Mısır’ın dünyanın bilinen en eski yerleşimlerinden biri olduğu hususunda tarihçiler hemfikir. Mısır tarihinin ne kadar eskiye dayandığı konusunda Mısır uzmanları arasında münakaşalar bulunsa da, insanlık tarihinin “bilinen” kısmında varlığını kesintisiz bir biçimde sürdürdüğü hepsinin ortak görüşü. Bunu sağlayan ise bu ülkeye halen can veren bir nehir: Nil…
İnsanlık tarihi üzerine faraziyeler geliştiren antropologlar, haliyle Mısır faslına özel bir önem atfetmektedirler. Onlara göre Mısır, bundan 20-30 bin yıl evvel sona erme sürecine giren en son buzul çağına kadar kendi coğrafyası açısından sonraki devirlerde taşıdığı ehemmiyeti haiz değildi; çünkü bütün sahra bölgesi, o zamanlar nisbeten mutedil bir iklime sahipti. Hatta şu anda insan hayatı açısından son derece elverişsiz şartların hüküm sürdüğü Libya’nın Fizan çölü, o tarihlerde Karadeniz büyüklüğünde bir iç “göl”ü barındırmaktaydı. Çevresinde nisbeten yoğun bir nüfus barındıran gölde balıkçılık yapılmakta, çevresinde ziraî faaliyetler yürütülmekteydi. Kısacası bu bölge, bugünkü çöl görünümünden tamamen farklı bir mahiyet arz etmekteydi.
Son buzul çağı nihayete erip denizler yükselince, dünya genelindeki ana hava akış koridorları yön değiştirdi. Küresel ısınmanın neticesi olarak yağışlarda azalma, bilhassa bu koridorların dışında kalan dönence bölgelerinde çölleşmeye yol açtı. Afrika’da yoğun yağış almayı sürdüren ekvatoral bölgenin kuzeyindeki geniş kıtasal saha, bu çölleşmenin en büyük mağduru oldu. Buralara yayılmış vaziyetteki insanlar da, suyun olduğu alanlara doğru göç ettiler. İşte Mısır medeniyetinin asıl yükseliş devri olarak gösterilen dönemin böyle başladığı söylenmektedir. Göç eden bu insanlar, Nil nehrinin kendilerine sağladığı imkânlardan dolayı özellikle bu nehir boyunda yerleşmeye başladılar. Son küresel ısınmanın getirdiği neticelerden birisi, dünyanın bilhassa bu bölgesindeki coğrafî değişimlerdi. Büyük bir iç göl olduğu düşünülen ve okyanuslarla bağı bulunmayan Akdeniz, depremlerin ve volkanik hareketlerin tesiriyle bu günkü halini aldı ve Cebelitarık vasıtasıyla dünya denizleriyle birleşti. Son buzul çağına girilirken İspanya ve Fas, İngiltere ve Fransa karadan birbirlerine bağlı ülkelerdi. Buzul çağının sonunda ise birbirlerinden ayrılmışlardı. Bu dramatik tabiat hadiselerinin Mısır’daki tesiri, bahsettiğimiz nüfus artışı ile beraber coğrafî bazı değişimlerdi. Önceleri Nil’in aktığı güzergâh değişti, nehrin denize döküldüğü yer doğuya kaydı ve şu anki deltası ortaya çıktı. Tabii bu durumdan sadece Sahra Afrika’sında yaşayanlar etkilenmediler; Arabistan ve Ürdün de bu çölleşmeden nasibine düşeni aldı. Mesela, Arabistan’da Rübulhali Çölü’nde yapılan araştırmalar, kumların altında eski nehir yataklarının varlığına işaret etmektedir.
Kısacası, neredeyse 20 bin yıllık bir geçmişi olan Mısır, elbette müessese bazında da çok gelişkin bir yapıya sahibti. Yönetim şeması, küçük çaplı değişiklikler haricinde, binlerce yıl bozulmadı. Son derece köklü ve benimsenmiş bir yönetim biçimine sahib olan Mısır’da, bu güne kadar andığımız diğer medeniyetlerde olduğu gibi, vakıf kurumuna rastlamamız kaçınılmaz. Sonradan Bizans’ta örneklerini göreceğimiz bazı vakıf türlerini ilk defa eski Mısır’da müşahede etmekteyiz. Gerçi, “o ülke bunu buldu, bu şundan aldı” tarzında yorumlara çok iltifat etmediğimizi daha önce de belirtmiştik. Doğru tektir ve bunun nihaî kaynağı hattı zatında Mutlak Fikir’dir. İbda Mimarı’nın özetle söylediği gibi, sonsuz sayıda tecrübe yapılması mümkün olmadığından Mutlak’a ihtiyaç aşikârdır. Bu yüzden de, doğru nerede olursa olsun, aslî kaynağı Mutlak Fikir, dolayısıyla Peygamberlerdir. Onun için, şu şundan-bu bundan tesbitleri, Mutlak doğru’ya muhatab anlayışların insanlık tarihi içerisindeki macerasını görmek açısından önemli; yeni bir muhatab anlayışı detaylandırırken kullanılacak malzeme hüviyetinde hepsi…
Ahmet Akgündüz, vakıflar üzerine kaleme aldığı eserinde, eski Mısır’daki vakıf benzeri kurumlara da değinmektedir. Kitabındaki bu hususla ilgili bölüm şu şekilde:
“Eski Mısır hukukunda da vakıf fikri mevcuttu. İlahlara, mabetlere ve kabirlere bazı tahsisler yapılmaktaydı. Bu çeşit tahsislere insanları sevk eden sebebi ilahlara yakınlaşmak ve hayır işlemek gayesiydi. IV. Aile zamanında bazı kâhinlere gayrimenkul vakfedildiğini gösteren bir belge, Mısır Müzesi’nde 72 no’lu kayıtta bulunmaktadır. Mısırlılar, evlatlık vakıfları da bilmekte, ailelerine ve çocuklarına vakıflar yapmış bulunmaktadırlar. Vakfın idaresi demek olan tevliyeti de genellikle en büyük erkek çocuğa tevcih etmişlerdir. V. Aile’ye ait bir vesikadan vakfa müessese dedikleri anlaşılmakta ve bu kavram vakfın eş anlamlısı olacak şekilde tanımlanmaktadır.” (Ahmet Akgündüz, İslâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf, sh. 58)
Akgündüz, merkezine İslâmî vakıfları aldığı kendi mevzuu açısından eski Mısır vakıflarına eserinde şöyle bir değinmiş gözüküyor. Akgündüz’ün ve vakıf ve menşei meselesinden bahseden diğer araştırmacıların, İslâm öncesi veya İslâm dışı hayır kurumları hususunda verdikleri malumat aslında oldukça mahdut. Sağladıkları bilgiler de umumiyetle bu tarz kurumların Roma ve Bizans’ta gelişimi üzerine. O yüzden eski Mısır’daki vakıf benzeri kurumların yapısı konusunda yabancı kaynaklara başvurmak elzem görünmektedir.
Eski Mısır vakıflarına dair ilk kaynağımız, B.G. Trigger. Bu yazara göre vakıflar, eski Mısır toplumunun bel kemiğini oluşturan ana unsurlardan biriydi. Kuruluş gayeleri de “tanrı” heykellerinin ve bunlara adanmış mabetlerin yapım ve bakımını üstlenen “kült”lerin devamlılığını temindi. Temelini, bağışlanan bir mülk veya bir miktar para teşkil etmekteydi. Bazen aynı mülkler, farklı vakıflara hizmet verebilmekteydi. Vakfın ana sermayesini oluşturan bu mülk veya paranın aynen muhafazası zorunluydu ve her tür tecavüzden masundu. Her vakıf, ebediyen varlığını sürdürmek üzere kurulurdu. Vakfın ana sermayesinden gelen akar, “kült”ü yaşatanlarla hizmet işlerini gören personele tahsis olunmaktaydı; ancak bazen hukukî değişiklikler yapılmak suretiyle başka sahalara da harcanabilmekteydi. Mülklerin ve paranın bağışlanmasına dayanan bu tarz tahsislerin ana fikri, dünyevî kanunların temin edemeyeceği bir dokunulmazlık ve süreklilik elde etmekti. Diğer birçok örnekte olduğu gibi bu vakıflar, vergi muafiyetini de haizdiler.
Trigger’e göre Eski ve Orta Krallıklardaki en önemli vakıflar, kraliyet kültü için yapılmış olan piramitlerdi. Yazar, bugüne kadar piramitlerle ilgili varsayımların pek doğru olmadığı kanaatindedir. Piramitler, yanlarında kendilerine bağlı mabetleri olan mezarlar değil, bilakis mabetlerin yanına yapılmış olan türbelerdir. Yine vakıflar, eyaletlere dağılmış vaziyette bulunan mabetlerin yapımı ve bakımını temin eden aslî kaynaklardı. Yerel yöneticileri de bünyelerine alarak, eyaletlerin idaresinde etkin bir mevkiye yükselmişlerdi.
Piramit mabetlerindeki vakıflara ait vakfiye ve çalışma kayıtlarına ait iki evrak, günümüze kadar ulaşmıştır: Ebusir’deki V. Hanedan firavunlarından Neferirkara’nınki ve XII. Hanedan firavunlarından Senusret II’ninki. Neferirkara’nın vakfının kayıtları son derece titiz tutulmuş durumdadır. Bu kayıtlardan, o tarihteki vakıfların nasıl çalıştığına yönelik ciddi bir bilgi sahibi olunabilmektedir. Bu kayıtlar arasında, mabedin korunmasına, gelirlerin toplanmasına, heykellere yapılacak törenlerin tanziminde görev alacak personelin dağılımına dair iş çizelgeleri bile bulunmaktadır. (B. G. Trigger, Ancient Egypt, A Social History, sh. 85-89)
Eski Mısır’da vakıfların, sonraları İslâm âleminde icra ettiği “kaynak transferi” rolü de bulunmaktaydı. Vakıflar, mülklerinden veya kendilerine tahsis olunmuş bulunan paraların faizlerinden elde ettikleri gelirleri harcamak suretiyle iktisadî deverana yardımcı olmaktaydılar. Mısırolog Barry Kemp’e göre eski Mısır vakıfları, eski ve orta krallıklar devrinde Mısır’da “iktisadî dengeleme” vazifesine sahipti. Bir kısım vakıflar, zamanla etkinliklerini yitirmekte, onların yerini yeni kurulan vakıflar almaktaydılar. Bunların yoğun inşâ faaliyetleri, güvenlikle ilgili harcamaları, vs. büyük bir yekûn tutmaktaydı. Bu harcamalar sayesinde, toplanan paraların yeniden cemiyet içinde tevzîi sağlanmaktaydı. (Barry Kemp, Ancient Egypt, Anatomy of a Civilization)
Eski Mısır’da vakıfları sadece krallar veya onların aileleri kurmamakta, belli bir varlığa sahip kişiler de, devletten izin almak kaydıyla bu tarz kurumlar tesis edebilmekteydiler. Bu vakıfların bir kısmının, bir çeşit miras bırakma yöntemi olduğu da anlaşılmaktadır. Masuniyetinden yararlanmak için mülklerini vakıf kimliği altına almakta ve bu sayede mülklerini devletin müstakbel tecavüzlerinden korumayı amaçlamaktaydılar. Bu vakıfların kayıtları da yine devlet arşivlerinde tutulmaktaydı. Aristide Theodorides, Palermo Taşı adı verilen ve firavunların işlerinin yazılı olduğu bir kayıtta, eski krallık zamanında Heti isimli bir kişinin, mülklerini, ruhunu kutsayacak ve mirasçıları tarafından idare olunacak bir külte ebediyen bağışladığını gösterir bir vakfiye bulduğunu yazmaktadır. (Aristide Theodorides, The Concept of Law in Ancient Egypt)
Elimizde vakıfların temel gelir kaynağı olan arazilere ait çok az vakfiye kaydı mevcuttur. Bunun sebebi, muhtemelen bu kayıtların çok eski devirlere ait oluşu ve üzerine yazıldıkları malzemelerin zamana karşı direnememesidir. Yalnız taşlara işlenmiş kitabelerde bu vakfiyeleri görebilmekteyiz. Bunlardan birisinde V. Hanedan döneminde Ra kültüne yapılmış bir tahsisten bahsedilmektedir. (Desmond Clark, Cambridge History of Africa).
Yine bu vakıf arazilerinin boyutları da büyük değişkenlik göstermekteydi. Büyüklükleri 10 dönüm ile 500 dönüm arasında değişmekteydi. Başlangıçta bu vakıflar üzerinde hükümetin tam bir kontrolü bulunmaktaydı. Fakat sonradan peyderpey verilen istisna beratlarıyla, bunlardan vergi alınmamaya başlandı. Bu beratların büyük bir ehemmiyeti vardı. Mesela Eski Krallık devri hükümdarlarından Pepy II’nin, gelirlerinden bir kısmının ayırım yapılmadan tüm mabetler arasında eşit bir şekilde bölüştürülmesini emrettiği mektubu elimizdedir. (Desmond Clark, age.)
Fakat kişilerin, bilhassa müsadereden korunma ve vergiden istisna haklarından faydalanma gayesiyle mülklerini vakfetmeleri ve bunların idare ve intifa hakkını çocuklarına vermeleri, yani üstü örtülü bir biçimde miras bırakmaları, belli bir zaman sonra devlette gelir bunalımına yol açtı. Eski Mısır’da arazilerin ciddi bir kısmı, firavunların ve onların akrabalarının vakıfları ile sıradan kişilerin devletten izin almak yoluyla oluşturduğu vakıfların zılliyetine geçmiş durumdaydı. Baş Tanrı Ra’ya, diğer büyük ve küçük tanrılara adanan vakıfların arazilerinden çok, zürrî vakıf kategorisi altında toplayabileceğimiz ve kişilerin kendi ruhaniyetleri için kurdukları vakıfların mülkleri bulunmaktaydı. (Kathryn A. Bard, An Introduction to the Archeology of Ancient Egypt, sh. 177) Belli dönemlerde bu tarz gelir bunalımlarının dışarıya savaş açmak suretiyle aşılmaya çalışıldığı da anlaşılmaktadır. Vakıf mülkiyeti ile devletin gelirleri arasında, ikincinin aleyhine dengesizlik, İslâm öncesi Hindistan’da, İran’da ve daha sonraları Bizans’ta da yaşanmış bir olgudur. Vakıfların manevî korumasından faydalanarak kişilerin mülklerini çocukları açısından “sağlama alma” düşünceleri, bir süre sonra ülkeyi, asıl kuruluş maksatları olan hayır işleri yönünden işlevsiz, ama yine de vergi vermeyen vakıf arazileri ile doldurmaktaydı. Bu durumu, nisbeten İslâm âleminde de müşahede etmekteyiz. İnanç ekseninden kopan ve dünyevî gayelere matuf her oluşum neticede aksülamelini doğurmakta gecikmemektedir.
Mısır’da Hıristiyanlık döneminde de ciddi bir vakıf birikimi bulunmaktaydı. İslâm orduları Mısır’a girdiğinde, arazilerin önemli bir kısmı kiliseye ait vakıflardaydı. Yine şahısların kendi ruhaniyetleri için harcanması maksadıyla tesis ettikleri vakıfların da bu dönemde büyük bir yekûn tuttuğu görülmektedir. Helenistik ve takib eden Hıristiyanlık devirleri Mısır vakıflarını, yoğun tesirlerinden dolayı Roma ve Bizans vakıf yapısıyla birlikte inceleyeceğiz. Çünkü bu devirlerde Mısır, artık bir “peyk” konumuna düşmüş bulunmaktaydı. 
Baran Dergisi 428. Sayı