evet! Sıddık! Evet! Sıddık’ diyorum. Kim ona sıddık demezse, Allah onun dünyada ve ahirette sözünü tasdik etmesin!” (İmam-ı Şeblenci, Nurul Ebsâr, s.159)

Aşikardır ki kahvehane hükmünde bir yere eczacı levhası asmakla orası eczane olmayacağı gibi Ehl-i Beyt levhası asılan ve içerisinde güya Ehl-i Beyt’e bağlılık iddia edenlerin haddini aşmış davranışları ve tahrif edilmiş dinî-ilmî bilgileri yerleştirilen yer de “Ehl-i Beyt” mânâ ve cilvesine o kadar uzaktır.

Ehl-i Beyt Kime Denir?
Allah-u Teâlâ, Peygamber Efendimiz’in hanımlarına hitaben; “Evlerinizde oturun, eski cahiliye adetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekatı verin, Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, (Rics’i) sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzab 33: 33)

Hz. Aişe (radıyallahu anha) diyor ki: “Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir sabah siyah yünden yapılmış bir abaya (örtüye) bürünüp evden çıktı ve oturdu. Önce (kızı) Fâtıma yanına geldi, onu hemen abanın altına aldı. Sonra Ali geldi, onu da abanın altına aldı. Sonra Hasen geldi, onu da abanın altına aldı. Sonra Hüseyin geldi, onu da abanın altına aldı. Sonra buyurdu ki: Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden ancak (manevî kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Müslim)

Bu âyet-i kerîme ve hadis-i şerîfe göre, Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ev halkı olan zevceleri ve kızları Ehl-i Beyt’e dâhil oldukları gibi, ayrıca Peygamberimiz’in (s.a.v.) kızı Hz. Fâtıma, damadı Hz. Ali, torunları Hz. Hasen ve Hz. Hüseyin de Ehl-i Beyt’e dâhildir ve bunlara “Ehl-i Kisa, Âl-i Abâ” denir. Hz. Peygamber ile birlikte abâya bürünenlerin sayısı beş olduğundan, onlar “Hamse-i Âl-i Abâ, Pençe-i Âl-i Abâ” diye de anılmışlardır. Ayrıca Hz. Hasen ile Hz. Hüseyin’in çocukları, torunları ve kıyamete kadar gelecek olan nesilleri de Ehl-i Beyt’e dâhildir. Bazı rivayetlerde Selman-ı Farisi’nin de Ehl-i Beyt kadrosundan olduğu söylenmiştir.

«7 gök tabakasını gösteren “Ye, Dad, Lâm, Nun, Ra, Tı, Dal” harflerinin ebced toplamı: 1103: AL-İ ABA-“Ehl-i Beyt”... HAMSE-İ AL-İ ABA, yâni “örtü altındaki beşli” de denilen Allah Sevgilisi ve aile efradını temsil eden 4’lü topluluk, aynı zamanda ASHAB’ın da aynı hisseden temsilcisidir ki, fertte toplu topluluk hakikati liyakatini temsil edenlerin de hangi kavimden olursa olsun EHL-İ Beyt’ten oluşlarını gösterir. » (S. Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası B Yedi: Matla Beyitler, s. 277)

On İki İmam ve Devam Eden Ehl-i Beyt
Ehl-i Beyt imamları sayısız... Bu sınır Şia’yla başladı ve onunla meşhur oldu. Hulefa-i Raşidin’den ilk üç halifeyi ve sonra gelen halifelerin büyük kısmını red ettikleri, bu reddediş esnasında kendilerine Ehl-i Beyt’in 12 güzide insanını maske kıldıkları için İslâm coğrafyasında “On İkiciler”, “On İki İmamcılar” mânâsına gelen İsna-i Aşeriyye ismi ile anıldılar. On iki sayısı özellikle seçilmiş gibi durmaktadır. Bakalım:

On iki (12)!.. Bir yılda 12 ay, burçların sayısı 12, saatin bölümlenmesi 12, kaburga kemik sayısının 12 olması, İsa’nın 12 havarisi, Eski Ahit’te Harun aleyhisselam’ın omuzluklarına konduğu ve üzerinde 12 İsrailoğlu’nun adının yazılı olduğu akik taşları, Elim’in 12 su kaynağı ve Yeşu’nun Erden ırmağının ortasından 12 taş aldırıp ahit sandığına koyması, Yuhanna’nın İncilinde cennetlik Kudüs’ün 12 kapısı olduğu ve Kuzu’ya tapınma için 12x12 kişinin seçilmesi, Alpenga vaftiz şapelindeki mozaikte kullanılan 12 güvercin figürü ve sair veriler 12 sayısını oldukça gizemli kılmaktadır. Ancak bu gizemlilik hâli daha çok birbirini tetikleyici taklidi bir durum izlenimi vermektedir. Şöyle ki: Şia’nın bazı mevzularda aşırılığı, Yahudi yahut Hristiyanlara benzeme güdüsünün haddi aşan noktada oluşu 12 sayısı ile imamların sınırlandırmasını beraber getirmiş olabilir. Nihayetinde Ehl-i Sünnet’te böylesi bir sınır yoktur, günümüze kadar gelen ve tertemiz şecereleri ile malum olan zatlar, saygı görmekte, ayrıca kendilerinden her zaman ilim ve hikmet devşirilmektedir. 12 taklitçiliğinin basit bir örneği: Şii eğilimleriyle tanınan Bektaşi dervişlerinin 12 kamalı bir başlık giymeleri ve bellerine Hacı Bektaş taşı denilen onikigen bir akik taşı takmalarıdır. Akik taşı Hz. Harun’dan hatırlanmalıdır.

On iki imamın ilki Peygamberimizin övgü ve iltifatlarına mazhar olmuş, ilim ve iman okyanusu yüce Sahâbî, cennet ile müjdelenenlerden, Efendimizin amcazâdeleri ve damatları İmam-ı Ali. Sonra sırasıyla: İmam-ı Hasan, İmam-ı Hüseyin, İmam-ı Zeynelâbidîn, İmam-ı Muhammed Bakır, İmam-ı Câfer-i Sâdık, İmam-ı Musâ Kâzım, İmam-ı Ali Rıza, İmam-ı Tâki, İmam-ı Hâdi, İmam-ı Askerî, İmam-ı Hüccet.

İmam-ı Hüccet: İmam-ı Askerî’nin oğulları… Asıl adı Muhammed Mehdî. Temiz yaradılışlı, kerametler hazinesi... On ikinci İmam… Şia bunu ahir zamanda gelecek mehdî zannetse de bu alakası olmayan ve sadece isim benzerliğinden ibaret bir inançtır. Ancak tevafuklar ve tedailer zinciri boyunca, asıl dememek ve “dır ve tır”lar ile kestirip atmamak kaydıyla, ilim ve hikmet kapısı her çeşit yoruma açıktır.

Sakarya’da Yeşeren Mânâ; Kumandan
Mevzuyu tevafuklar ve tedailer boyunca işleyecek olursak, İmam-ı Hüccet. Hüccet: Delil, senet, vesika, şahid... İmam-ı Askerî. İmam-ı Hüccet’in babasının lakabı. Askerî ismi Samarra’da oturduğu el-Asker Mahallesine nisbetle. Asker: Türkçe; er. Farsça; leşker. Arapça; askar. Latince; exercitus. Ayrıca ordu mânâsı da mevcut. Tevafuklar boyunca; Salih Mirzabeyoğlu’nun babası Hava Astsubayı iken emekli oldu ve hatırlanırsa -ki arşivlerde mevcut- 25 Ocak 2000 tarihindeki Metris hâdisesinin arkasından Hürriyet gazetesinin manşetine yansıyan haber “Salih Mirzabeyoğlu asker çocuğu imiş. Ve bir başka malum, Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri Hz. Hüseyin neslinden. Abdulhakîm Arvasî Hazretleri, Salih Mirzabeyoğlu’nun babaannesinin dayısı. Ve diğer tevafuklar, bu defa Mirzabeyoğlu’nun eserinden:

«İMAM-I HÜCCET: 493.

Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 1493.

İfrat hâlde tecrit. (Noktalı harfler): 493

İ’timan: Emniyet etme. Emin bulunma: 493.

Fatiha: Bir şeyin başlangıcı. Başlamak. Karar vermek. İki defa nazil olmuş olan, Kur’ân’ın birinci sûresi: 493.
Besalet: Yürek sağlamlığı: 493.

Dimne(t): Duvar temeli. (Dimne: Tilki): 494= 1493.

Küst-ic: Mecusiler kuşağı. (Nefs): 493» (Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası: Giriş, s. 447)

Asker. Arapça; askar. Türkçe asker mânâsına gelen kelimenin kökeni; Su/sü. Asker kelimesi aynı zamanda Orta Asya’da erkek adı. As-ker diye hecelendiğinde. “As” Türk efsanelerinde, ulvî, ilahî, ulu gibi mânâlara gelirken “ker” sınır, çadır, mesken, kötülük gibi anlamlara gelmekte. İskandinav ülkelerinde Asgeir kelimesi de benzer anlam taşımaktadır. As; ilah, geir ise Mızrak. Asgeir; Allahın mızrağı. Dikkat çeken ihtimal. Oscar kelimesinin de buradan türemiş olabileceği. Peki, Oscar’ın mânâsı ne? Oscar; yabancı, dışarıdan gelen, profesyonel olmayan, edebiyatta savaşçı, kahraman. Bir cephesiyle asker. Ker; kötü varlık. Eşdeğeri; ger/kir/gir. Bu kelime çoğu zaman sıfat olarak kullanılır. Sümerlerde “Kur” adlı bir yeraltı canavarı bulunur ki, yer altında yaşayan varlıkların “Ker” sözcüğü ile tanımlanmasının kökeni buradadır. “Altını şer, incisi ker” şeklindeki halk deyiminde de bu kavram görülmektedir.
Ölüm Odası; Salih Mirzabeyoğlu’nun destansı mücadelesinin en önemli verimlerinden biri. Dünya dil ve tefekkür ürünlerinin İbda Fikir imbiğinden geçirilerek dökümünün çıkarıldığı, kâinat muhasebesi haritasının çıkarıldığı dil topografyası, kumaşı fikir ve estetik olan lügat çarşafı. Mevzumuz orada şöyle ele alınıyor:

«ASKERÎ: (Muhammed Mehdî Hazretleri’nin babası Hazret-i Hasan’ın lakabı): 360.

Sipahsalar: Serasker. Askerlerin en büyüğü: 360.

Ziberkan: Ay, kamer. Ay ve güneş: 360.

Naşıt: Vahşî sığır. Bir yoldan ayrılan küçük yol. Bir burçtan başka bir burca varan yıldız. Neşeli ve şen adam: 360.
Asr: Yüzyıllık zaman. Gece ve gündüzün her biri: 360.

Sakar: Cehennemin bir ismi. (Üstadım’ın, bana ithaf ettiği “Noktalama”lardan, CEHENNEM: Ateş beni yıkayan, yuyan, emziren annem! - Bir arınma kurnası olsa gerek Cehennem... İsmini hatırlayamadığım bir Noktalama: O’na yakınlık ateş, O’ndan uzaklık ateş, - Bu ne bitmez çiledir, vicdan azabına eş... SAKARYA isimli şiirinden: Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya... Zebane: Alev... Zeban: Dil. Lûgat. Lisan. Lehçe.): 360.

Şin. (Kürtçe): Mavi: 360.» (Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası: Giriş, s. 447)

KUMANDAN: İdamdan dönülmüş mahkemede Hâkim sorusu: “Size neden Kumandan diyorlar?” Cevab: “Lakap, asıl adından başka bir kimseye başkalarının taktığı addır.(...) Kumandan lakabı da bana 1980’lerde ‘Rapor’ Dergisi çıkarken yakıştırılmış bir lakaptır.” (21 Şubat 2000 tarihinde DGM’de yapılan savunmadan). Bu mânâ çerçevesinde ve on ikinci imam Mehdî Muhammed bin Askerî Hazretlerinden mülhem (askerî) Salih Mirzabeyoğlu. Leşkerkeş: Kumandan.

İbda bir cephesiyle; hüccet, delil. Sakarya bir ırmak adı. Su gibi keyfiyet hatırlanmalı! Sakarya şiirinin yazılış tarihi: 1949. Salih Mirzabeyoğlu’nun doğum tarihi: Mayıs 1950. Ana rahmine düşüş: 1949. İncelik idraki, şiirle beraber. Dünya mü’mine zindan, yâni cehennem. Yerinde kullanma kaydıyla “teşbihte hata olmaz” hikmetinden ilhamla, SAKAR: Cehennemin bir ismi. Mirzabeyoğlu’nun yaşadığı hayat malum. İbda diyalektiğinin örgülenişi; fikir ve aksiyon dünyasının bâtıldan, fesattan arınışı, arındırılışı, onlarca yıllık zindan hayatı ve Telegram işkencesi vesaire. “İfrat hâlde tecrit” iltifatına bitişik olarak “Giden şanlı akıncı ne gün döner yurduna” muradının yaşanışı. “Fikri yaşamak, yaşamayı fikir bilmek”; Mütefekkir’in ana fikri. Diğer taraftan; akıncının fikre mahsus yönü olmakla beraber daha çok askerî bir keyfiyet söz konusu. Böyle olunca fikir ve aksiyonun birlikte terkib edildiği mânânın yâni Gölge’nin zuhuru, ardından Hicrî 1400’e denk gelmesi ayrı bir hikmet; AKINCI-GÜÇ’ün fışkırışı. Hüccet’ül İslâm, Gazalî’nin bir lakabı, ismi. Bu mânâda İslâma Muhatap Anlayış davasının ehil ellerde örgüleşmesinin bir hüccet olması.

Sakarya şiirinden: “Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader”. Zodyak’ın burç sırasına göre akrep burcu 8. sırada ve elementi su. Salih Mirzabeyoğlu’ndan: “Biz, su gibi bir keyfiyetin mâlikiyiz; buhar oluruz, buz oluruz... Fikirse fikir, kavgaysa kavga; her şartta geçerli bir hassaya sahibiz...” Derdi olanın dertle kavrulduğu, çilesi olanın çilesi ile yaşadığı bir derin iklim, sırrına vakıf olmadığımız ulvi bir hâl: “SAKARYA isimli şiirinden: Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya.” Müjdelerin müjdesi; “Kalb: 1131= 132: İsna Aşer-Oniki. “Rüya’da gelen mânâ; 12 sığır yavrusundan biri, mucize beyanıdır!”; Onuncusu Efendi Hazretleri olan, Mehdi’yi Hâmil On Süvarî, Üstadım ve ben…” (Baran Dergisi, Ölüm Odası B Yedi, 345. Tefrika)

Nihaî Sözümüz:
Bugün yaşadığımız hayatta İbda, tüm bâtıl itikatları ayıklamış ve çerçöpten insanların bu temiz neslin mânâsını lekelemesine izin vermemiş olarak has ve som bir fikir ve aksiyon hareketi olarak yürümektedir. Ehl-i Sünnet demekle Ehl-i Beyt demenin aynı şey olduğunu bilen bu davanın sahipleri, kendi batıl görüşlerini Ehl-i Beyt başlığı altında pazarlamaya çalışanlardan kendilerini tecrid etmesini bilmekte ve böylesi bir ihanetin en fazla “on iki imam” şeklinde zihinlerde tasnif edilen büyüklerimize zarar verdiğini ilan etmektedir. Kaldı ki, Ehl-i Beyt İmamları on iki ile sınırlı olmadığı için sapa sağlam bu şecereden gelen İslâm büyükleri de, her birinin kıymet derecesi farklı olmak üzere değerlidir. Bugün İbda’nın mücadelesi İmam-ı Azam’ın Ehl-i Beyt’e gösterdiği muhabbet derecesinde bir mücadeledir. Malum olduğu üzere İmam-ı Azam bu mücadele esnasında işkence görmüş, zindanlara atılmış ve bir müddet sonra şehid edilmiştir. Yine aynı şekilde aynı mânâ iklimine bağlı olarak Yavuz Sultan Selim Han’ın Ehl-i Beyt’e ihanet eden, o büyük imamların ruhaniyetlerini inciten sapkın taifeyi imha edişindeki tavrın da muhibbidir, biatlısıdır.

Baran Dergisi 569. Sayı