Vakıf yazı dizimiz boyunca İbda Hikemiyatı’nın bize öğrettiği merkezî bir fikir etrafında mevzularımızı ele aldık: “Peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı; insanlık olmazdı.” Bu temel fikir, tam bir sosyolojik hakikat halinde bağlanılması gereken gerçek iman mihrakını göstermekte ve aynı zamanda o iman mihrakından neşet eden ve kendisine göre yaşanması lazım gelen ahlâka da işaret etmektedir.
Peygamberler olmasaydı, lisan olmazdı, medeniyet olmazdı; bahsimiz olan vakıf benzeri kurumların kaynağı “fedakârlık” gibi insana has üstün meziyetler olmazdı. Yakından bakarsak: İnsanlar, kaba kuvvetin kuralları koyduğu ve son tahlilde zayıfın yaşayamadığı insiyakî/hayvanî düzende değil, belli kaidelerin hâkim olduğu cemiyetler halinde bugüne kadar gelmişlerdir. İnsanın en temel hasletlerinden biri ve cemiyetin devamlılığının olmazsa olmaz şartı ferdlerdeki fedakârlık hissidir ve bu his kuvve halinde her ferdde mevcuttur. Tüm canlılardaki en temel güdü, kendi varlığını korumaktır ve bundan feragat mümkün değildir. Tabiattaki örnekleri de yine bu kendi varlığını koruma güdüsünün muhtelif tezahürleri halindedir ve DOĞUŞTANDIR. Hâlbuki insanın mümeyyiz vasfı içgüdü değil, şuurdur ve insandaki kendi öz varlığını iptale kadar götürecek fedakârlık ancak şuurlu bir benimseme seviyesine çıktığı zaman mümkün olabilmektedir. Ferd, kendinde potansiyel halde mevcut bu ve benzeri hisleri, çevrenin tesiri ile açığa çıkarmaktadır. Şuurlanma, bilgilenme ve irade hürriyeti, aynı doğrultuda tekâmül eden özelliklerdir; ama aynı zamanda ferdin davranışlarını tahdit eden, başka bir deyişle içinden geldiği gibi davranma hürriyetinin önüne engeller koyan da bu aynı tekâmül sürecidir. Hülasa, insan bilgilendiği ve şuurlandığı sürece hürleşirken, bu hürriyetini bilgilendiği ve şuurlandığı müddetçe kendi eliyle sınırlandırır ve böylece cemiyet düzeni ortaya çıkar. Cemiyetin ortaya çıkışının olmazsa olmaz şartı, ferdin kendi rızasıyla hürriyetinden fedakârlık etmesidir. Bunun gibi, içtimaî doku her yeni gelen ferdle beraber yenilenir ve değişiklikler oluşur. Eğer her ferd, bu değişimde maruz kalacağı zorluklara (mevcut halin değişimi bu anlamda başlı başına zorluk demektir) katlanmayı göze almazsa, dokunun parçalanması mukadderdir. Kısacası, cemiyeti teşkil eden ferd olmak, haddizatında içinde bulunduğu içtimaî katman veya seviye muvacehesinde fedakârlığa her daim gönüllü bir şekilde hazır bulunmak demektir. Ferd ve cemiyeti oluşturan bu hasletler, insanlarda diğer canlıların aksine hazır ve içgüdü seviyesinde değil, şuur seviyesindedir ve öğrenilmesi zorunludur. Bütün bu bahislerde birbirlerinin varlığını şart kılan “şuur-lisan ikilemi”nin, materyalist hiçbir akım tarafından izah edilemediğini söyleyelim. Aslında tüm materyalizm biçimleri, çözümü zaruri “üst varlık-mutlak varlık meselesi”ne toslanan bu mevzuda rotalarını “düşünmeyerek yok saymaya” çevirmişlerdir. Hâlbuki mutlak bir varlık zorunludur; onların yaptıkları mutlak varlığı “şuursuzlaştırarak”, yani genel anlamda “madde”yi mutlaklaştırarak, muhtevasını kendilerinin belirleyemeyeceği ahlâkî tekliflerden kurtulma teşebbüsünden başka bir şey değildir. Bu safsatayı bir tarafa bırakırsak, insanlara insan olmayı öğretenin Allah olduğu, bunu ya doğrudan ya da peygamberleri vasıtasıyla dolaylı yoldan yaptığı bir bedahettir. İşte bu yüzden peygamberler olmasaydı, medeniyet olmazdı; iyilik, kötülük, fedakârlık, diğerkâmlık vs. hiçbir sıfat da olmazdı. Elbette vakıf benzeri müesseseler de olmazdı.
Peygamberler, ilk hareketi veren muharrik güç gibi insanlığa Allah’ın idrak üfleme vasıtaları olmuşlardır; yani en ilkelinden en gelişmişine bütün insan toplulukları, peygamberlerin Mutlak Varlık’tan getirdikleri esaslar ile şekillenmişlerdir. Ancak, müsbet yönde tekamül, her zaman hemen yanı başında yozlaşmayı bulur. Peygamber devrini takiben, o devri kendi içinde zaman olarak zirve noktası alırsak, hemen yozlaşma başlar.
Peygamberler, aynı zamanda, bir duvarın düz bir şekilde inşâını sağlayan terazi gibi, sürekli idrak yenileyici ve bu yenilenişi beşerî fıtrat minvalinde tutucu bir rolün sahibidirler. Hem ilk hareket (Hz. Âdem), hem de sürekli müsbet yönde yenileniş ancak onların varlığıyla imkân dâhiline girmektedir. Şunu da ifade edelim ki, bütün akıl yürütmeler ve rasyonalizasyon teşebbüsleri bir tarafa, kişi kendi derinliklerinde peygamber hakikatini bütün kuvvetiyle hissetmektedir.
Vakıf bahsinin Peygamberlikle alakası ise çok açık: Bütün cemiyetlerde şu veya bu şekilde hayır işleriyle alakalı kurumsallaşmış yapılar görülmektedir. Bu tarz teşkilatların hukukî ve fonksiyonel düzenlemelerindeki benzerlikler, birçok şeklî özelliğin bile aynı olması, -bu mevzuda insanı yönlendiren temel sâikin benzerliği ayrı bahis-, kaynağın bir olduğuna işaret etmektedir. Bu yüzden kendi içlerinde farklı derecelenmeleri olsa ve kimi aslına uygun kimi ise tamamen sathî kalsa da kaynağın “ilahî” olduğu hususunda tereddüdümüz bulunmamaktadır. Her medeniyette başka medeniyetlerin parçalarının gözükmesini, Ateizm dininin mensupları, kendi tezlerini, yani her şeyin tekâmül neticesi ortaya çıktığı, aslında bir yaratıcının olmadığı iddialarını doğrulayıcı görmekteler. Bu onların mevcut inançlarını pekiştirmekte işe yarıyor olabilir, ancak bu tezlerinin, aslında İbda’nın “her insanî oluşun kaynağı peygamberlerdir” hükmünü tersinden ispatladığı açık değil mi? Doğru, hepsinin kaynağı, onların iddia ettiği gibi tektir, ancak o kaynak Mutlak Kudret sahibi Allah’tır. Yeryüzü, Hz. Adem’den günümüze kadar “O Tek Kaynak”ın gönderdiği elçilerin “belirleyen figür” olduğu medeniyet tezahürlerine şahitlik etmiştir.
Vakıf kurumunu konu edindiğimiz yazı dizimiz boyunca bütün büyük medeniyetleri bu açıdan inceleyip belli ortak paydaları tesbit gibi bir usûl izlemekteyiz. O yüzden, usulümüze riayet adına, henüz bahsetmediğimiz doğu medeniyetlerini de mercek altına alıp dairemizi kapatmamız gerektiği kanaatindeyiz. Dolayısıyla sırada Uzak Doğu’da vakıf benzeri kurumlar var. Kadim Çin’deki vakıf benzeri kurumlar ile bunların manevî membaını tetkik ederek mevzumuza başlayalım.
Çin tarihinin nereye kadar uzandığı konusunda muhtelif nazariyeler bulunmaktadır. Yazılı kaynaklara baktığımızda, en azından beş bin yıllık bir geçmişten bahsedebilmekteyiz. Daha öncesinde ne olduğu, Çinlilerin ve diğer bölge kavimlerinin ne durumda bulunduğu biraz tahmine dayanmaktadır. Mesela, Koreliler, Japonlar, Moğollar ve Türkler arasındaki lingüistik benzerliklerden, bunların nisbeten yakın bir zamanda birbirinden ayrışmış topluluklar olduğu yönünde kanaatler var. Zaten bu topluluklar aynı dil öbeğine mensub kabul edilirler. Ancak Çin’de vaziyet biraz farklıdır. Çin bütün bu toplulukların ortasında, sürekli onlarla mücadele halinde olan farklı bir gelişme çizgisi izlemiş bir coğrafyadır. Muhtemelen Çinliler ile bu topluluklar da akrabadırlar, ancak daha eski zamanlarda onlardan kopmuşlardır.
Çinliler, komşusu olan diğer toplulukların aksine çok eski zamanlardan beri yerleşik hayata geçmiş ve ziraatle meşgul olmuşlardır. İlk başlarda çok parçalı, yerel beylerin idaresi altındalarken, zamanla bunların birbirleriyle mücadelesi neticesinde sayıları dönem dönem değişen krallıklar kurmuşlardır. Çin kelimesi bu krallıklardan, bugünkü Çin’in orta batı bölgesinde yerleşik “Ç’in” krallığından gelmektedir.
Vakıf benzeri kurumlara ilk bu dönemlerde rastlamaktayız. Mesela MÖ 2000’de Li Ki isimli bir tarihçi, muhtaç vaziyetteki dul, yetim ve yaşlılar için müesseseler teşkil edildiğini söylemektedir. Yine zor durumda olan kişiler için yardım sandıkları oluşturulduğu, bunların yerel idarecilerin kontrolünde bulunduğuna dair kayıtlar mevcuttur. Çinlilerin ziraatle meşgul bir topluluk olmaları hasebiyle, iklim değişimlerinden kaynaklanan tabii afetlerde savunmasız kalmaları anlaşılabilir bir durumdur; onlar, çevrelerindeki göçebe milletler gibi sürekli yer değiştirme seçeneklerine sahib değillerdi. Çin toplumunun statükocu bir zihniyete sahib olduğu, Çin’de zamanın sanki durduğu hep söylenegelir. Ancak bunun kökenlerine inip Çinlilerin inançları incelendikçe, bunun haksız bir itham olduğu anlaşılacaktır.
Gelecek sayımızda Konfüçyüs dinini inceleyerek konumuza devam edeceğiz.
Baran Dergisi 448. Sayı