İslâm kültüründe epifiz bezi, Hadis ile bildirilen iki kaş arasındaki Nefs ile yakından ilişkili gözükmektedir.

Epifiz bezine “üçüncü göz” veya “dâhilî göz” de denmektedir. İç âlemlere ve yüksek bilinç âlemlerine götüren bir kapı olarak değerlendirilmektedir. “Üçüncü göz” çoğu zaman vizyonlar, duru görü, önsezi ve beden dışı deneyimler ile de doğrudan ilişkilendirilmektedir.(1)

Kundalini Yoga, Hint mistisizminde önemli bir tecrübe sahasıdır. Epifiz bezi üzerinden fonksiyonel olan 6. Çakra’nın “sezginin gücü/gözü” veya “üçüncü göz” olarak değerlendirildiği malumdur. “Altıncı his” tabirinin 6. Çakra ile ilintili olma ihtimali de hesaba katılmalıdır.

Epifiz bezine atfedilen “üçüncü göz” tabiri hakkında çok şey söylenebilir. “Kalb gözü” veya “gönül gözü” ile epifiz bezi arasındaki yakın ilişkiye daha evvel değinmiştik. Burada esas üzerinde durulması gereken şey şu: “Ruh ve bedenin buluşma veya kavşak noktası”nın epifiz bezi olduğu varsayımı dikkate alınsa bile, mahiyeti hakkındaki bilgimiz çok sınırlı olduğundan, işin içine ruh girince mevzu daha da çetrefilleşmektedir. Ruh öyle bir şey ki, “kendisinden çok az şey bildirilen” olduğu Mutlak Ölçü ile sabit!

“Yürek” ve “gönül” olarak da bilinen kalbin, “vücudun kan dolaşımı merkezi” olması bir yana, “fuad” ve “imanın bir mahalli” olarak tavsif edilmesi aslında bütün her şeyi çok daha güzel bir şekilde izah etmektedir. “Bütün hislerin kaynağı”nın dimağ olmasına karşın, “bütün kuvvetin başlangıcı, kaynağı, kökü, temeli ve esası” olan kalb, İBDA Mimarı’nın yüksek ifadeleriyle, “tahkik ehli indinde, çam kozalağı şeklindeki cismanî et parçasına taalluk eden Rabbanî lâtifedir.”

Kalbden maksadın “sanevberî-çam kozalağı” gibi bir et parçası olmadığı çok açık... Yukarıda belirtildiği üzere kalb, Rabbanî lâtifedir. Bunun hissedildiği yer vicdan, düşünüldüğü akis yeri ise dimağdır. Rabbanî lâtifenin insanın maneviyatına hizmet etmesine mukabil, “sanevberî” cesedin hizmetindedir.(2)

Batı kültür ve medeniyetinin duygu ve düşünce dünyası aklı referans alan indirgemeci bir keyfiyette olması hasebiyle, “plastisite” anlayışının da bir gereği olarak tecrit ufkundaki mücerretleri büyük ölçüde müşahhaslaştırmaktadır. “Rabbanî lâtife” ekseninde “kalb gözü” ile anlaşılması veya izah edilmesi gereken bir mevzuun bir et parçası olan kalbe indirgenmesi ve bunun da akis yeri olan dimağa hamledilmesi çok dikkat çekicidir. Epifiz bezine “pineal gland/kozalaksı bez” denilmesi ve bunun da “üçüncü göz” ile ilişkilendirilmesinin temelinde, “Rabbanî lâtife”den mülhem “kalb gözü” olduğu çok barizdir. “Kalb gözü” ifadesini anlamlı kılan tek müessesenin ise İslâm Şeriatı ve onun batın buudu olan Tasavvuf olduğunu izaha ne hacet!

Rene Descartes’ın epifiz bezi hakkındaki tespitinin hakikatinin “kalb hakikati”nde saklı olduğunu bilmek gerekiyor. Descartes’a göre bir iç salgı organı olan epifiz bezi veya kozalaksı bezin “ruh ve bedenin buluşma veya kavşak noktası” olması Batı kültür ve medeniyet dünyasının duygu ve düşünce geleneği veya formu çerçevesinde anlaşılabilir bir durumdur. Şöyle ki;

Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl, meâlen, Batı kültür ve medeniyetinin duygu ve düşünce dünyasında veya formunda veya felsefî literatüründe “nefs” diye bir kavrama yer yoktur, der. İslâm kültürünün duygu ve düşünce dünyasında ise “nefs” kavramı, hakikat arayıcılığında olmazsa olmazlardandır. Dahası, varlığı zorunlu olan ve insan onunla var ve onunla sevilendir. Nefsini ağzından tüküren bir İslâm büyüğüne gaibten gelen bir ses: “Onu tekrar ağzına al, biz seni onunla sevdik!” meâlindeki sözler bu mevzuda belirleyicidir!
Esas mesele, nefsin tasfiyesi değil, terbiye edilmesi meselesidir. Nefsin zaptu rapt altına alınması meselesidir. Diğer bir ifadeyle de “nefse diz çöktürmek” meselesidir. Üstad Necip Fazıl’ın Çile isimli şiirinden:

“Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!
Heybem hayat dolu, deste ve yumak.
Sen bütün dalların birleştiği kök;
Biricik meselem, sonsuza varmak…”(3)
Tedaisi, düşmanı veya rakibi seyircisi ile birlikte kendine hayran bırakmak!.. Tedaisi, “İslam Tasavvufu karşısında Batı Tefekkürünü hesaba çeken” Büyük Doğu-İBDA!.. Batı tefekkür dünyasının hakikat arayıcılığı serüvenini kendini iptale vardıran bir noktaya taşıyan, diğer bir ifadeyle de ruhu, daha doğrusu terbiye olmuş nefsi temsil keyfiyetini haiz olan Büyük Doğu-İBDA, terbiye olmamış nefsin temsilcisi olan Batı dünyasına diz çöktürme sürecini yaşamaktadır-yaşatmaktadır. Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi, özelde Batı tefekkür dünyasına ve genelde ise nefs etrafında şekillenen topyekün insanlık dünyasına terbiye olmuş nefsin nasılını ve niçinini gösteren bir noktadadır. Batı tefekkür dünyası özelinde topyekûn insanlık, kendi içinde aradığı hakikatin kendi dışında olduğunu gördüğü anda, aklın akılla iptali keyfiyetini haiz bir noktada ruhun, yâni terbiye olmuş nefsin karşısında diz çöktüğünün de bir nevi ifadesi olacaktır. Veyahut da, “nefsin de bir hakikati var” hakikatini gösterme noktasında kendi hakikatini görecek ve nasibine rıza gösterip teslim olacak ve İslâmın iradesine KATLANACAKTIR. Öyle ya, iman da bir nasip işi! Bu arada, Osmanlı sonrası kurulan Cumhuriyet’te Müslümanların küfre rıza göstermeden nasıl da KATLANMA süreci yaşadıkları hatırlanmalı!

Allah Resûlü buyuruyorlar:
“Senin en şiddetli düşmanın, iki yanının arasında bulunan nefsindir.”(4)
Yukarıdaki hadiste geçen ve “iki yanının arasında” anlamına gelen “cenbeyk” kelimesinin bir mecaz olduğu hadis âlimlerince haber verilmiştir. Bunun “iki kaşın arasında, içinde, iki kaburganın arasında” şeklinde tercüme edilmesi de söz konusu.
Nefis, lügatte ruh, can, akıl, insanın şahsı, bir şeyin varlığı, zatı, içi, hakikati, beden; ceset, kan, azamet, izzet, kötü söz, bir şeyin cevheri, arzu ve istek gibi mânâlara gelmektedir. Ancak, nefsin rûhânî bir cevher ve gözle görülmeyen latîf bir varlık olduğu ve nur ve ziyadan yaratıldığını söyleyenlerin yanında, latîf bir cisim, kan ve araz olduğunu söyleyenler de olmuştur. Ayrıca, ruh ve nefsin aynı şeyler olduğunu söyleyenler olduğu gibi, bilginlerin veya âlimlerin çoğunluğuna göre ruh ile nefs birbirinden farklıdır. Bu mevzuda söylenecek doğru söz şu olsa gerektir: Büyük Doğu-İBDA ruh ve anlayış sistemine göre insan, kalb hakikatinde bitişik ruh ve nefs kutuplarından birinden birini geçekleştirmek üzere sefillerin en sefili olan âleme, yani üzerinde yaşadığımız dünyaya, diğer bir ifadeyle de ahiretin tarlası ve imtihan yeri olan dünyaya gönderilmiştir, daha doğrusu hatası sebebiyle sürgün edilmiştir; Allah’ın halifesi olduğu hakikati görünsün diye.

Buradan bir çıkarsama yapmak gerekirse, demek ki, insanoğlu, ister Kâfir ve ister Müslüman bir aileden dünyaya gelmiş olsun, fark etmez, doğduğunda veya dünyaya geldiğinde, “her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar” Mutlak Ölçüsü gereği Müslüman olarak dünyaya gelir. Yine Mutlak Ölçü ile sabit olduğu üzere, akıl baliğ olana kadar her bir çocuk, içinde doğduğu aile (anne ve baba) tarafından ya Müslüman, ya Hıristiyan, ya Yahudi veyahut da Mecusî olarak yetiştirilir. Ancak, şahsiyet olma süreci aileden başlasa da, okul ve çevreden alınanlarla “yapma, yıkma ve zenginleşme” şeklinde bir süreç söz konusu ve bu süreç, hayatın geri kalan kısmını büyük ölçüde şekillendirir. Aslında her bir insan, kendinde olanı açığa çıkarma mânâsına, kendi heykelini kendi yapan bir heykeltıraş misali, istidadında var olan iman ve küfür taşlarını yontukça, daha doğrusu nasibine doğru iş ve eser ürettikçe, yani nasibinde veya istidadında olanı açığa çıkardıkça, ya kafir, veyahut da Müslüman olarak varlık / mânâ kazanır.

Nefs kavramı Kur’ân’da tekil ve çoğul olarak 295 defa geçmiş ve Âdem (a.s.) (Nisâ, 4/1; En’âm, 6/98), anne (Nûr, 24/12), insan (Mâide, 5/45), ehl-i din (Nûr, 24/61), can (Nisa, 4/66), ruh (En’âm, 6/93), beden (Âl-i İmrân, 3/185), bedenle beraber ruh (Bakara, 2/286), kişi (Bakara, 2/286), kendisi (Fussilet, 41/46), hem cins (Tevbe, 9/128), insanın iç âlemi (Bakara, 2/248), ilâhî tekliflere, emir ve yasaklara, müjde ve uyarıya muhatap olan insanın manevi varlığı (Yûsuf, 12/53; Kıyame, 75/12; Fecr, 89/27) kalp, göğüs (Bakara, 2/77, 109) ve cins (A'râf, 7/118) anlamlarında kullanılmıştır.

Nefs, hem insanın maddî varlığını ve hem de insanda var olan fakat gözle görülmeyen, iyi ve kötüyü arzu eden manevî varlığını ifade eder:
“O Allah ki, sizi bir tek nefisten inşa etti...” (En’âm, 6/98);
“Gerçekten nefis kötülüğü emreder.” (Yûsuf, 12/53);
“Hayır, daima kendini kınayan nefse yemin ederim.” (Kıyame, 75/2);
“Ey huzura eren nefis!” (Fecr, 89/29);
“Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz...” (Kaf, 50/16) âyet meâlleri ve
“İnsanın en büyük düşmanı nefsine (heva ve hevesine) uymasıdır.” anlamındaki hadîste geçen “nefs” kelimesi bu manayı ifade eder.(5)
Üstad Necip Fazıl’ın “Düşmanım” isimli şiiri:
“Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın;
Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın!..”(6)

Tasavvufta nefs kavramı, kendisinde irâdî hareket, duygu ve hayat kuvveti bulunan latîf bir cevher şeklinde tanımlanmaktadır. Kötülüğü emreden anlamına geldiği gibi, Allah tarafından insana üflenen ve ruh-i Rahmanî, ilâhî ben anlamında da kullanılmıştır. Mutmain nefs!

İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin söylediğine göre “nefs kâfirdir.” Nefsin kâfir olduğuna, “onun şeriatın tekliflerinden hiç hoşlanmadığını” delil olarak gösterir. “Ruh ağlarken nefs güler ve ruh gülerken de nefs ağlar!” diyen de yine İmam-ı Rabbanî Hazretleri’dir.(8) Peygamberler vasıtasıyla Allah’a iman edilmesi zarureti, hem kâfirlikten kurtulmak ve hem de iman ve küfür kutuplarının netleşmesi içindir. Bundan dolayıdır ki nefs, ruhun arındırılması mânâsına terbiye edilmesi gerekendir.

Âyet meâli: “Onu (nefsini) arındıran kurtuluşa ermiştir.” (Şems, 91/9)
Bütün bunlardan mevzuumuzla ilgili bir çıkarsama yapacak olursak, asıl mesele ruh ve bedenin buluşma noktasının hangi organda olduğunu tespitte değil, yani ruh ve bedenin buluşma noktasının epifiz mi, yoksa kalb mi olduğunu doğrulamakta değil, bütün mesele insanî hakikatin ne olduğu sorusuna doğru cevap verebilmektedir. İslâm şeriatine bağlı tasavvuf (nefs terbiyesi), diğer bir ifadeyle de insan-ı kâmil yetiştirmek maksadıyla Şeriat (beden terbiyesi) ekseninde, diğer bir ifadeyle de ibadetler (farz, vacib, nafile vs.) çerçevesinde gerçekleştirilen nefs terbiyesi, bu tür mevzuların billurlaştırılmasında temeldir.

Tekrar epifiz bezi mevzuuna geri dönecek olursak… Astral geçişlerde, metafizik veya mistik düşünce yoğunlaşmasında veya manevi hâller (cezbe vs.) esnasında bu organın çok daha yoğun olarak DMT salgıladığı ilmi olarak tespit edilmiştir. Epifiz bezinden salgılanan Dimetiltriptamin (DMT) çok ilginç, ilginç olduğu kadar da çok dikkate değer bir hormondur. Bu hormonun fonksiyonel muhtevası bazı bitkilerin karışımından da elde edilebilmektedir. Meselâ Şamanlarda Ayahuasca (Ruh asması) denilen bir içecek veya iksir, muhtevasında DMT bulunan çeşitli bitkilerin karışımından elde edilmektedir. DMT’nin elde edilebildiği en meşhur bitkilerden bazıları şunlardır: Phalaris arundinacea (yem kanyaşı), Psychotria viridis, Phalaris (kuş otu), Acacia (akasya), Arundo donax (kargı kamışı) ve Desmanthus illinoiensis.

Not: Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretleri’ne atfedilen bir söz: “Üzerlik tohumu karanlığı örttü ve gerçek göründü!” Bilindiği üzere, üzerlik tohumu yüksek miktarda DMT içermektedir. Evet; tabiatta yüksek miktarda DMT bulunduran bitkilerden biri de arundo donax, yani kargı kamışıdır. Kargı kamışı, ney aletinin de hammaddesidir. DMT, istisnasız tüm canlılarda bulunur. Allah, ilahî emaneti tüm varlığa teklif etti. Ancak, cahil ve cesur olan insan bu teklifi kabul etti… Doğum, ölüm ve bir tür ölüm olan uyku halinde de fazlaca salgılanan DMT, Allah’ın varlıklarına, özellikle de “bütün kâinatın özü ve hülasası olan insan” için ilâhî bir lütfudur. Yükün altında ezilmemek için.

Not: Misvak kullanımının epifiz bezine ne tür bir tesir üzere olduğu araştırmaya değer bir mevzudur.  

DMT, doğum, ölüm ve uyku esnasında çok yoğun olarak salgılanmaktadır. Uyku esnasında salgılanması daha ziyade rüyaların görüldüğü evrede (Rem uykusu veya uykunun 4. safhasında) olmaktadır. Yüksek yerlerde ve karanlık ortamlarda da ziyade salgılanması söz konusu. Etkileri arasında zaman algısında değişim de vardır.

Epifiz bezinin doğum ve ölüm esnasında çok yoğun olarak salgılanması, çok etkili bir antioksidan(9) ve uyuşturucu özelliği taşımasıyla, bir tür anestezi(10) olmasıyla doğrudan ilintilidir. DMT’nin olmadığı durumlarda doğum ve ölüm anında nasıl bir acı çekileceği havsala dışıdır. İnsan vücudu en fazla 45 del (birim) acıya dayanabilir! Fakat doğum yaparken kadınlar 57 (del)e kadar acı çeker. Bu aynı anda 20 kemiğin kırılmasına bedeldir… Rüya için de buna benzer bir durum söz konusudur. Meselâ çocukların gördüğü rüyayı yetişkinler görselerdi dayanamayıp ölürdü. Diğer taraftan, hadis ile sabit olduğu üzere, “Rüyâlar, insana Allah’ın uykuda söylediği sözlerdir.”(11) Rüyâda Allah’ın sözlerine muhatap olmak? Allah Resûlü’nün, meâlen, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hûd Sûresi, 11/112) âyetine işârette, Allah’ın âyetlerinden Hûd Sûresinin kendisini ihtiyarlattığını haber vermesinin yanında, rüyânın “nübüvvetin 46’da biri” olduğuna dair hadis dikkate alındığında, insanî hakikat ile irtibatın insan açısından nasıl da ağır bir yük olduğu hesaba katılmalıdır. Bu durumda DMT’nin keyfiyeti ve de kıymeti daha da anlaşılır olmaktadır. Yükseklik mevzuunda, meselâ tapınakların yüksek mekânlarda konuşlandırılması Epifiz bezinin daha çok DMT salgılaması ile ilişkilendirilmektedir. Bunun aslında plastisite anlayışı ile de izah edilebilir bir yanı var gözükmektedir. İşin aslı bize göre, ilimde “mekanet yüksekliği” ile ilişkilendirilebilir gözükmektedir. İlimde tekâmül, insanî hakikatin yerine getirilmesini de beraberinde getireceğinden, bunun da ağır bir yüke tekabül ettiği düşünüldüğünde, epifiz bezinin niçin DMT salgıladığı daha iyi anlaşılmaktadır. Epifiz bezinin salgıladığı hormonlara niçin “ilâhî hormon” veya “ruh molekülü” veya “hayalet hormon” yakıştırması yapıldığı da... Gerçi bu tür tabirler bizce diyalektik olarak çok yakışıksızdır.

Evet; kadim kültürlerde tapınakların yüksek dağ tepelerinde konuşlandırılmasının epifiz bezi ile ilişkilendirildiği söz konusu. Eski Yunan kültüründe Tanrı ve Tanrıçaların Olempos dağında konuşlandırılmasından tutunuz da, Eski Mısır Piramidlerine, Babil Kulesinden tutunuz da günümüz gökdelenlerine (11 Eylül’de yerle yeksan edilen İkiz kuleler hatırlanmalı!), eski Hint ve Çin kültürünün tapınaklarının yüksek dağlarda konuşlandırılmasına vs. bütün bunlar epifiz bezi ile ilişkilendirilebilir gözükmektedir. Dinler tarihinde, meselâ Musevî dininde Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın Tur Dağı’nda Allah ile konuşması(12) ve İsevî dininde, meselâ İsa Âleyhisselâm’ın göğe kaldırılması, meselâ 16 yıl riyazet neticesinde ruhunu bedenine galib kılan Hazret-i İdris Âleyhisselâm’ın İlyas Âleyhisselâm olarak tekrardan yeryüzüne inişinin habercisi olarak Güneş Feleği’ne çıkartılması, meselâ Asr-ı Saadet döneminde Allah Resûlü’nün Hıra Dağı’nda inzivaya çekilmesi(13) ve en önemlisi de, ki bu mevzuun şahikasıdır, Miraç hadisesi bu mevzuda ziyade aydınlatıcıdır. Diğer taraftan, İBDA Mimarı’nın Hikemiyat isimli eserinde Şeriat ve Tasavvuf kıyaslaması üzerinden anlatılanlar da çok dikkat çekicidir:

“Hakikatiyle tasavvufun yerini anlayabilmek için, korkunç bir hayâl kuvveti olan bir ressamın çizdiği bir dağ resmi düşünün:
-“Billurdan bir dağ… Kat kat göğe doğru yükselmiş bu dağın etrafında namütenâhîye çıkan bir yol… Yol asfalttır. Yanında incecik bir çimen pist onu takib eder. Asfaltın bir yerde durur gibi olduğunu görürüz. Ondan sonra çimen pist devam eder. Dağın tepesinde muhteşem bir saray… İçinde göze görünmez mahlukların meclis kurduğu bir saray… Bu sarayın kapısına yalnız çimen pist varıyor… / Tasavvufu böyle hayâl edebiliriz…”(14)

Yükseklik mevzuuna bağlı olarak, “DMT salgısının sporda doping, özellikle de kan doping ile ilişkilendirilebilir bir yönü var mıdır?” sorusu araştırmaya değer bir sorudur. Meselâ yüksek irtifada yapılan çalışmalarda veya antrenmanlarda, havada daha az oksijen bulunduğundan kandaki hematokrit (15) doğal olarak en az %3 oranında yükselmektedir. Bu durumda olan sporcular, yükselen hematokrit değerlerinden dolayı yanlış olarak kan dopingi yapmış gibi değerlendirilebilirler... Kan dopingi denilen hadise, kişinin kendi kan dolaşımındaki kırmızı kan hücrelerinin dolayısıyla performansının artırılmasını hedeflemektedir. Görevi adalelere oksijeni taşımak olan kırmızı kan hücrelerinin sayısının artırılması uzun süreli olarak sporcunun performansının artırılması anlamına gelmektedir. Bu arada, kan dopinginin 3 yöntemle yapılabileceğini de söyleyelim ki bunlardan birincisi; sentetik hormonların vücuda verilip kemik iliğinin uyarılması ve daha fazla kırmızı kan hücresi yapmasının sağlanması, ikincisi; başka bir şahsın kanının verilerek kırmızı kan hücre sayısının artırılması ve üçüncüsü ise; kendi kanının alınıp saklanması ve daha sonra kendisine verilerek kırmızı kan hücre sayısının artırılması şeklindedir. Birinci ve ikinci yöntemi dışarıda bırakarak söyleyelim ki, kişinin kendi kanının alınması halinde kanda oksijen taşıma kapasitesi önemli derecede artar. Yüksek irtifada kırmızı kan hücreleri alınıp saklanılması ve daha sonra büyük yarışmalar öncesi sporcuya kan yolu ile verilmesi sporcunun performansını %30 oranında arttırabilir. Bu yöntemin etkisi 6 hafta kadar sürebilir… Bazı spor dallarında sporcuların belirli aralıklarla kan tahlilleri yapılır ve hematokriti daha sonra % 50 nin üzerine çıkan sporcuların yarışmalara katılmasına müsaade edilmemektedir. (16)
 
Kaynaklar
(1)http://www.ufukozcizme.com/post/epifiz-bezi-pineal-gland
(2)Salih Mirzabeyoğlu, İman ve Tefekkür, İBDA Yayınları, İst. 2007, sh. 42.
(3)Mirzabeyoğlu, a.g.e., sh. 42.
(4)Necip Fazıl, Çile, BD Yayınları, İstanbul
(5)bk. Gazâlî, İhyâ, 3/4; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1/143.
(6)bk. TDV. İslam Ansiklopedisi, Nefs md.
(7)Necip Fazıl, Çile, bd yayınları, İstanbul, sh.
(8)Salih Mirzabeyoğlu, “Öüm Odası”, Baran Dergisi, Sayı: 525, 2 Şubat 2017, sh. 18.
(9) Antioksidan, yağların oksidasyonunu yavaşlatan madde. Canlılarda, kimyasal süreçler (prosesler), özellikle oksitlenme, serbest radikallerin oluşmasına neden olur. Yüksek derecede reaktif olan serbest radikaller farklı moleküller ile kolayca reaksiyona girebilir ve böylece hücrelere, canlıya zarar verebilir. Antioksidanlar serbest radikallerle reaksiyona girerek (onlarla bağ kurarak) hücrelere zarar vermelerini önler. Bu özellikleriyle hücrelerin anormalleşme ve sonuç olarak tümör oluşturma risklerini azalttıkları gibi, hücre yıkımını da azalttıkları için, daha sağlıklı ve yaşlılık etkilerinin minimum olduğu bir hayat yaşama şansını yükseltir.
(10) Anestezi (Yunanca ek an-, “-siz, -sız anlamında” ve aesthētos, “hissetmek”), genellikle cerrahi müdahalelerden önce uygulanan, bedenin tümünün ya da belli bir bölümünün ağrıya duyarsız hâle gelmesini sağlayan işleme verilen addır. Vücudun sadece belirli bir bölgesini uyuşturan anestezi türüne ise lokal anestezidir.
(11) Salih Mirzabeyoğlu, “Ölüm Odası”, Baran Dergisi, 16-23 Şubat 2017, sayı: 527, sh.17.
(12) Tur Dağı’nda Allah'ın Hz. Musa Aleyhisselâm ile konuşması… Allah, bir ağaçtan Hz. Musa Aleyhisselâm’a seslenmiştir. Allah, Hz. Musa Aleyhisselâm ile konuşacak kadar yakınlaşmıştır.
(13) Hira veya Hira Mağarası Allah Resûlü’nün inzivaya çekildiği mağara. Kur'an-ı Kerim’in indirilmeye başlandığı mağara. Hira Mağarası Mekke’nin yaklaşık 6 km kuzeyinde bulunan Nur Dağı’nda bulunur.
(14) Salih Mirzabeyoğlu, Hikemiyat, İBDA Yayınları, 2. basım, İstanbul, 2016, sh. 51.
(15) Hematokrit, kırmızı kan hücrelerinin oluşturduğu hacmin, toplam kan hacmine oranıdır. Kan hücrelerinden alyuvarların total kan miktarındaki oranına hematokrit adı verilir. Hematokritin normal değerleri yaş ve cinsiyete bağlı olarak değişmekte olup erişkin bir erkekte %42-52, kadında %36-46 aralığındadır… Hamilelik, deniz seviyesinden yüksek rakımda yaşama, yakın zamanda önemli miktarda kan kaybı, yakın zamanda yapılan kan nakli ve susuz kalma, gibi durumlar hematokrit değerini değiştirmektedir.
(16) http://www.burhanuslu.com/?q=node/27


Baran Dergisi 529. Sayı