«Muhiddin-i Arabî Hazretleri, Allah’ın güzel isimlerinin “Rahman” kasdıyla, “biz bildik ki, Âlem insanların takva ehli olmasını gerektiren İlahî bir ismin tasarrufu altındadır!” buyuruyor… Onun muradı ve kasdı belli; Allah’ın “Rahmetim gazabımı geçti” buyurmasının, bâtın yaşaması içinde ifâdesi. O murada ve kasda bağlı bir iş hâlinde fikir ve ilimde takva da, tetkik, tahlil, tahkik, keşif, icâd, tecrübe olarak, arama, tarama ve tecrit işi…» (İbda Mimarı Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, Madde Nedir?, sh. 13. Vurgular tarafıma ait.)

Hak vaki oldu ve Kumandanımız Dar’ül-Bekaya göçtü; şimdiye kadar göçen ve bundan sonra göçecek herkes gibi… O imtihanını Allah’ın izniyle başarıyla verdi, ama aynı zamanda üzerimize de çok büyük bir mesuliyet yükledi. Onun gölgesi altında günlerini tüketen bizleri “işte ne marifetin varsa gösterme zamanı, bedavacılığa paydos!” diyerek hiç ummadığımız bir anda, rahmetli Üstad’ın tabiriyle, agoraya sürüverdi. Evet, giderken Kumandan’a has bir üslupla bize yapacağını yaptı lakin arkasında büyük bir kâinat muhasebesi bırakarak yaptı bunu. Bize ve Ümmet-i İslam’a mirasların en büyüğünü verdi, elbette sorumlulukların da en büyüğünü yükleyerek: 15. İslâm asrında İslâm’ı bir bütün halinde hayata tatbik etmenin yol göstericisi, fikrî ve siyasî sabitelerini tayin edicisi bir külliyat ve diyalektik ve bu vazifeyi tatbik mesuliyeti… Yukarıda iktibas ettiğim pasaj Kumandan’ın “Madde Nedir?” İsimli eserinin Takdim bölümünden ve bir türlü fehmedilemeyen “takva” meselesini, takvanın ne olması gerektiğini bir çırpıda anlatıyor. Demem o ki, BD-İbda külliyatı, bir bütün halinde ne aradığını bilene ipuçlarını değil, olduğu gibi hadisenin içyüzünü veriyor. Allah her ikisinden de razı olsun, bizi onların şefaatlerine nail ve layık etsin.

Kumandan’ın tavsiyesi istikametinde 2 sene üzerinde çalıştığım “Vakıf” bahsinin ardından, “şimdi de bunun üzerine eğil ve mutlaka her hafta bir sayfa dahi olsa yazmaya çalış” dediği “iktisad” mevzuundaki yazılarımı sürdürme, bu konuyu enikonu tetkik, tahkik ve tecrit işine tüm cehdimi verme azmindeyim; yani takva peşindeyim. Bu yazılardan kimin ne aldığını bilmiyorum ancak en çok kazananın kendim olduğu kanaatindeyim, tıpkı vakıf mevzuunda olduğu gibi. Zaten büyükler ne söylerse söylesin boş değildir, bir hikmeti vardır.

Ezcümle, iktisad bahsini, bazen güncel olayları ele alarak, bazen kimi teorik meselelere değinerek, hep yazılarımı okuduğu hissi galibi içinde sürdüreceğim.
(…)
Son günlerde ülkemizin ana gündem maddesi ne seçim, ne Afrin, ne FETÖ, ne de başka bir şey. Varsa yoksa dolar; indi, çıktı, tekrar indi, tekrar çıktı, vs. “Dalgalı kur sistemi içinde kalınsın ama Merkez Bankası da müdahale etsin”, “dolar yasaklansın”, “sabit kur sistemine geçilsin” şeklinde öneriler mevcut. Ancak ihracatın önünü açmaya çalışan, bunun için de dünya sistemine entegre olmaktan başka çıkar yol göremeyen hükümetin ise işi gerçekten kolay değil. Hele ki dünya iktisadî düzeni dolar üzerine kuruluyken ve ülkemiz bu düzenin aktif değil, pasif bir üyesiyken…

Yazılarımda müteaddit defalar işlediğim bir konu bu para meselesi… Para, temelde malların mübadelesi için icad edilmiş bir vasıta ve halen de öyle tanımlanıyor. Lakin 19. Asrın ikinci yarısından itibaren, hem de halen madenî para rejimi dünyaya hâkimken, üretimin müthiş bir ivme kazanması sayesinde, ülkeler arası ticarî münasebetlerin önceden görülmemiş bir seviyeye gelmesi mümkün oldu. Dolayısıyla, madenî paralar, miktar olarak tedavüle yetersiz kaldı; bundan istifadeyle, “sermaye hilesi” olarak altun ve gümüş, eldeki mevcutların birkaç katı meblağlara teminat verilmeye başlandı. Böylece kâğıt paranın da dâhil olduğu muhtelif talî enstrümanlar (tahvil, bono, vs.) dünya piyasalarında arzı endam ettiler. Artık maden de olsa para, salt bir mübadele vasıtası olmaktan çıkarak, kendisi alınıp satılan, onu darp eden memleketin iktisadî politikalarına, askerî ve siyasî gücüne, üretim kapasitesine bağlı olarak değişkenlik gösteren müstakil değer sahibi bir mal halini aldı. Bilhassa ikili maden sisteminin (altun ve gümüşün aynı anda geçerli olduğu para sistemi) egemenliğindeki ülkelere (Fransa, Osmanlı, Rusya, Almanya gibi) yönelik manipülasyonlar, bu ülkelerin iktisadî dengelerini bozacak bir mahiyet bile arz edebilmekteydi. Ülkelerin o devirlerde madenî paraya bugünkü sabit kur sistemine benzer bir değer biçmelerinden dolayı, madenin gerçekte daha düşük veya daha yüksek değerde olması gereken dönemlerde illegal yollardan ülkeye altun veya gümüş sokulması ya da çıkarılması vasıtasıyla bu ülkelerin emeği ve üretimi amiyane tabirle çalınmaktaydı. Sadece sıradan insanların değil, devleti yönetenlerin de değerli madenlere itimadının bu hadisenin yaşanmasında önemli bir amil olduğuna şüphe yok. Ancak meselenin siyasî ve ticarî ayakları da en az bu kadar etkiliydiler: Devletin itibarı olarak gördüğü kendi darp ettiği paraya ülke içinde geçerli bir değer biçmesi, her ülkenin kendi iktisadî habitatının diğerlerinden farklı olması dolayısıyla âdet ve kural farklılıklarının mecburi mevcudiyeti, hükümetlerin zafiyetlerinden yararlanarak spekülatörlerin ve kalpazanların büyük paralar kazanmasına yol açtı. Madenin daha ucuz olduğu piyasadan alınıp el altından daha değerli olduğu ülkeye sokulması ve merdivenaltı bir darphanede “gerçek” para olarak basılması işlemi biçiminde özetleyebiliriz bu yapılanı. Osmanlı’ya 19. Asır boyunca bu şekilde sokulup tedavüle sürülen paranın (bazen de tersi) çok büyük miktarlarda olduğu tahmin edilmektedir. Osmanlı idarecileri bu durumun farkında mıydılar bilmiyoruz.

1929’da yaşanan büyük buhran sonrasında madenî para sistemi çöktü ve dünya üzerinde altun ve gümüş yoluyla sağlanan “bileşik kaplar sistemi” bozuldu. Bu aynı zamanda İngiltere’nin 150 yıldır dünya üzerinde sağladığı iktisadî saltanatın da sonu anlamına gelmekteydi. Kapitalizmin talihi midir, yoksa bilerek mi gerçekleştirilmiştir, şu an tartışmayacağımız sebeplerle, hemen akabinde çıkan 2. Dünya savaşı, mecburen sürmesi gereken uluslararası ticaretin mecburen olması gereken rezerv parasını doğurdu: ABD doları… Altun ve gümüş ya da bunlara dayalı “kaime” banknotların yerine doğrudan bir kâğıt para, dünyada ilk defa, dünya ticaretinde kabul gören para olarak ilan edilmekteydi. Buna Bretton Woods sistemi denir. Bretton Woods, aslında sağlam bir mantık üzerine kuruludur ve tutarlılık dairesini tamamlamaktadır. Eskiden kalma psikolojik baskılarla, emisyon hacmini denetim altında tutmak ve ABD’nin bu para basabilme imkanını suiistimal etmesini önlemek maksadıyla dolar ile altın arasında bir münasebet kuruldu: ABD, bastığı doların yüzde onunu elinde bulundurmak zorundaydı. IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, BM ve NATO, bu düzenin diğer ayaklarını oluşturmaktaydı.

Bretton Woods’tan 25 yıl sonra, 1970 yılında dünyada dönmesi gereken altun karşılığı dolarla gerçekte dönen arasında neredeyse iki kat bir fark oluştuğundan, vakıayı resmileştirme adına ABD, dolar ile altun arasındaki münasebeti tanımadığını ilan etti ve akabinde Federal Reserve Bank’taki altun gişesini kapattı. Bu tarihe kadar, getirilen dolar karşılığı altunu ödemeyi taahhüt etmekteyken, artık böyle bir taahhüdü olmadığının deklarasyonu, “istediğim kadar dolar basabilirim” anlamına gelmekteydi. Öyle de oldu ve ABD, 1970’lerin sonuna doğru, yani yaklaşık 7-8 yıllık zaman diliminde, o zamana dek basılan kadar parayı dünya piyasalarına sürdü.

1970 yılı dünya için önemlidir. Bu tarihte ABD merkezli Batı düzenini yöneten “akıl” birkaç karar aldı. Bunlardan ilki yukarıda ifade ettiğimiz doların tek başına, herhangi bir karşılığı olmaksızın küresel ticaretin rezerv parası kabul edilmesiydi. İkincisi, yine bunla bağlı olarak, kendisi adeta bir “ruh” olan kâğıt paranın bir bedene ihtiyacından ötürü petrolün altun yerine ikame edilmesiydi. Artık küresel petrol ticaretinin dolar ile yapılması ABD tarafından sıkı sıkıya takib edilen adı resmen konmamış bir kural haline geldi. Bu daireyi tamamlamak üzere alınan üçüncü karar ise Çin’in Amerikan düzenine eklemlenip dünyanın üretim üssü olmasıyla neticelenecek adımların atılmasıydı. Çin’e BM’de veto hakkı tanındı. ABD ile resmi ilişkiler geliştirildi. 50 sene sonra bugün Çin iktisaden ve siyaseten dolar düzenine bağımlı bir ülke haline gelmiştir.

Bu dönemde bana göre o tarihlerde kurulan yeni dünya düzeni dairesini tamamlayan son bir karar daha hayata geçirilmeye başlandı. Petrolün üzerinde oturan İslâm ülkelerinin küresel dolar düzenine tehdid oluşturmasını uzunca bir süre, en azından bir asır önlemeye matuf bir karardı bu ve bilhassa Türkiye’yi ilgilendirmekteydi. Ilımlı İslam adını 30 yıl sonra alacak bu projeyi, İslam ülkelerini Batı karşısında saf düzenine sokma potansiyeline sahib Türkiye’nin sözde İslâmî, özde Batıcı bir rejime doğru yönlendirilmesi şeklinde tavsif edebiliriz. Üstad Necip Fazıl’ın daha o tarihte, 1972 yılında, mealen “yeni bir dünya kuruluyor, ülke olarak buna hazır mıyız?” sorusunu sordurtan bana göre işte bu kararların tatbike geçirilmesidir. Bugün FETÖ adıyla bilinen ve 20. Asrın ABD eliyle uygulamaya konmuş bu en stratejik projesini küresel düzenden ve onun tehdid algılarından bağımsız düşünemeyiz.

İşte dolar, görüldüğü üzere, sadece bir para değil, küresel hegemonyanın devamı için elzem, bütün dünyayı dolaşarak onu besleyen “kan” hükmündedir ve ABD’yi de yöneten, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın tabiriyle, “üst akıl”, dolar düzeninin bozulmasına asla müsaade edemez. Ne kadar ABD ve Batı karşıtı olursa olsun, bir ülke bu düzen içinde kaldıkça, onlar açısından ciddi bir tehdid oluşturmaz. Ne zamanki, tıpkı Saddam gibi, “petrolü dolarla satmayacağım” derse, yok edilmesi gereken bir düşman haline geliverir.

Günümüz dünyasında iktisadî değerler dolara göre tanımlanmaktadır ve doların tahtını sallayacak darbe iktisadın değil siyasetin içinden çıkacaktır. ABD bunun şuurundadır ve son 5 senedir kuvveden fiile geçen Türkiye’yi kuşatıp paralize etme harekatı bunu kanıtlamaktadır.

Bu mevzuya devam edeceğiz.


Baran Dergisi 594. Sayı