Nasılsınız?
(Av. Güven Yılmaz, iyi olduğunu söylüyor ve Carlos’a kendisinin nasıl olduğunu soruyor.)
Çok soğuk bir hava var burada. Bu yüzden daha erken aradım sizi. Ellerim müthiş üşüyor.
Herkes iyi mi?
(Av. Yılmaz, herkesin iyi olduğunu söylüyor.)
Ya Kumandan Mirzabeyoğlu? Kendisini gördünüz mü dün?
(Av. Yılmaz, kendisinin ziyarete gidemediğini, ancak başka bir meslekdaşının gittiğini söylüyor.)
Peki nasıl, iyi mi?
(Av. Yılmaz, Salih Mirzabeyoğlu’nun iyi olduğunu söylüyor.)
Nurettin Güven’den herhangi bir haber alabildiniz mi?
(Av. Yılmaz, nihayet Türkiye’ye iade edilen Nurettin Güven’in oğlunu aradığını fakat telefonunun cevab vermediğini söylüyor.)
Anlıyorum.
Bugün ciddi bir meseleden bahsetmek istiyorum. Sayın Tayyib Erdoğan’ın hastalığından! Henüz genç bir insan ve çok hasta oldu. Kanser veya benzeri bir rahatsızlığı var.
Biliyorsunuz, Tayyib Erdoğan’ın İsraillilerle birtakım çatışmaları oldu. Bana tuhaf gelen şey, İsraillerle yahud Amerikalılarla herhangi bir şekilde çatışma içine giren herkes, tüm devlet veya hükümet başkanları, birden çok hasta oluyor. İsraillilerle problemi olan herkes ciddi bir hastalığa yakalanıyor.
Belki de tesadüftür, bilemiyorum, fakat çok ama çok merak ediyorum bunun sebebini. Evet, çok merak ediyorum.
Erdoğan, normalde çok sağlıklı bir insandı. Ne alkolü var ne uyuşturucusu. Öyle kansere veya ciddi bir hastalığa yakalanmasını gerektirecek bir sebeb yok ortada. Çok acayib!
Sizin bu konuda herhangi bir malûmatınız var mı?
(Av. Yılmaz, özel bir bilgisi olmadığını söylüyor.)
Ama hasta, değil mi?
(Av. Yılmaz, Carlos’u doğruluyor.)
Daha ellili yaşlarda olması lâzım. Hiç de normal bir durum değil. Çok acayib!
Amerikalıları yahud İsraillileri rahatsız eden kim varsa hastalanıyor. Erdoğan’ın durumunda, Amerikalıları değil ama İsraillileri, İsrail’in “sağ” kanadını kızdırdığı ortada.
Türkiye’de oldukça popüler bir insan Erdoğan. Bunu hepimiz biliyoruz. Elbette bundan sonraki yıllarda da iktidarda kalabilir. Normal şartlarda budur beklenen. Hattâ devlet başkanı bile olabilir. Ne var ki, şimdi bu şekilde hastalanıyor. Bunların hepsi çok acayib!
Ah, bilmiyorum, dünyada neler olup bitiyor, hakikaten bilmiyorum. Sanıyorum, sıranın bana gelmesini bekliyorum şu ân. (Carlos acı bir ifâdeyle gülüyor.) Bir “şeytan”ı daha hasta etmişler, onlar için ne farkeder! Bekleyip görelim. Ciddiyim, bunu yapabilecek imkânları var.
Kanaatim o ki, Arjantin devlet başkanı hastalandığında Chavez’in söylediği hiç de yanlış değil. Böyle bir hâdisenin varlığından herkes önünde ilk defa söz eden devlet başkanı da Chavez’dir zaten. Hem de yıllar önce. Galiba 1999’du bunları söylediğinde.
Radyasyon hâdisesi olabilir... Birisine bu nev’i bir maddeyi bulaştırmak o kadar kolay ki! Hele düşmanla herhangi bir temas vâki olmuşsa!
Her neyse...
Fidel Castro’nun hatıraları yayınlandı. Türkiye’de de yayınlandı mı?
(Av. Yılmaz, bilgisi olmadığını ve araştıracağını söylüyor.)
Bende Fransızcası var ama Kübalılardan da orijinal nüshasının gelmesini bekliyorum şu ân.
Gerçi Türkiye’de yayınlanmış olsaydı, gazetelerde haberi çıkardı. Çünkü Castro, yaşanan tarihi, modern tarihi temsil ediyor.
Üstelik Castro, Amerika Birleşik Devletleri’nin ve Batılı gizli servislerin en büyük başarısızlığıdır. Hâlâ yaşıyor ve beyni de gayet iyi çalışıyor! (Carlos gülüyor.)
Bu arada... Cezaevinde bazı yeni uygulamalara gittiler. Buz gibi bir hava olmasına rağmen, eldiven giymemize izin vermiyorlar meselâ ve bu yüzden buraya gelirken deri eldivenlerimi aldılar benden. Ellerim dondu bu sebeble. Sizinle çok zor şartlarda konuşuyorum. Bana soracağınız veya yorumlamamı istediğiniz bir şey var mı?
(Av. Yılmaz, belli bir sorusu olmadığını, dilerse konuşmayı bitirebileceğini, dilerse devam edebileceğini söylüyor.)
Tamam.
O hâlde, cezaevindeki durumumla ilgili konuşmak istiyorum bir nebze. Daha doğrusu, cezaevinin kendisiyle alâkalı bir durum hakkında!
Fransa’daki bölgeler arası idarenin sorumlusu olan zât, kaldığım cezaevinin direktörü ve diğer başka bazı şahıslarla bir toplantı gerçekleştirmiş ve onlara cezaevini 2016’da yıkacaklarını söylemiş!
Yalnız bu mesele, bir “yolsuzluk” işi...
Şöyle ki:
Sol kanat, gelecek Mayıs ayında yapılacak seçimleri muhtemelen kazanacak. Solcular, bu cezaevini açık tutmak istiyor. Cezaevi, epey bir yıpranmış hâlde. Böyle olunca, cezaevini birkaç ay kapalı tutup, bu süreçte onu yeniden inşâ etmek istiyorlar. Tamirat sürecinde mahkûmları alıp başka bir cezaevine sevkedecek, sonra da buraya geri getirecekler.
Sağ kanada gelince, onlar bu cezaevini tamamen yıkmak istiyor, bunu da açıkça söylüyorlar. Cezaevi yerine de bu bölgede yeni bir ticarî merkez kurmak istiyorlar.
Poissy, Peugeot’nun bulunduğu bir araba endüstrisi bölgesidir ve şehir merkezinde olmasa bile, özellikle kırsal alandaki işçi oyları tâyin edicidir. Poissy’nin belediye başkanı da sosyalisttir.
Solcular nazarında şehirde böyle bir cezaevinin olması, şehrin ticarî hayatı için çok önemli. Çünkü tüm gardiyanlar bu şehirde alışveriş yapıp ihtiyaçlarını karşılıyor, ziyaretçi ve avukatlar buraya gelip birşeyler satın alıyor, yiyip içiyor. Bundan dolayı onların isteği, cezaevinin açık kalması...
Ne var ki sağ kesim, seçimlerden önce burayı tamamen yıktırmak istiyor. Bunun bir gerekçesi olması gerekiyor tabiî ve o da mahkûmların ayaklanıp bir yangın çıkarması, cezaevini ateşe vermesi ve cezaevini tahrib etmesi... Bu cezaevinin bulunduğu bölgeye ticarî bir merkez yaparken, toplu taşımanın ulaşmadığı kırsal bir alanda yeni bir cezaevi inşâ edecekler ve tamiratına gereken paranın iki katından fazlasını harcayarak yapacaklar bunu.
Şimdi bu isyan bahanesini hayata geçirmek üzere, ellerinden gelen herşeyi yapıyorlar. Gardiyanlar, mahkûmlara yönelik tahriklerde bulunuyorlar.
Dün Cuma namazından sonra, Kamerun asıllı Afrikalı imamımızdan –ki çok iyi bir insandır- sözü alıp, cezaevini bekleyen gelişmelerle ilgili aldığım bilgileri mahkûmlarla paylaştım. Cezaevinin yıkılıp, arsasının burada ticarî bir merkez inşâ edecek bir şirkete satılmak istendiğini söyledim. Bunun için de âcilen bir isyan çıkarttırmak istediklerini ifade ettim.
Oynanan, sağ kanadın başını çektiği çok kirli bir yolsuzluk oyunu...
Bu oyun çerçevesinde, giderek artan mikyasta rahatsız ediliyoruz; hattâ aşağıya inip bir telefon konuşması yapmamız bile engelleniyor. Telefonların bulunduğu ana salonu kapatıp, telefonların yarısını devreden çıkartmak istiyorlar. Spor salonumuzu kapatmak istiyorlar. Hayatı kolaylaştıran birtakım imkânları elimizden almak istiyorlar.
Gardiyanlar da işte bu yolsuzluk oyununun aktörleri durumunda. Bizzat cezaevi idaresinin yolsuzluğu değil tabiî bu. Yönlendiriciler, tepedeki sağ siyasetçiler. Hernekadar sol şu ân seçmen çoğunluğunu temsil etse de, bölgenin sağ kanattan siyasetçilerinin yolsuzluğu şimdi yaşananlar...
Böyle bir mesele, dünyanın kalanını veya BARAN okuyucularını çok da ilgilendirmeyecektir kuşkusuz. Ancak buradaki hâdise, Fransa’yı yönetenlerin nasıl bir zihniyetle, nasıl bir ahlâkî yozlaşmayla işleri yürüttüğüne dair açık bir örnek teşkil etmektedir. Bugün Fransa’da olup bitenlerin Fransız tarihiyle, zamanının belki en muhteşemi olan Fransız kültürüyle, aynı şekilde Fransız gelenekleriyle hiçbir alâkası yok.
Yolsuzluk her yerde olur; Türkiye’de de, Venezüella’da da çokça yolsuzluk yapılıyor. Küba’da bile yolsuzluktan mahkûm kişiler yatıyor cezaevlerinde. Ancak hiçbiri Fransa’daki zirveye ulaşmış değildir; burada en küçük utanma da yok üstelik.
Sağ kanadın iktidarında böyle bir batağa saplanıldığı için, Fransa’da bundan böyle sağa iktidar çıkmaz. Halk bunlardan bıkmış bir hâlde ve bizim bu cezaevinde yaşadığımız hâdise, Fransız halkının her gün her yerde yaşadığı yozlaşmanın sembolik bir numûnesi sadece. Fransa’da her seviyede yaşananan yolsuzlukların küçük bir yansıması yalnızca.
Halkın bu sağ iktidar döneminde tüm imkânları kısılır, aldıkları tüm ücretler kesilir ve azaltılırken, ödedikleri vergiler günden güne arttırılmıştır. Yolsuzluklar da her köşe bucağa ulaşmış ve kökleşmiştir.
Şu Ermeni Soykırımı kanununun gündeme gelmesi bile, birkaç Ermeni oyu daha fazla alabilmek için tezgâhlanmıştır. Fransız siyaseti hiç bu kadar alçalmamıştır. Fransız devleti, gerçek bir dekadans, giderek derinleşen bir çürüme içerisindedir.
Fransız seçmenleri de bu yüzden, umuyorum, sağa değil, daha az kötü olan sosyal demokratlara oy vereceklerdir. Sosyal demokratlar en iyi alternatif değildir, devrimci falan da değildir, ancak hiç olmazsa az buçuk sosyal bir hassasiyetleri mevcudtur. Sol kanadın seçmeni de zaten, malûm, alt seviyelerdeki çalışan sınıftır.
Bugün Fransa’daki milyonlarca insanın evi yoktur, yiyeceği yoktur, her gün “bugün ne yiyeceğiz?” kaygısı içerisindedir, ya işi yoktur yahud aldığı ücret yetersizdir, vergilerini ve evlerinin masraflarını ödeyecek gücü yoktur. Kısacası, Fransızlar çok güç bir durumdadırlar.
Bu tür sıkıntıların tüm dünyada varolduğunu söyleyebilirsiniz. Ancak Fransa’daki, tamamen yolsuzlukların ve kötü yönetimin bir ürünüdür. İlle de dramatik bir değişim olsun demiyorum ama, inşallah Fransa’da daha iyi bir çizgiye geçiş olur.
Mahkemem başlamadan önce, Eylül ayında, sol görüşlü Liberation gazetesiyle çok ilginç bir röportaj yaptım. Dört sayfa olacaktı fakat keserek iki sayfa hâlinde yayınladılar. Röportajın en sonunda bana şöyle bir soru soruldu:
- “Şayet oy kullanabilseydiniz, Fransa’da kime oy verirdiniz?”
Ben de “Jean-Marie Le Pen!” diye cevabladım. Le Pen, malûm, milliyetçi sağın lideri, neredeyse faşist bir insan. Seksen yaşını geçti. Ne kadar uç noktada da olsa, neticede milliyetçi bir insan ve hiç olmazsa kendi ülkesi için kullanıyor oyunu. Ziyâdesiyle anti-komünist ve hiç de İslâma yakın olmayan, ama emperyalistler için, NATO için de çalışmayan, ille de Amerika ve İsrail’i savunayım diye yırtınmayan, yalnızca kendi ülkesi için çalışan bir kimse.
Le Pen, bu seçimlerde aday değil. O hâlde, sosyalist, Troçkist adaya oy verirdim. Zaten kendisi de bir Chavez taraftarıdır. İlk turda ona oy verir, adaylar ikinci turda iki kişiye düştüğünde ise sol kanadın adayına oyumu verirdim.
Özetle ve gayet net biçimde söylemek istediğim, Fransa’nın bugün ilk gündeminin, bu açık yolsuzluklardan ve Fransa’yı her anlamda çürüten bu yozlaşmış kadrolardan kurtulmak olduğudur.
(Carlos tam bunları konuşurken büyük bir gürültü duyuluyor.)
Aman Allahım, bir yerlerde bir patırtı koptu. Bir şiddet hâdisesi sanıyorum. Burada ortam çok gergin. Dün Cuma namazından sonra söz aldığımda, oradaki herkese “her ne olursa olsun soğukkanlı olmalısınız. Cezaevini ateşe vermenize ve yozlaşmış sağcıların tuzağına düşmenize, onların bizden beklediği gibi davranarak kendi çıkarlarınıza ters biçimde davranmanıza gerek yok.” demiştim. Neyse, görüyorsunuz işte, cezaevindekilerin çoğunda beyin yok. Kolayca manipüle edilebiliyorlar. Gidip hâdiseye göz kulak olmalıyım.
Son olarak, Kumandan Mirzabeyoğlu’nun merhum annesinin Erbaîn’i için, 40. günü için bir hazırlığınız varsa benim de haberim olsun.
Allahü Ekber.
 
4 Şubat 2012
İngilizceden Tercüme:
Hayreddin Soykan