2009 senesinden beri fiilen saldırı altındayız. Yargı, askerî bürokrasi ve emniyet içine sızmış Müslüman görünümlü yabancı servis elemanları tarafından uzun süredir devletimize ve milletimize saldırılıyor. 15 Temmuz’a kadar devlete yönelen saldırıları iktidar partisi palyatif çözümlerle bertaraf etmesini bildi. 15 Temmuz gecesi, askerî bürokrasi içine sızmış yabancı servis adamlarının bugüne kadar meydana getirdiği en büyük dalga ise milletimiz tarafından kırıldı ve bundan sonra gelecek dalgalara kadar hükümete alan açıldı. Peki, 15 Temmuz’dan bugüne kadar geçen zaman zarfında neler oldu? Takkeli yabancı servis elemanları, hükmettikleri örgütler üzerinden gerçekleştirdikleri terör saldırılarıyla yaralarımızı kaşımaya başladılar. Devlet bu saldırılara karşı tedbir aramakla ve bünyesine sızmış olan hainleri ayıklamakla meşgulken, aynı esnada sinsi bir şekilde büyük bir ekonomik buhrana itildik.

Bugün içinde bulunduğumuz ekonomik buhrandan artık geçici çözümlerle çıkılması mümkün olmayan bir noktadayız. Dolayısıyla evvelâ içinde bulunduğumuz buhranın muhasebesinin yapılması, aksaklıkların ve sorunların teşhisi ve bu teşhise göre gereken kökten çözümlerin tereddütsüz bir şekilde tatbik edilmesi lazım geliyor. Öyleyse iktisadî manzaramıza bir göz atarak başlayalım...

Türkiye’nin İktisadî Manzarası
Türkiye’de “kraldan çok kralcı” bir basın olduğu için, içtimâî meselelerin konuşulması üzerinde sanki ambargo varmış gibi bir algı meydana geliyor. Oysa ki basının öncelikli görevlerinden biri de milletin sesini duyurmaktır.

Orta sınıf için ev kredisi, araba kredisi, kredi kartı taksitleri derken nihayetinde para, maaş hesabından kredi borçlarına aktarılan bir şey hâline dönüştü. Elde kalan küçük meblağın büyük kısmının da faturaların ödemesine gittiğini varsayacak olursak, daha ay başında kimsenin elinde yiyip içeceğinden başka bir şey kalmıyor. Alt gelir sınıfı için zaten korkunç olan manzaradan bahsetmeye dahi lüzum yoktur herhâlde. Öyle ya, İstanbul’da ahırdan bozma bir evin kirasının dahi muhitine göre 600 ile 800 TL’den başladığını hesab edecek olursak, eline net bin 400 TL maaş geçen adam, kalan parayla fatura mı ödeyecek, karnını mı doyuracak yoksa üstüne başına kıyafet mi alacak?
Devletin geçtiğimiz Kasım ayında gittiği vergi borcu yapılandırması da yukarıdaki manzaraya tuz biber eken diğer bir faktör oldu. Küçük ve orta ölçekli işletmeler de topladıkları parayı vergi borcu taksitlerine yatırmaya başlayınca, iç piyasadaki para deveranı iyice daraldı.
Senelerdir sermaye odakları tarafından bizden çalınarak dışarı kaçırılan ve sonra da sanki “yabancı yatırım”mış gibi ülkeye sokularak, devletten de envai çeşit teşvik koparan yatırımların da, Türkiye’ye yapılan operasyonun ekonomik ayağı olarak kesilmesi, para deveranının iyiden iyiye tıkanmasının vesilesi oldu.
Bugün devlet faizsiz kredi, borç erteleme ve diğer teşviklerle piyasayı ayakta tutmaya çalışıyorsa da, Türkiye ekonomisi, bu gibi tedbirlerle kurtarılabilir olmaktan çıkmıştır. Zaten hâli hazırda görüldüğü üzere alınan tedbirler günü bile kurtarmaya kâfi gelmiyor.

Ekonomide Son Dönemde Yapılan Beş Yanlış
Bu yanlışlardan birincisi, geçtiğimiz Kasım ayında yapılan vergi borcu yapılandırmasıydı. Devlet bu yapılandırma ile zaten küçük ve orta ölçekli işletmelerin alışverişi ile dönen piyasadaki para devir daimini daralttı. Bundan zaten bahsettik.

İkinci yanlış, yükselen dolar kuruna karşı milletin yastık altında tuttuğu doları bozdurmaya davet etmekti. Türkiye’de büyük hacimde dövizle iş görenler ile elinde, kurda dalgalanmaya sebeb olacak kadar sermaye birikimi olanlar zaten belli. Devlet bu kimseler üzerinden kurdaki dalgalanmanın kaynağını bulup sorunu çözeceği yerde, millete yönelerek eldeki dövizden de olunmasının vesilesi oldu. Dolarlar bozuldu, kur 20 kuruş aşağı düştü, adamlar doları düşük fiyattan topladı ve bu sefer kur neredeyse 4 TL civarına dayandı. Millet elindeki parayla fakirleşirken, malum sermaye odakları bu işten kazanmasını bildi, parasına para kattı.

Üçüncü yanlışa gelecek olursak. Halkın elinde neredeyse piyasanın mevcut büyüklüğüne yakın bir yastık altı birikimi var. Birçok yabancı şirketin ağzından salyalar akıtarak Türkiye’ye yönelmesinin arkasında yatan sebeplerden biri de göz koydukları bu birikim. Millet, Türkiye ekonomisi ne kadar dalgalanırsa dalgalansın, bu birikim sayesinde ayakta kalmayı yahut kriz şartlarının ardından yeniden doğrulmasını biliyor. Türkiye ekonomisini yönetenler, şimdi bu paraya da göz dikmiş vaziyette. Sermaye ile hesablaşmak, senelerdir süren hırsızlığın, yolsuzluğun hesabını sormak akıllarına gelmiyor da, milletin yastık altındaki parası peşine düşüyorlar. Buradan açık bir dille ifâde edelim; sermaye ile hesaplaşıp Türkiye ekonomisini sırtına yapışmış kan emici yarasalardan temizlemek varken, sağdan soldan kan aramak fikrini kim öne sürüyorsa, o kişi yahut kurum “HAİN”dir! Bu kadar net… Henüz bu yanlışa düşülmemişken, iktidarın ekonomideki rotasını derhâl değiştirmesi gerek.

Dördüncü yanlış ise, devlet tarafından verilen hesapsız kitapsız teşviklerdir. Her ne kadar piyasada sunî bir para deveranı meydana getirebilmek adına bu teşviklerin verildiğini anlıyorsak da, üretimi desteklemek üzere kurulmuş bir kamu kurumunun “kadın girişimcileri destekliyoruz” diye tavuk döner büfesi açana destek veriyor olmasını anlamak gerçekten de mümkün değil. Benzer şekilde ziraatte de plansız, hesabsız, denetimsiz onca teşvik veriliyor ve para çarçur olup gidiyor. Senelerdir yurt dışından et ve süt verimi yüksek hayvanlar ithâl edilip köylüye son derece cüzî bedeller ve taksitler ile dağıtılıyor; fakat denetimsizlik dolayısıyla bu hayvanların akıbeti her seferinde kurban pazarlarında son buluyor.

Beşinci yanlış ise, senelerdir milletin iliğini kemiğini sömüren resmî hırsızlarla devletin gerektiği şekilde mücadele etmiyor, cezalandırmıyor olması. Milletimiz dış güçlerle falan baş eder etmesine de, buradan açıkça söyleyelim, yapılan usulsüzlükler insanımızı hem boğuyor ve hem de zoruna gidiyor. Düşünsenize gözünüzün içine baka baka cebinizden paranızı çalıyorlar ve sizin elinizden hiçbir şey gelmiyor. Türkiye’nin en büyük şirketiyiz diye ortalıkta salına salına gezen hırsızlardan bahsediyoruz. Başta bankalar olmak üzere, alacak tahsilatı yapan varlık şirketleri, gsm operatörleri, elektrik dağıtım şirketleri ve internet sağlayıcı şirket ve diğerleri olmak üzere, abonelik ve sözleşme yaptığımız neredeyse her şirket bizi resmen soyuyor. Bu şirketler soygun bedellerinin vergisini ödedikleri için mi sorun olmuyor acaba? Artık bu sıkıntıların da ciddî bir denetimle sona erdirilmesi gerekir. Bu şirketlerin en düşük gelir seviyesine sahib bir aileden dahi kaba taslak bir hesabla yıllık bin liraya yakın para çaldığını hesab edecek olursak, varın geri kalan toplamını siz düşünün. Devletin en önemli görevlerinden biri de bu usulsüzleri denetlemek ve gerekli cezaları vermektir. Eğer ki cezalar caydırıcı değilse, o zaman ne yapılması gerektiğini de biliyorsunuzdur herhâlde değil mi?
***
15 Temmuz’da meydana gelen sinerji dolayısıyla millet “kan kusuyor, kızılcık şerbeti içtim” diyor; fakat bu vaziyet sürdürülebilir değil. İstanbul’un en büyük organize sanayi bölgelerinde dükkanlar kepenk kapatıyor, çalışanları tabîi olarak maaş alamıyor. Esnafın hâli zaten onlardan da beter.

İktidarın Ekonomi Vizyonu Tıkandı
2002 senesinde iktidara gelen Ak Parti kadroları, o dönemin aksaklıkları son derece iyi bir şekilde okumasını bilmiş ve buna göre de bir kalkınma programıyla beraber gelmişlerdi. Liberaller tarafından destek gördükleri ilk on sene, en azından istatistikî olarak büyüme ve kalkınma dönemi olarak kayıtlara geçti. İstatistikî olarak diyoruz, çünkü Türkiye’de derinliği olan, millî üretim gerçekleştiren ve hepsinden de önemlisi en azından bir alanda uzmanlaşmış bir ekonomik kurulamadı. Teknolojinin yerleşmesi vesilesiyle büyük oranda kayıt dışı olan ekonominin kayıt altına girmesi ve yabancı ülkelerden taşınan paranın hacminin artması, bilançodaki rakamları büyüttü; fakat reel ekonomi zaten aynı çaptaydı, büyümedi.
Şimdi 2017 senesine gelmiş bulunuyoruz ve Ak Parti’nin ekonomi planındaki hamlelerine baktığımızda, vizyonunu yitirmiş, kendi kendini tekrar etme hastalığına giriftar olmuş bir ekonomi yönetimi görüyoruz.

Liderlik, esasında böyle zamanlarda ortaya çıkar. Ufku ve rotayı kaybettiğinde yeni rotalar belirleyerek gemiyi bu yeni menzile sürebilmektir liderlik. Yoksa günü kurtarma telâşesi içinde her biri bir diğerini çelen küçük adımlar atarak bir yere varılamayacağı denenmiş ve görülmüştür.

Ak Parti iktidarının ekonomi yönetimi vizyonsuzdur. Dolayısıyla ya bu kadroya yeni bir hedef gösterilecek ve tecrübeleri dolayısıyla bu kadrodan istifade edilecek veyahut vizyon sahibi yeni bir kadro ile hiçbir engele takılmaksızın yola devam edilecek. Biraz evvel de dediğimiz gibi, ekonomide tehlike çanları çalmaya başlamışsa, bu ne 17-25 Aralık’a ve ne de 15 Temmuz’a benzer... Halktaki ihtilâl ateşi de pörsür ve bu sefer iş, bilhassa iktidar için bambaşka bir renge bürünür.

Sermaye Odaklarıyla Hesablaşma
Ekonomi, üretim araçları üzerinden kurulur. Bu imalat sanayi olabilir, ziraat olabilir. Yurt içi ve dışında bilhassa “etkin taleb”i gözeterek o minval üzere üretim organizasyonu yapılabilir. Türkiye ekonomisi ise ne yazık ki üretim ilişkileri üzerine değil ara mal, hizmet ve nihaî sektörler üzerine kurulmuş vaziyette. Türkiye’de son senelerde millî üretimden, ziraî desteklerden, yatırımcı teşviklerinden bahsedilse de, huni şeklindeki Türkiye ekonomisi, her ne yapılırsa yapılsın sermayenin nihayetinde illâki bir yolunu bulup belli grupların elinde toplanmasına vesile oluyor.

Piyasanın bilhassa kritik önemdeki belli başlı alanlarında çeşmenin başını tutanlar, kim ne yatırım yaparsa yapsın ve kim ne harcarsa harcasın sonunda toplanan parayı cebe indirmesini biliyor. Belli rakamlar üzerinden gidelim.

Türkiye’de faaliyet gösteren bir dernek var, ismi Tüsiad... Kamu dışı millî gelirin %50’si, dış ticaretin %85’ini, kamu ve tarım hariç kayıtlı istihdamın yine %50’si, Türkiye’de tek bir derneğin elinde toplanmış vaziyette.

Aklı başında olan hiçbir devlet, kendi ekonomisi içinde böylesine güçlü bir sermaye urlaşmasına müsaade etmez. Çünkü ülke ekonomisinin net %50’sine hâkim olan grubun eli, devletten de, hükümetten de daha güçlüdür.

Piyasa çeşitlerini biliyoruz; tam rekabet piyasası, monopolcü (tekelci) rekabet piyasası, oligapol (kartel) piyasa ve monopol piyasa. Şimdi derneği bir karar alma mekanizması olarak ele alacak olursak, açıkça görülmektedir ki; Türkiye piyasası Tüsiad isimli kartelin elinde tuttuğu bir oligapol piyasadır.

Bunun ne önemi var? Ekonomik sistemin bir grubun inisiyatifinde kalmış olması demek, grubun kendi menfaati istikametinde istediği gibi ülke ekonomisini manipüle edebilmesi anlamına gelir. Türkiye’de dış ticaretin %85’inin bu grubun elinde olduğunu hesaba katacak olursak, bugün döviz kurlarında yaşadığımız dalgalanmanın arkasında kimin olduğunu da rahatlıkla idrak edebiliriz. Ayrıca bu vaziyet toplum dengesini de temelinden dinamitlemekte, devletin varlık sebebi olan fert ile toplum arasında muvazene kurmak iddiasını da ortadan kaldırmaktadır.

Vladimir Putin’in başarısının arkasında yatan en önemli saik, Türkiye’deki gibi Rusya’da hâkim olan oligarkları dize getirmesiydi. Onlar dize geldikten sonra Rusya’da yaşanan yalnız ekonomik değil, bir çok sıkıntı da kendiliğinden son buldu.

Bu mücadelenin yapılması, Türkiye ekonomisinin refaha kavuşması ve aynı zamanda devletin sermaye tahakkümünden kurtularak bağımsızlaşması için mutlak şart. Ya dize gelecekler, ya hesab verecekler. Arası yok. Türkiye ekonomisinde paranın bunların cebine akmasına vesile olan kısır döngü kırılmak zorunda. Bu adım atılmaksızın yapılacak tüm ekonomik reformlar, dönüp dolaşıp bunları daha fazla zengin etmekten ve daha çok paramızın yurt dışına kaçırılmasından başka bir işe yaramayacaktır.

Bütün Fikrin Gerekliliği
Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı sistemi niçin gündemde? Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da dediği gibi; “iki kaptan bir gemiyi batırır.” Şimdi bakalım Türkiye ekonomisinde kaç tane kaptan var: Ekonomi, Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik, Çevre ve Şehircilik, Enerji ve Tabiî Kaynaklar, Gıda Tarım ve Hayvancılık, Gümrük ve Ticaret, Kalkınma, Orman ve Su İşleri Bakanlıkları... Dokuz tane ayrı ayrı kaptanın dümeninde olduğu, her birinin ayrı yöne gitmeye çalıştığı bir gemi, ne tarafa gidebilir ki?

Türkiye’de bu bakanlıkların hepsi ayrı ayrı kendi alanlarındaki “uzman” bürokratlar vasıtasıyla ayrı ayrı kararlar alıyor, ayrı ayrı icraatlar içine giriyorlar ve ekonomimizin geldiği vaziyet ortada.

İbda’nın temel tezlerinden biridir “Bütün Fikrin Gerekliliği.” Eğer ki bir harita gibi önüne bütün bir ekonomiyi seremiyor ve tüm bu enstrümanlardan tek bir senfoniyi çalamıyorsan, olmaz. Bugün Türkiye ekonomisinin temel meseleleri nelerdir? Evvelâ buradan başlamak gerek.

- Bir kere yazımız içinde ve daha evvel de defaatle bu sayfalarda yer verdiğimiz büyük sermaye odaklarının ekonomideki hâkimiyetlerinin kırılması gerekiyor. Mevcut yapı birkaç yüz bin kişilik istihdamı korumak adına muhafaza edildiği, kırılmadığı sürece Türkiye ekonomisi devir daim sürekliliğini koruyamaz. Çünkü kurulu sistem huni gibi, içine ne atarsan at, para dönüp dolaşıp önce bu sermaye odaklarının cebine ve ardından da yurt dışına gidiyor. Bu kısır döngü kırılmadan, ne yapılırsa yapılsın millet değil, sermaye kalkınmaya devam eder. Bize gereken ise tabana yaygın bir kalkınma modelidir. Ya hep beraber kalkınacağız yahut hep beraber batacağız.

- Her ülkenin ekonominin bir alanında uzmanlaşması ve rekabet edebilir olması gerek. Bugün kimi ülkeler üretimde, kimileri teknolojide ve kimileri de ziraatta uzmanlaşmış vaziyette. Meselâ Çin her türlü imalatta, Amerika teknolojide, Almanya makine yapan makinelerde ve kimyada, Hollanda ziraatta uzmanlaşmış ülkeler. Biz ise her işten anlarız da hiçbir işe tam manasıyla vakıf değilizdir. Dolayısıyla artık bir alan seçmemiz ve orada uzmanlaşmamız gerekiyor. Bu uzmanlık alanının yanı sıra diğer işlere de yer açılabilir elbet fakat bir işi tam manasıyla bilmek önemli. Yüzölçümü Konya’dan çok az daha büyük olan Hollanda’nın, taşıma toprak ile yaptığı tarım ile 2016 senesinde gerçekleştirdiği zirai ürün ihracının 94 milyar dolar olması, bize de bir şeyler anlatmalı değil mi? Türkiye’nin 2016 senesi toplam ihracatı 124 milyar dolar seviyesinde ve bu ihracatın muhtemeldir ki %80’den fazlası zaten yabancı şirketlerin Türkiye’deki üretiminden kaynaklanan, yani aslında bizim olmayandır.

Bu şartlar içinde Türkiye’nin uzmanlaşması gereken alan herhâlde ziraat olacaktır. Çünkü biz ne Çin ile düşük maliyetli üretimde, ne Amerika ile teknolojide rekabet edemeyiz.
- Merkeze ziraî uzmanlık ve kalkınmayı aldıktan sonra çevreye doğru diğer üretim çeşitleri de planlı, programlı bir şekilde geliştirilmek durumundadır. İhtiyaca bakılır, imkâna bakılır ve bundan sonrasında reel bir ekonomi ortaya çıkar. Buna göre finansman modelleri geliştirilir, istihdam kaydırılır, eğitim öğretim yeniden şekillenir.

- Bunlarla beraber bizim ülkemizdeki sıkıntılardan biri de hakiki bir kalkınmaya omuz verecek sosyolojisinin bulunmamasıdır. Günü kurtarmak adına da olsa verilen teşviklerin nasıl kullanıldığı ve nerelere sarf edildiğine baktığımızda da gördüğümüz üzere, özetle nasıl para kazanılacağını biz millet olarak bilmiyoruz. Tıpkı devlet gibi, bütün derdimiz günü kurtarmak olunca, işler saçma sapan bir hal alıyor. Burada devreye girmesi gereken, Büyük Doğu-İbda’nın devlet planındaki temel prensiblerinden biri olan müdahalecilik olacaktır. Devlet; yönlendirecek, denetleyecek ve netice takib edecek. Nasıl ki ekonomide söz sahibi olan yönetim tek bir senfoni gibi tek bir besteyi icra edecekse, millette aynı senfoninin birer enstrümanını çalacak.

- Son olarak, mal veya hizmet üretimi dışında faiz, borsa, forex gibi esasında karşılığı olmayan kazanç şekillerinin ortadan kaldırılması da bir diğer şarttır. Birisi elindeki birikim ile üretmeden, riske girmeden kazanıyorsa niçin üretsin?

Hepsinden de önemlisi, içtimâî olarak hepimizin üzerinde ittifak edeceği bir idealin ortaya konması ve benimsenmesidir. Millî ekonomi, millî sanayi, millî tarım; fakat niçin? Bu sorunun cevabı daha fazla kazanmak olduğu sürece, hiçbir şeyin millîsi olmaz. Niçin? Bu soruya iktidar cevab bulmak zorunda.

***
Bu liste uzar gider... Biz belli başlı ön plana çıkan hususların altını çizdik. Bunlar belki de en önemli olanlar. Ekonomide geri kalanlar bunların etrafında şekillenecek olan şeyler.

Son Olarak...
Elimizden geldiğince resmetmeye çalıştığımız bugünün ekonomik manzarası, zaten hepimizin de bildiği üzere hiç de iç açıcı değil. Piyasa kilitlenmiş vaziyette. Günübirlik çözümler sorunu çözmek yerine derinleştiriyor ve işler hakikaten kötüye gidiyor.

Yazımızın bütününde de ifade etmeye çalıştığımız üzere, artık köklü çözümler geliştirip ahenkli bir şekilde bu çözümlerin uygulanması şart.

15 Temmuz’da da görüldüğü üzere gerektiği zaman canını ortaya koymaktan çekinmeyen bir milletimiz var. Bu millet bugün kendisine, kendisinin de kabul edebileceği bir ideal gösterilmesini bekliyor. Anadolu’dan bahsediyorsak bu ideal zaten belli. Öyleyse artık kararsızlıkları, tutukluğu bir kenara bırakıp, içinde bulunduğumuz vaziyetin gerekçelerini bu şerefli millete açıklamalı, ardından statükoyu yıkarak yeni bir ekonomi inşa etmeliyiz.

Milletimiz böylesi bir geçiş döneminin şartlarına gönüllü olarak katlanmaya hazırdır. Ama yok, statükoyu muhafaza ederek krizi derinleştirme yolunu seçerseniz, emin olun ki bunun vebali ağır olur.

Baran Dergisi 524. Sayı