Geçen sayımızda vakıf çeşitlerini hülasa etmiş ve bunlarla alakalı bazı mühim noktalara temas edeceğimizi belirtmiştik. Vakıf çeşitleri arasında, içlerinde barındırdıkları kimi ihtilaflardan dolayı ele alınmayı gerektiren en önemli ikisi evladiyelik vakıflarla irsâdî vakıflardır.

Kişinin vakıftan faydalanacak kesim olarak kendi çocuklarını veya yakınlarını ve müteakib nesebini tayin ettiği vakıf çeşidine evladiyelik ya da zürrî denir, malum. Bu vakıf çeşidi, dayanağını yine Peygamber Efendimiz (SAV)’in hadislerinde bulmaktadır. Efendimiz, kendisine ellerinde olan mülkleri ne yapmaları gerektiğini soran kimi sahabîlere, bunları satılamaz kaydıyla çocuklarına tahsis etmelerini emir buyurmuştur. Nitekim Hz. Ebu Bekir (RA) da, Mekke’deki evlerini çocuklarına vakfetmiş, hiçbir bedel ödemeden, satmamaları ve miras bırakmamaları kaydıyla çocuklarının, onların çocuklarının ilanihaye bu evlerde yaşayabileceklerini söylemiştir.

Yine Erkam b. Ebu’l-Erkam, “Daru’l-Erkam” ismiyle meşhur ve Efendimiz (SAV) tarafından da bir süreliğine üs ve sığınak olarak kullanılan mübarek evini, sonradan oğlu ve yakınları için vakfetmiştir. Vakfiyesi şu şekildedir: “Besmele... Bu, Erkam’ın, Safa’dan biraz ilerideki evi hakkında yaptığı ahid ve vasiyetidir. Onun arsası Harem-i Şerif’ten sayıldığından ev de ‘Harem’leşmis, dokunulmazlaşmıştır. Satılamaz ve kendisine mirasçı olunamaz. Hişam b. As ve Hişam b. As’ın azadlı kölesi filan (ismi zikredilmemiştir) da buna şahittir.” Erkam’ın bu mübarek evi, içinde oğulları ve torunları tarafından oturulmak veya icarlarından yararlanılmak suretiyle Halife Ebu Cafer el-Mansur (v. 158 h.) zamanına kadar vakıf olarak devam etmiş, sonra bu halife tarafından güvenlik gerekçesiyle satın alınmıştır.
Yani evladiyelik vakıflar, doğrudan Allah’ın Elçisi’nin emriyle teşkil olunmuşlardır. Bu konuda herhangi bir tereddüd yoktur.

Yazı dizimizin vakfın hukukî yapısıyla ilgili bölümlerinde, İmam-ı Azam Ebu Hanife Hz.’nin vakıfları kullandırma yönünden bir bağış olduğu ve kişinin mülkiyetinden çıkmayacağı içtihadında bulunduğunu ifade etmiştik. O, bu tür tasarrufları tek taraflı ve bağlayıcılığı olmayan “ariyet akdi” benzeri bir muamele biçiminde mülahaza etmekteydi. Gerçi kendisi bu içtihadında tek kaldığından Hanefî mezhebi, diğer mezheblerle birlikte, vakfın ilelebet vakfedenin mülkiyetinden çıktığı görüşünü esas almıştır. Bugün tüm vakıflar ancak ilelebet olmakla sıhhat kazanabilmektedirler. Ama İmam-ı Azam’ın bu içtihadının gerekçelerini incelersek, evladiyelik vakıflarla alakalı farklı hususları dikkat nazarına sunabiliriz.

Ebu Hanife Hz., vakfın ancak “muvakkat ve her an vazgeçilebilecek kullandırma” olabileceği içtihadına bir istisna kaydı koymuştu: Eğer vakfeden şahıs, bu tasarrufunu kadı huzurunda tescil ettirirse, vakfettiği malları gerçekten kendi mülkü olmaktan çıkacak ve mevkuf vasfı kazanacaktır. Bu tescil işleminde ise, mahkemenin vâkıfın çocuklarının rızasını araması gerekmektedir. Yani, çocuklar, ebeveynlerinden birinin olmakla bu mülklerde hak sahibidirler ve ancak onlar olur verirlerse, kadı vakfı tescil ederek “sahih” hale getirebilir. İmam-ı Azam’ın bu içtihadının isabeti bu gün daha iyi anlaşılmaktadır. Biraz açalım.

İmam-ı Azam’ın içtihadından bilhassa evladiyelik vakıf kurumuyla ilgili iki nokta ortaya çıkmaktadır. Birincisi, bu içtihadın mefhum-ı muhalifinden çıkan husus, yani ne olursa olsun mülkiyette mal sahibinin çocuklarının da hakkı vardır, yani mal sahibi mülkü üzerinde mutlak tasarruf hakkına sahib değildir. Vakfın kadı huzurunda tescili ve çocukların rızası bu anlama gelmektedir. Ancak bu görüşe yönelik haklı itirazlar olmuştur; mesela kişi malını vakfetmeyip tasadduk etse, bu durumda da mı çocuklarına soracaktır? İslâm’da çocukların nafakasını temin emredilir, ancak bunun ötesine onların dahli kabul edilmez. Artık kendisine bakabilecek vaziyetteki çocukların nafaka mesuliyeti babadan da düşer. O açıdan İmam-ı Azam’ın bu husustaki görüşü zayıf kalmış ve özellikle İmam Ebu Yusuf’un, mal sahibinin malını tasarrufta, şeriat dairesi içinde kalma şartıyla, muhayyer olduğu görüşü baskın gelmiştir.

İmam-ı Azam Hz.’nin bu içtihadına yönelik bir itiraz da pratik örneklerden yola çıkılarak yapılmıştır, zira vakıf mülkleri üzerinde sonraki nesillere söz hakkı verilmesi, vakıf müessesesini çökertme riski taşımaktadır. Bu içtihad, vakıf yoluyla imar edilen eserlere, ihtiyaç sahiblerine yardım eden kurumlara, üzerlerinde hak iddia eden bir mirasçı tarafından bir gün el konulması tehlikesini doğurmaktadır. Bu da İslâmî anlayışın en temel esaslarından olan “amme menfaati” şiarına terstir. O yüzden bütün mezhebler, kişilerin, malları üzerinde kimseye danışmak zorunda olmadan vakıf da dâhil her tür tasarruf hakkına sahib bulunduğu hususunda ittifak etmişlerdir.

Kısacası İmam-ı Azam’ın içtihadının vakıfların genelini ilgilendiren yönü, hem nassdan delillerle hem de Müslümanların menfaatine uygun bulunmayarak kabul görmemiştir. Hâlbuki onun içtihadının asıl hedefi Elmalılı’ya göre evladiyelik vakıflardı. Araştırdığımız kaynaklarda bu konu fazla irdelenmediğinden, yani içtihadı illetleri açısından enikonu ele alınmadığından tam katiyetle söyleyemiyoruz. Fakat Elmalılı’nın izahları ikna edicidir.

Elmalılı, İmam-ı Azam’ın içtihadının İslâm’ın ferâiz (miras) fıkhı ile alakalı yönünün daha önemli olduğunu ve içtihadının yukarıda işaret ettiğimiz ve görünüşte vakıfların tümünü ilgilendiren cihetinin aksine sadece evladiyelik vakıfları ilgilendirdiğini belirtmektedir. Allahualem Büyük İmam’ın içtihadının gerçek sâiki de İslâm’ın miras hukukunun çiğnenmesi endişesidir. Zira evladiyelik vakıflarda, çocuklardan bazılarının bazılarına tercih edilmesinin önünde fıkhen bir engel yoktur.

Evladiyelik vakıf, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, İslâm’ın başlangıcından beri yaygın bir şekilde oluşturulmuş bir kurumdur ve İbda’nın “her şeye sahtesinin musallat olduğu” tesbiti doğrultusunda elbette bazı suiistimallere de maruz kalmıştır. Aslî maksadı, kişinin Allah’ın emri istikametinde en yakınından başlayarak iyilik etmesi olan bu vakıfların, sonraki devirlerde yaygınlaşmasının arkasında farklı sebebler zikredilmektedir. Vakıf yapan kişinin çocuklarının ve onların neslinden gelenlerin maişetini temin arzusu ile mallarının bölünmesini engelleme gayreti bunların başındadır. Ayrıca vâkıfın kızlarının evlenmesi neticesinde mallarının başkalarının eline geçmesini engelleme, hayırsız gördüğü oğullarını malından mahrum edip tercih ettiği diğerlerinin üzerine geçirme, vakfın devlet tarafından el sürülemezliğinden faydalanarak çocuklarının ve ileriki nesillerin mülkünü teminat altına alma gibi sâiklerin de etkili olduğu iddia edilmektedir. Bu görüşlere kaynaklık eden gerekçeler, evladiyelik vakıfların teorisinden değil de, uygulamadaki kullanılış maksadlarından çıkarılmaktadır. Fakat evladiyelik vakıfların tamamının bu maksatlarla kurulduğunu iddia etmek insafsızlık olacaktır. Zira kız-erkek ayırmaksızın tüm çocukları meşrutun leh kabul eden vakıflar çok miktardadır. Ancak bunların bazılarına yönelik eleştiri de feraizdeki nisbetleri (erkeğe iki, kıza bir) bozdukları yönündedir.
Kuzey Afrika’da yaygın olan Malikîlik mezhebinde, evladiyelik vakıflarda çocuklar arasında tefrik yapılamayacağı hükmü bulunduğundan, bu memleketlerde vakıf kurmak isteyenler muamelelerini İmam Ebu Yusuf’un “vakıf kurmanın önünde hiçbir mânia olamaz” içtihadına istinaden gerçekleştirmekteydiler. Yani çocuklarından bazılarını, bilhassa kız çocuklarını miras dışı bırakmak amacıyla vakıf tesisi gayretindeymişler gibi bir görüntü ortaya çıkmaktadır. Bu vakıayı bilhassa müsteşrikler çok deşelemişlerdir.

Bazı hallerde miras hukukunu bozucu bir manzara arz etse de bu vakıf çeşidinde yönelik umumî yaklaşım, kişilerin halis niyetlerle dayanağı din olan bir ameliyeyi yerine getirdiği şeklindedir. Şeriatta aslolan kişilerin beyanlarıdır ve kimse de aksini ihsas etmedikçe, vâkıfın beyanı üzerinden tescil yapılır. Ancak kuralın suiistimaline dair kuvvetli şüphenin mevcudiyeti halinde, tahkikat zaruri olur. Bu yüzden böylesi hallerde maksadın sorgulanması mümkün müydü? Mümkündü, zira İmam-ı Azam’ın içtihadı ortada durmaktadır. Ona dayanarak, çocuklardan bazılarının meşrutun leh yapıldığı yerde, bütün çocukların ve eşinin rızasının alınmasını kadı isteyebilirdi. Çünkü kadıların her vakıf hakkında gerekçelerini sıralayarak ayrı hüküm vermesinin önünde bir mani olamaz. Ya da o zaman için devlet reisi kadıların bu tefriki aramalarını zorunlu kılacak bir ferman (kanun) yayınlayabilirdi. Ancak, bunların hiç biri yapılmamıştır ve kadılar da önlerine gelen her vakfı tek düze bir bakışla tescil etmişlerdir. Bu tarz vakıfların Osmanlı’da cemiyetin üst kısmını oluşturan ulemada donma ve yozlaşmanın başladığı 17. Asırdan sonra büyük bir patlama yaptığını ekleyelim. Bir kısım araştırmacıların ifade ettiği üzere, kadılar da evladiyelik vakıflar kurduklarından, teamüle uymayı tercih etmişlerdir.

Bu noktada miras hukuku ile evladiyelik vakıfların münasebeti meselesini bitirip daha önemli olduğunu düşündüğümüz Osmanlı ya da daha genel bir ifadeyle İslâm arazi rejimiyle ilişkisine kısaca bir göz atmamız gerekiyor. Zira ferâiz (miras), ferdî etkileri olan bir hukuk iken, arazi rejimi veya başka bir deyişle toprak mülkiyeti meselesi, istikbaldeki İslâm idaresini çok daha fazla alakadar etmektedir.

Gelecek sayımızda bu konuyu ele alacağız.

Baran Dergisi 506. Sayı