Daire sırrı icabı her son, yeni bir başlangıca bitişik... Daire sırrının da ötesinde, her yeni başlangıç, yukarı yahut aşağı doğru iki seçeneği de peşinden getirir: Döne döne çıkılan ulvilerin ulvisinden, savrula savrula inilen süflilerin süflisine dek sonsuz helezon...

Ferdî hürriyet alanı, nasıl ki insanın eşref-i mahlûkat seviyesine çıkmasına da, hayvandan aşağı seviyeye inmesine de müsaade ediyorsa; aynı şey, cemiyet ve devlet için de geçerli. Bir devlet de tıpkı “insan” gibi ister eşref-i devlet olur, ister kepaze-i devlet...
***
Batı diye işaretlediğimiz küfrün, bir asrı aşkın süredir dışarıdan ve içeriden muhatabı olduğumuz kuşatması muvaffak olamadan kırıldı. Her türlü “enstrüman” ile üzerine çullandıkları İslâm akidesini tahrib etmeyi başaramadılar. Bu kavganın savunma döneminden Müslümanlar yara bere içinde çıkmışlarsa da, gönüllerdeki iman hisarıyla çevrilmiş Anadolu düşmedi. Düne nisbetle bugünün Batı’sı, niçin muvaffak olamadığının muhasebesini dahi yapmaktan aciz kadrolar tarafından sevk ve idare ediliyor. Zaten bütün üzerindeki hâkimiyeti kaybetmiş olan Batı’nın, bu muhasarayı planlayan kurmay kadroları da çoktan toprak tarafından yutulup, inanmadıkları âleme göçtüler; onlar yerine planı güncelleyecek yeni kadroyu yetiştiremediler. 

Türkiye, bu sebeble bugünlerde bir yolun sonunda ve dolayısıyla yeni bir yolun başında.
***
Batı, inandığı din icabı senelerdir bize taarruz ediyor zannediliyor; fakat onlar Hristiyanlık yahut Yahudilik dinine sımsıkı bağlı oldukları için değil, kafalarında kurmuş oldukları dünya nizamına İslâm’ı bir türlü entegre edemedikleri için bize saldırıyorlar. İslâm akidesi açık ve net bir şekilde ortada olduğundan tahrif edemiyor, dolaylı yollara tevessül edip şeriatın fer’î, yani esasa müteallik olmayan meselelerinden yola çıkıp, anlayışı tahrib ederek, Müslümanların itikadını bozmaya çalışıyorlar.
***
Üstad Necib Fazıl’ın Doğru Yolun Sapık Kolları adlı eserinde, bugünün uydu haritalarını dahi kıskandıracak kesinlik ve keskinlikle işaretlediği doğru ve yanlış yollar...
***
Yanlış yollar belli. Kur’an’dan başkasını bilmeyiz diye sünneti yok sayanlar… Lütfedip sünneti kabul eden, fakat sahabiler ile tâbiîni reddedenler… Haşa, Peygamberden bile üstün “masum” imamet müessesesi ihdas edip bütün dinî yapıyı onun üzerine kuranlar… Doğru yolun büyüklerinin kendi aralarındaki “büyük” ve “nazik” meselelere müdahil olup ahkâm kesen “küçük” ve “kaba”lar ile daha nicesiyle 72 fırka, kısım, bölük...
***
Bu sayfalarda kaç kez yazdık bilmiyoruz; fakat biz yazmaktan usanmayacağız. Bunun İslâm’ı, şunun İslâm’ı, onun İslâm’ı elbette ki yok. Bütün mesele İslâm’a bakan gözde, idrak eden anlayışta. Eğer ki İslâm fert, cemiyet ve devlet hayatını düzenleyen bir din ise; ferdî ya da içtimaî, hayatın (ve topyekun varlığın) ufku Allah Resulü’nde, topluluk olarak cemiyet hayatının ufku bir bütün halinde Ashab-ı Kiram’da, devlet hayatının ufku da Allah’ın emrettiği ve Resulü’nün gösterdiği mutlak ölçüler çerçevesinde bilhassa Hazret-i Ömer zamanındaki İslâm devletinde. Ufku bu şekilde kabul eden, içinde bulunduğu zaman ve mekân şartlarına göre de istikâmetini bu ufka nisbetle tayin eden tek yol da Ehl-i Sünnet Vel Cemaat’tir. Ondan başka da bir İslâm yoktur. Ama yok, siz diyorsanız ki “İslâm yalnız fert yahut yalnız fert ile cemiyet hayatını düzenleyen bir dindir”, maalesef, o sizin bahsettiğiniz din İslâm değildir. Böyle diyenler kendilerine öyle bir din bulup inanmakta da hür...

Not: Bilmiyoruz buradaki bir incelik alâkanızı celb etti mi? İslâm’ın ideal devleti, Resûlullah Efendimiz (SAV)’in koyduğu ölçülere sımsıkı bağlı olarak Hz. Ömer (RA) tarafından billurlaştırılmıştır. Yani devlet “şekil” olarak Peygamberimiz (SAV) devrinde değil de, yine O’ndan olmak üzere, Hz. Ömer (RA) devrinde idealini bulmuştur. Burada bir hikmet var kanaatimizce: Devlet reisinin Peygamber (SAV)’in aksine “masum” olmadığı, yani idare edenin mutlak hâkim olmadığı, idare edilenler gibi “sıradan” bir kul olduğu ideal devlet teşekkülü... Halifenin mescidinde hiçbir nefs kaygısı taşımadan “Allah’tan Kork Ey Ömer!” diye seslenen Müslüman, acaba Hazret-i Ömer’e mi bu şekilde hitab etmiştir, yoksa bugün bu levhadan ibret alması ve mutlak hâkimin yalnız Allah olduğunu idrak etmesi gereken, idare edeni ve edileniyle bize mi?
***
Üstad Necib Fazıl’ın tarih muhasebemizi yaparken işaretlediği Kanunî devrinden beri yenileyemediğimiz anlayış bahsine gelelim. Devlet-i Aliyye her ne kadar Ehl-i Sünnet Vel-Cemaat yolunun sancaktarı ve savunucusu olmuşsa da, aradan geçen zaman zarfında, çağların/değişen hal ve şartların icabları doğrultusunda bu yola bakan gözü, anlayışı yenileyemediği için tarih sahnesinden silinmek zorunda kalmıştır. Anadolu’da hayatta kalan bir avuç insana, hem anlayışı yenilemek ve hem de yeniden Anadolu’dan başlayarak cihana nizam vermek borcunu da miras bırakarak...

Şuurunda olsak da olmasak da, Anadolu’da doğan her evlât bir asırdır boynunda bu borç yüküyle dünyaya geliyor. Bir yandan Batı’dan ve içimizdeki çeşit çeşit Batıcıdan gelen taarruza mukavemet etmek ve diğer yandan da yeni anlayışı örgüleştirerek, 21. yüzyıl insanlığının kanayan vicdan, ahlâk, adalet yaralarına derman olmak.
***
İbda Mimarı Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun mümeyyiz vasfını bu vesileyle yeniden hatırlamakta fayda var... Üstad Necib Fazıl’ın “500 yıldır beklenen mütefekkir” şeklindeki iltifatı ve takdimi, bugün her türlü iltifatı ve hakareti de ayağa düşürmüş ayak takımının anlayacağı cinsten bir tanımlama değil, 500 yıldır yenilenememiş ve bu sebeble ümmetin de içten içe çürümesine vesile olanı yenileyecek, fikir ve aksiyon mimarının takdimidir.
***
Niçin Japonya, Çin, Rusya, Hindistan, İran, Suudi Arabistan değil de Türkiye? Esasında cevabını vermiştik hatırlarsanız; çünkü İslâm’ı kurmak istedikleri global düzene bir türlü entegre edemiyorlar. Ve çünkü İslâm kula kulluğa, sömürüye, idare edenin şahsî hâkimiyetine müsaade etmiyor. Çünkü İslâm itikadının muhafızı Müslümanlar bu topraklarda, Türkiye’de yaşıyor.

Bu sefer de, İslâm’ı ortadan kaldırmanın, o da olmazsa Müslümanları parçalayarak sorun çıkartmayacak noktada tutmanın hesabına giriştiler. Yine dediğimiz gibi İslâm’ı ortadan kaldıramadılar; bu sefer de Müslümanları parçalayıp tesirini ortadan kaldırmak ve bunu gerçekleştirebilmek için de İslâm ahkâmını tahrif etmenin peşine düştüler.

Bu kertede Türkiye artık inandığı şeyin adını koymak zorunda. Adını koymadığı takdirde muhatab olduğu saldırıyı bertaraf edebileceğini sanıyorsa, yanılıyor. Bilhassa basında Türkiye’nin hedef alınmasına gerekçe olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dik başlılığı, Türkiye’yi bağımsızlaştırma niyeti, eskiden olduğu gibi boyun eğiyor olmayışımız gündeme getiriliyorsa da, aslında tüm bu saldırıların hedefinde Anadolu’da boğup öldüremedikleri İslâm’dır. İslâm’ı, imanın kalesi olan Anadolu’da boğamadılar, akidemizi bozamadılar. Sanki set üzerinden oynanan maçlarda olduğu gibi; şimdi “servis sırası” bizde!

Burada açık konuşalım. Elimize geçen servisi doğru şekilde kullanamazsak bu seti kaybederiz ve onlara yeniden servis atma fırsatı vermiş oluruz ki, zaten daha yeni yeni doğrulmaya başlamış belimizi kırmak hususunda tereddüt dahi etmeyeceklerdir. Dolayısıyla korkacak bir şeyimiz yok.

Senelerdir İslâm’dan uzak, ona yabancı kalarak hayatta kaldığımızı zannedenler de yanılıyorlar. Anadolu’da inanan bir ben yahut bir tek sen kalsan dahi, karşı taraf bizi tamamen ortadan kaldırana dek bu saldırılarını sürdürecek. Bunu anlamak gerekiyor ve bunun Anadolu’daki adını, ismini koymaktan çekinmemek...
***
Bu saatten sonra, burada kurulacak sofra için kazanda kaynayacak olan zehirle pişmiş aş olacak. Burası dünya, her ne kadar karıştırıyorsak da cennet değil. Allah’ın rızasını kazanmanın ve böylelikle gerçek cennete kavuşmanın yolu çileden geçiyor. Türkiye, senelerdir adını koymaktan kaçtığı hâlde çektiği çilenin artık gereğini yapmak mecburiyetinde.
***
Hukuk, iktisad, eğitim, estetik ve ahlâk... Tüm bunlar akidenin açık ve net bir şekilde ortaya konmasına ilişkin meselelerden. O olmadan, hiçbir şey olmaz.
***
Muhatabı olduğumuz bir diğer saldırı da İslâm ahkâmına musallat oluşları; bilhassa, bizi bu hâlimizle boğamayacakları kesinleştikten sonra ortaya attıkları şeyler... Misâl vermek gerekirse; İslâm düzeni şart değil, “liberal” demokrasiyle de olur; faiz enflasyon ölçüsünce helâldir; tesettür şart değildir vs. gibi... İşte yeniden başa dönecek olursak, Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaatin önemi bir kez daha ortaya çıkıyor. İslâm dini bütün hayata şamil bir dindir, aksini iddia edenler ise Müslüman değildir. 

Burada herkese yer var; fakat herkesin yeri akidemize göre... Mesele kimin kime ve neye göre yer göstereceği meselesi. Biz kendi yerimizi sizin şahsî hâkimiyetinize göre değil, hem biz ve hem de siz mutlak otorite olan müteâl “Mutlak Fikir”e, İslâm’a göre bulacaksınız.
***
Tarihin başından beri süren iyi ile kötünün savaşıdır bu. Her hâl ve kârda bu topraklarda inanan tek bir kul dahi kaldığı sürece, Türkiye adını koysa da koymasa da, sancaktarlığını üstlenmek istese de istemese de hedef alınmaya devam edilecektir.

Öyleyse artık bu işin adını koyalım. Aksiyonda açık olmak icab eder. Öyle yaranmaya çalışan kuçu psikolojisiyle hayatta kalmanın mümkün olmadığı da bedahet.

Ya devlet başa, ya kuzgun leşe. O devlet ki, “Mutlak Hâkim”in hükmüyle hükmetmeye mecbur olan devlet... Yoksa yaranma psikolojisi içine düşüp zaten ele geçmiş olan şey devlet değil, leştir. Bize böylesi gerekmez. 
 
Baran Dergisi 539. Sayı