Sözün başı: Önceki pazar 70 yıldır oynanan bir demokrasi oyununa daha şahit olduk. Demokrasi oyunu, çünkü yaşanan seçim süreci “halkın kendini kendisini idare ettiği zannı yaşaması için demokrasi afyonu’ yutması halinden başka bir şey değildir. Bazen oyuncuların bir kısmının yaşadığı hazımsızlık dışa farklı şekilde yansısa da nihayetinde batıcı demokrasi tıkır tıkır işletilir ve yerli olanın en ucuzuna bile tahammül edilemeyeceği gösterilir. Hem de yine halkın dili, halkın eliyle… İbda mimarının tesbitiyle; “… uymaya mecbur edildiği kanunlar çerçevesinde rey izhar eden bir halk veya milletler topluluğu, hakimiyetin sahibi değil, hakimiyeti elde bulunduranların tayin ettiği alanda bir kararın icracısıdır.” (Bütün Fikrin Gerekliliği, 78) Bu durum kendi zıddını bile içine alarak entegre eden, ‘fani’leştiren bir yapının varlığına işarettir. Bu yapıda demokrasiye karşı olanların bile, meramlarını dile getirmesi adına demokrasi kılıfı altında, demokrasiyi yaşatan bir hüviyette görünmesi istenir ve böylelikle sistem içerisinde olması sağlanarak ekarte edilir. Büyük kitle desteği ile harekete geçen devrimci şahsiyetler bile kimliklerini bu ‘içeri dâhil olma’ sürecinde kaybetmekle kalmaz, bir müddet sonra yalnızlaşır ve dışlanmaya başlarlar. Bu dışlanma sonrasında ise artık en yüksek ses ve en örgütlü dille ihtilâlci ve inkılabçı söylemde bulunsalar bile dik duruşlarını ve samimiyetlerini yitirdikleri için arkalarında kimseyi bulamazlar. Yaşadığımız günler bu çerçevede mühim hadiselere gebedir.
İnce bir dokunuş; “Dışta tepeden inme yapılan değişim karmakarışık bir ruh meydana getirdi ve millet tüyü yolunmuş kaza döndü…” (S.Mirzabeyoğlu, Yaşamayı Deneme)
Seçim sonuçlarına bakınca sorulacak soru açık ve nettir: Böylesi bir demokrasi oyunuyla nereye kadar? Cevabı ise hazırdır: İşte buraya kadar… Çünkü mesele iktidar meselesi değil, iktidarın kaynağı meselesidir. Mesele ‘yönetimde kim olsun’ meselesi değil, mesele ‘yöneticiler hangi tatbik fikre-ideolojiye tâbi olsun’ meselesidir. Ucuz yollu ahmak bağırır; “İdeolojilere hayır!” Eee sen neyle yapacaksın? İslâm. Ahmak adam sanki İslâm onun yapıp etme ürünü imiş gibi, içi boş slogan basıp, atıverir. Sonra demokrasi trenine biner, indirilince sızlanır. Oysa İslâm’a Muhatap Anlayış zaviyesinden kendi dünya görüşünü, kendi ‘ideoloji’sini ortaya koysa yahut mevcut olan üzerinden hareket etse mesele kalmayacak. Haset, kıskançlık, korkaklık ve hakikatte İslâm’ı istememezlik ruhlarının her bir zerresine nüfuz etmiş… Ne, ne istediğinden haberi var ne de neye karşı olduğundan. Emperyalizm der, Siyonizm der, liberalizm der ama bunlar nedir bilmez; sadece karşıdır o. Niçin ve nasıl karşısın bunun izahı var mı elinde, diyelim yıktın yerine inşa edeceğin sistemin mimari projesi var mı elinde. Yok!.. Bu yüzden ‘üç bin aile’ bir avuç olmasına rağmen dilediği gibi at koşturabiliyor bu ülkede, dilediği gibi güdebiliyor insanları… Üç aydın, beş yazar-çizer, az buçuk satılmış siyasetçi tamam. Doğru örgütlenmiş bir avuç azınlık 75 milyon üzerinde iktidar ve güç sahibi…
Kumandan diyor: “T.C. içinde yaşayan 3000 aile; hukukta bunların çıkarına göre, ekonomi de, siyaset de, ordu da, polis de… Kendi aralarındaki dalaşmalar bir yana, bunlar hukuk üstü imtiyazlı bir zümredir! Devlet, hukuk demektir ve hukukun olmadığı yerde devlet değil, çete vardır.” (2001 DGM Savunmasından)
Bu zümrenin hiçbiri ne Türk’tür ne Kürt, fakat ne hikmetse ülkenin yabancısı olan 50-100 bini aşmayan bu zümre, ülkenin kaynaklarının % 90’ini kontrol ediyor. 70 milyon yüzde 10, “Üç bin aile” diye sembolize edilen bu 50-100 bin kişiye yüzde 90. Türk ve Kürt emperyalizme, sömürüye karşı çıkacaksa karşı çıkacağı zümre ve kurtulması gereken iktidar budur. Türk ve Kürt dağlarda, meydanlarda birbirini yerken bakın eğlencede Pompei çağını aratmayan bu aşağılık zümre tatillerini yurtdışında geçirmeyi tercih ediyor. Her yıl birkaç kez tatil yapıyorlar. Göcek, Bodrum, Sardunya, St. Tropez, Capri, Nice... Kışları ise Vail, Aspen, Whistler, St. Moritz, Bali, Pukhet, Maliv, Seychelles ve Mauritius’a gidiyorlar. Özel jet, deniz uçakları ve teknelerle yolculuk ederlerken 50 kişilik ekiplerden hizmet alabiliyorlar. Konaklamada tercih ettikleri otellerin fiyatları geceliği 6 bin dolara kadar çıkabiliyor. Yatları, helikopterleri, jetleri var. Tekneler Azimut-Benetti, Ferreti, Rodriguez ve Sunseeker, uçaklar 10-35 milyon dolarlık Challenger ve Falcon. Ekonomi biliminin üzerine kurulduğu temel düşünce, insanların elindeki kaynakların sınırlı, ihtiyaçların ise sonsuz olmasıdır. Üçbin Aile için neredeyse kaynaklar da sonsuz. Ve onlar için “yok” yok. İkisinden biri değil ikisi de hatta üçü de dördü de. BMW, Ferrari ya da Mercedes arasında seçim yapmak zorunda değiller. Hepsini alabiliyorlar. Boğaz’da yalı düşkünlüğü de aynı; kiminin bir, kiminin on yedi yalısı var. İstanbul’da Bebek, Tarabya, Kuruçeşme, Kanlıca, Yeniköy, Çengelköy gibi semtlerinde fiyatları 3 milyon dolardan 40 milyon dolara kadar çıkan boğaza hâkim yalı ya da konaklarda yaşıyorlar.
Üçbin Aile’nin bu seçimlerde düne kadar kanlı bıçaklı oldukları ve Türke “vursana” diye hedef gösterdikleri örgütleri, grupları baş tacı etmeleri hep bu konforun bozulmaması, bu çıkar dengesinin sarsılmaması ve sömürünün devam etmesi içindi. Seçimin nasıl yapıldığı, nasıl sonuçlandığı ise içler acısı bir durum. Bilhassa Akparti karşıtlarının, ‘üçbin aile’nin ve FETÖ örgütünün sermaye ve medya grupları tarafından desteklenmesi, masonik örgütler tarafından gerekli bürokratik desteklerin sağlanması, bölgede güvenlik zaafiyeti oluşturarak seçmenin büsbütün PKK’nın silahlı güçlerine teslim edilmesi, oylamanın ‘al sana demokrasi’ dercesine toplu ve açık atılan reylerle gerçekleştirilmesi, malum medya vasıtası ile zihinlere dönük algı operasyonları yapılması vs. hepsi asıl muktedirlerin, gerçek iktidar sahiplerinin rejimlerinin sarsılmaması için alınan tedbirlerdi. Öyle ki daha elektrik kontağını bile kontrol edemeyen bir gücün oyların sayıldığı elektronik ortama sahip çıkması ve buradan çıkarılacak sonuçla iktidar olabilmesi hayal bile edilemez. İki dolandırıcılık vakası bir arada: hem ideolojik dolandırıcılık hem rey dolandırıcılığı.
Diğer taraftan iktidarının kaynağını ‘halk’ta gören, fakat bu görüşü ‘halka yaltaklanmak’ olarak anlayan ve onun aklını ve kalbini değil, midesini, konforunu ve çıkarını önceleyerek bir propaganda ve hizmet anlayışı güden ‘iktidar taliplileri’ en küçük sıkıntıda yahut boşlukta tökezlemekte, kendini iktidara getiren ‘halk’ tarafından indirilmektedir. İktisadî rahatlığın ve insanî anlamda sağlanan konforun psikolojik anlamda genelde şahit olunan karşılığı, kendine bu rahatlığı sağlayandan daha fazlasını istemek yahut terk etmektir. Olan bitene biraz da bu gözle bakılmalı. 
Olan ve olması gereken İbda Mimarının deyişiyle şu; “… halk umumiyetle öyle şaşkın ve başıboşluğa meyyaldir ki, Büyük Doğu Mimarının ifadesiyle bu «binbir başlı mahluk»un hak, hakimiyet ve hakikat kılavuzluğunu kendine işaretlemesi beklenemez!
Bize gelince… Biz, halka yaltaklanarak iktidar koltuğuna kurulanlara değil, halkı HAKKA inandıran, kendisiyle beraber onu inandığına esir eden hâkimiyete tutkunuz; hakikate esaretin insanlığına.” (Bütün Fikrin Gerekliliği, 73)
Gerçi seçimler böyle neticelendikten sonra herkes her şeyi söyler, ancak “dost acı söyler” sadedinde Akparti’ye naçizane tavsiyelerimiz ise şunlar:
Koalisyonlara kapıyı kapatıp seçime kadar kendi geçici hükümetinizi kurun ve tüm samimi kesimlerle ilişkilerinizi tazeleyin.
Üçbin ailenin bütün kirli ilişkilerini deşifre edip, bütün masonik inlere girin.
Mirzabeyoğlu’na yapılan Telegram işkencesinin mücrimlerini bir an önce bulup cezalandırın.
Büyük Doğu davasını merkez davanız yapıp, İsrail’le geçmişte aramızda yaşanmış bütün iktisadi, tarihi ve siyasi vakaları halkın önüne serin.
Biraz geç oldu ancak Ayasofya’yı açın. 28 Şubat mağdurlarını serbest bırakın.
Yok, biz bunları yapamayız, edemeyiz diyorsanız cezaevi pijamalarınızı hazırlayın. Çünkü Anadolu ve İslâm düşmanları dişlerini bilemiş, düşmenizi bekliyor.
Halk ve Hak düşmanlarına karşı gireceğiniz bu mücadelede hemen yanı başınızda bizi bulacağınızdan emin olabilirsiniz.

Baran Dergisi 439. Sayı