Araştırmacı-Yazar Abdullah Davudoğlu’nun 30 Ocak 2021 tarihinde, “Faiz’in ne olduğunu, ekonomideki rolünü, bizim iktisad sistemimizde niçin asla yeri olamayacağını ve faizden kurtulmanın nasıl mümkün olabileceğini” izah ettiği seminerin yazıya dökülmüş hâlini siz okurlarımız için yayınlıyoruz…

Faiz sadece Müslümanlıkta değil, tüm vahdaniyetçi dinlerde ve Konfüsyüsçülük gibi Uzak Doğu dinlerinde de, ya yasaktı ya da hoş görülmeyen bir fiildi. Lakin İslâm hariç hepsi hallaç pamuğu gibi atıldığından, faizi yasaklayan kısımları da bundan nasibini almıştır. Doğrusu faizi savunan ciddi bir düşünüre de rastlanmaz. Fakat ne olduysa, 15. asırdan itibaren faiz Avrupa kıtasında son derece yaygınlaştı ve öncesinde Yahudilerin tekelinde olan bu işte, Hristiyanlar da onlara rakip oldu. Bizde para vakıfları sayesinde tâ 19. asra kadar kendine hayat sahası bulamadı. Sonra Galata bankerleri, Düyûn-u Umûmiye derken olan biteni az çok biliyorsunuz.

İslâm fıkhında ribâ adı verilen faizin iktisad lügatindeki anlamı şöyle: Belli şartlarda ödünç verilen paradan muayyen zaman sonunda alınan kâr; üretim faktörlerinden (yani amillerinden) biri olan sermayeye ödenen bedel. (Ekonomik Terimler Ansiklopedik Sözlüğü)

Klasik faiz teorisine göre faiz ödünç verilebilir fonları belli bir süre kullanmanın fiyatıdır.

Keynes’e göreyse faiz, “likiditeden (yani eldeki nakitten) vazgeçmenin bedelidir.

Çoğu modern iktisatçının meseleye ne kadar sathî baktığını şu ifadeden süzebiliriz:

Bazı dinlerin öğütlerine ve (buraya dikkat) özellikle orta çağlarda yaygın olan düşünceye göre paranın kendisi verimsiz olduğu ya da bir mal veya hizmet artışı doğurmadığı için faiz ödenmesi doğru değildir.

Zaten bu tür kitaplar ya kasten ya da cahilliklerinden böyle birçok kritik tarifi ketenpereye getirmektedir. Mesela bu tarz kitaplarda sermaye tanımı da sadece bir cihetiyle ele alınıyor, diğer tarafları es geçiliyor.

Faizin tarifi için yine TDV İslam Ansiklopedisi’ne müracaat edelim:

Riba, borç verilen bir para ya da malı belli bir süre sonunda belli bir fazlalıkla yahut borç ilişkisinden doğan ve süresinde ödenmeyen bir alacağa ek vade tanıyıp bu süreye karşılık onu fazlalıkla geri almanın veya bu şekilde alınan fazlalığın adıdır.

Faiz için en özlü ve güzel tarifi yine Üstad Necib Fazıl’da buluyoruz:

Faiz, başta kıymet vahidi olan para olmak üzere bir malın aynı cinsten başka bir mal karşılığında mislinden, miktarından, ölçüsünden fazlasıyla satılması, alınması, değiştirilmesi ve mübadele edilmesi demektir.

Ribâ Kur’an’da sekiz yerde geçmekte ve lanetlenmektedir. Bir tanesini müsaadenizle okuyayım:

Faiz yiyenler -kabirlerinden- şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden ayılışı gibi kalkacaklardır. Bu hal onların, ‘Alım satım da tıpkı faiz gibidir’ demeleri yüzündendir. Halbuki Allah alım satımı helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabb’inden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse geçmişte olan kendisinindir ve artık onun işi Allah’a kalmıştır. Kim tekrar faize dönerse işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar. Allah faizi tüketir (faiz karışan malın bereketini giderir), sadakaları ise bereketlendirir. Allah küfürde ve günahta ısrar eden kimseleri sevmez... Ey iman edenler! Allah’tan korkun, eğer gerçekten inanıyorsanız mevcut faiz alacaklarınızı terkedin. Şayet böyle yapmazsanız Allah ve resulü tarafından açılan savaştan haberiniz olsun. Ancak tövbe edip vazgeçerseniz ana paranız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.” (Bakara /275-279)

Yine Peygamberimiz ribânın en hafifinin Kabe’de anasıyla zina etmekten beter olduğunu emir buyurmuşlardır. Varın gerisini siz hesab edin.

Ribânın, ribaüldeyn (borç faizi, yani bildiğimiz vadeye dayalı faiz) ve ribaülbey (alım satımda ortaya çıkan faiz) isimleriyle maruf iki türü vardır. Alış-veriş fâizi, Arapların daha önce bilmedikleri, ilk defa Resûlullah Efendimiz(s.a.v.) tarafından açıklanan bir fâiz çeşididir. Peşin alışverişlerde ortaya çıkan fâize ribe’l-fazl (fazlalık faizi), vadeli alışverişlerde ortaya çıkan faize de ribe’n-nesîe (veresiye faizi) denilmiştir.

Alışveriş faiziyle ilgili hadislerden anlaşıldığına göre; aynı cins para veya malların birbiriyle peşin mübadelesinde bedellerden birindeki fazlalık faizdir yani ribe’l-fazl. Fazlalık faizi, aynı cinsten iki malın veya paranın peşin mübadelesinde bedellerden birinde bir fazlalığın bulunması halinde gerçekleşir. Kemmiyet olarak ölçülebilen bu fazlalık mallar arasındaki kalite, ayar veya işçilik farkından dolayı verilse bile faiz kapsamına girmektedir. Meselâ işlenmiş bir altın, fazla miktarı işçiliğe karşılık tutularak kendisinden daha ağır bir altınla mübadele edilemez.

Bedellerden birinin parayla alınıp satıldığı durumlar hariç bu malların birbiriyle vadeli olarak mübadelesinde de ister tek bedel ister iki bedel de vadeli olsun yine faiz cereyan eder; cinslerin aynı veya ayrı, miktarların eşit veya farklı olması durumu değiştirmez. Bu konuda mislî mallarla kıyemî mallar arasında da fark yoktur. Bu faiz türüne de ribe’n-nesîe yani veresiye faizi adı verilir. Veresiye faizi, ister aynı ister farklı cinsten olsun, faize konu teşkil eden iki malın mübadelesinde bedellerden birinin veya her ikisinin vadeli olması halinde gerçekleşir. Karşılıklı bedeller eşit tutulmuş olsa bile vade halinde veresiye faizi doğar. Meselâ 10 gram altın, vadeli 10 gram altın veya 750 gram gümüş karşılığında satılırsa veresiye faizi ortaya çıkar. Alınan ve verilen miktarların eşit olması şartıyla ödünç akdinde faizin söz konusu olmadığını belirtmek gerekir. Bunun sebebi ödünç akdinin teberru sayılması ve konan vadenin bağlayıcı olmamasıdır.

Veresiye faizindeki vadenin önemi, iki bedel arasında ortaya çıkabilecek değer farklılaşmasının eşitsizliğe zemin teşkil etmesinden kaynaklanmaktadır. Bir yandan mal ve para piyasalarında meydana gelen yükselme ve düşmeler, öte yandan alacaklının vade içinde parasını veya malını kullanma imkânından mahrum kalması sebebiyle karşılaşabileceği fırsat kaybı yahut borçlanılan para veya mal biriminin âni değer kazanmasıyla borçlunun yükünün ağırlaşması bu farklılaşma ve eşitsizliğin önemli faktörleridir. Şu halde en önemli belirsizlik, dolayısıyla anlaşmazlık kaynağını teşkil eden vade, veresiye mübadelelerde faizin temel illeti olmalıdır.

Ezcümle fazlalık faizi, aralarında kalite ve vasıf farkı olsa bile mislî bir malın kendi cinsinden bir mal ile mübadele edilmesi halinde bedellerden birinde bulunan kemmî fazlalıktır. Veresiye faizi ise ister aynı ister farklı cinsten olsun, mislî veya kıyemî iki malın mübadelesinde bedellerden birinin vadeli olması halinde vade farkından doğan takdirî ve hükmî fazlalıktır.

Faiz için eşyayı sitte hadisi var, yani altı mal hadisi. Bu hadis neyin nasıl faiz olduğunu sarih bir şekilde açıklar ve kıyasen benzeri her mala tatbik edilmiştir. Efendimiz (s.a.v.) bu hadisinde şöyle buyurmaktadır: “Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurmayla ve tuz tuzla misli misline, birbirine eşit ve peşin olarak trampa edilirler. Ama bunların cinsleri ayrı olursa peşin olmak şartıyla istediğiniz gibi satış yapınız.

Aynı cins mallar durduk yere birbiriyle değiş tokuş edilmeyeceğine göre hadis-i şerifte araya üçüncü bir metanın sokulması emredilmektedir. Yukarda ifade ettiğimiz gibi bu paradır. Peygamber Efendimiz Enes b. Malik ve Bilal Habeşi Hazretlerine alışverişlerinde para kullanmalarını emir buyurmuşlardır. Yine Ebû Saîd el-Hudrî ve Ebû Hüreyre’den nakledilen bir hadisin meâli şöyledir:

Resûlullah bir zatı Hayber’e vali göndermiş, o da kaliteli bir hurma getirmişti. Resûl-i Ekrem ona, ‘Hayber’in bütün hurmaları böyle midir?’ diye sordu: O da, ‘Hayır yâ Resûlullah! Biz bunun bir ölçeğini iki ölçeğe, iki ölçeğini üç ölçeğe alıyoruz.” cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, ‘Öyle yapma; âdi hurmayı para ile sat, sonra bu para ile kaliteli hurma al’ dedi.

Bu yasak, alışverişe konu malın miktar, kalite ve vasıf itibariyle bilinir olmasını ve parayla değerinin belirlenmesini sağlayarak hem aldanmayı önleme hem de paraya dayalı piyasa ekonomisini canlandırma gibi sebeplere dayanmaktadır. Üçüncü metanın olduğu yerde adil bir miyar olarak paranın hâkim olduğu bir iktisadi düzen oluşmakta, bu da piyasa emniyetini sağlamaktadır.

Hz. Peygamber (SAV)’in bu hadislerinin gayesi aynî mübadele, yani trampa ekonomisini asgariye indirmek olsa gerektir. Hadislerde aynî mübadeleye getirilen sınır ve ince ölçüler Resûl-i Ekrem’in para ekonomisini tavsiye ettiğini ortaya koymaktadır. Bu ekonomiye verilen önem vadeli satışlarda kendini daha fazla göstermektedir. Malların birbirleriyle vadeli satışına hiçbir şekilde izin verilmediği halde satışın para mukabilinde yapılmasına iznin verilmiş olması mallara karşı paraya tanınan bir imtiyaz olarak görülebilir. Öte yandan paraların kendi aralarındaki vadeli işlemlerine de izin verilmemiştir. Çünkü vadeli bir para mübadelesinde vade sebebiyle iki bedel arasında meydana gelebilecek değer farklılaşması ve eşitsizlik, aslında metre ve kilo gibi bir değer ölçüsü olan paranın bu fonksiyonunu kaybetmesi mânasına gelir. Aynı paranın vade yüzünden bugünkü değeriyle yarınki değeri eşit olmayacaktır. Bu durum günümüzde fiyat artışlarının da bir sebebini açıklamaktadır. Çünkü bugünkü 100 liranın yarınki 110 liraya eş tutulması, bugünden yarına mal ve hizmet üretiminde yüzde 10’luk artış olmadığı takdirde fiyatlarda yüzde 10’luk bir artış olması anlamına gelir.

İslâm’ın izin verdiği vadeli tek satış türü bedellerden birinin para olduğu muameledir. Bu izni, veresiye alışverişlere olan ihtiyaçtan dolayı sadece paraya tanınan bir imtiyaz gibi görmek mümkündür. Bunun sebeplerini para ile malın farklı iki cinsten olması, yani birinin diğerinden aritmetik olarak ölçülebilen bir fazlalığından söz edilememesi, insanların para ile mal arasındaki değer farklılaşmasına iki mal arasındaki farklılaşma kadar önem vermemeleri ve enflasyona rağmen paranın değer ölçüsü olma özelliğini kabullenmeleri, daha önemlisi de paranın hiçbir malın sahip olamadığı ölçüde bir likiditeye sahip bulunması şeklinde açıklamak mümkündür.

Hem zekât emrinin hem faiz yasağının maksadının para dahil tüm imkanları yatırım ve ticaret sahalarına kanalize etmek olduğu görülmektedir. Dinimiz faizi şiddetle yasaklarken ticareti övmüş ve teşvik etmiştir. Faizin ticaret olduğunu söyleyenlerle ilgili ayeti okudum size. Faiz gerçekten de bir ticaret değil, piyasayı kurutan bir fırsatçılıktır. İnsanların para ya da meta yönünden yaşadıkları darlıklardan faydalanır.

Bu noktada kısa da olsa biraz ticaretten bahsetmek istiyorum. Sözlükte ticaret kâr amacıyla metaların alım ve satım faaliyeti şeklinde tarif ediliyor. Tarım ve sanayiden evsaf olarak farklı bir iş koludur, zira mevcut malların el değiştirmesi ilkesine dayanır. İçeriğinde malların taşınması, depolanması, finansmanı gibi hizmetleri de barındırmaktadır.

Ticaretin esası çok çeşitlilikte yatar. Tüketici taleplerine göre üretimin şekillenmesini sağladığı gibi, farklı tüketici katmanlarının çok geniş bir yelpazeye dağılan ihtiyaçlarının tatminini de sağlar. Ürettiklerinin heba olmasını önleyerek üreticileri finanse eder. Hülasa piyasa dengesini oluşturması, iletişim ve tedarik fonksiyonlarından dolayı son derece ehemmiyet arz eden bir sahadır. Peygamberimiz (s.a.v.) meşhur bir hadislerinde “Cesur olun ve ticaret yapın. Çünkü rızkın onda dokuzu oradadır.” buyurmuşlardır.

Ticaret, piyasa sirkülasyonunu sağlamak suretiyle fiyatların en uygun nisbetlerde oluşmasını sağlamakla kalmaz, üretici ile tüketiciyi riski kendi üzerine alarak buluşturur. Dürüst tüccarları öven, onlara cenneti müjdeleyen hadisler çoktur.

Faizin taşıdığı risk ise, ticaretin aksine son derece mahduddur ve neredeyse yüzde 100 kâr garantili bir işlemdir. Daima büyüme temayülündedir. Kendini daha bir garantiye almak ve fırsattan istifade etmek isteyen faizci, riski yüksek gördüğü müşterilerde hadleri yukarı çekerek borçluyu peşinen iflas ettirir. Faize ayrılan kaynaklardan dolayı tam kapasite kullanılamadığından, sermaye sahiplerinin yatırıma yönelmesini önler, yatırım şevkini kırar. Bu da işsizliği arttırmakta, yatırımlarda faizli kredilerin kullanımı, üretimde maliyetlerin yükselmesine ve sunî fiyat artışına yol açmaktadır. Hem üreticiyi hem tüketiciyi faiz finansmanına hizmet eder hâle getirir. Kalıcı, fakat az kâr getiren yatırımların ihmal edilmesi sonucunu doğurur. Üretimi pahalandırdığından ülkenin rekabet gücünü azaltır. Tüketicilerin alım gücüne de menfi tesir yaptığından son tahlilde ekonomiyi daraltır. Keynes gibi iktisatçıların faizi sevmemelerinin sebebi budur. Faizle giderek katlanan ve çoğalan sermaye her yönden toplum üzerinde hâkimiyet kurup onu yönlendirebilecek bir konuma gelmektedir.

Tüccar zihniyet olarak girişimci, risk alıcı ve yenilikçi iken faizci statükocu, tutucu ve baskılayıcıdır. Faizin çok normal karşılandığı yerlerde bile faiz hadlerinin asgaride tutulmaya çalışılması bu sebebdendir. Merkez bankaları piyasa faizini domine ederek ülkenin yatırım ve istihdam yoluyla büyümesi için kurulmuşlardır. Merkez bankalarının maksadı tefecileri frenlemek ve makul bir faiz baremi oluşturmaktır. Zira Batılılar da faizin kontrol edilmediğinde üretim ve ticareti zora soktuğunun ve ülkeyi fakirleştirdiğinin farkındadır. Fakirlik öyle bir boyuta ulaşabilir ki, faizi karşılayacak kaynak kalmaz. Faizciler ülkenin kaynaklarına ve topraklarına çökerek tahsilat yapar hâle gelebilirler. Osmanlı’daki Düyûn-u Umûmiye gibi.

Faizli dış borçlar da kalkınmakta olan ülkeleri giderek ağır bir borç batağına sürüklemekte, neticede iktisadî hatta siyasî istiklâllerini ciddi ölçüde tehdit etmeye başlamaktadır. Ülke iflasları yaşanmakta, ülkenin tüm varlıklarına el konmaktadır. Faiz, var olduğu günden itibaren daima güçlünün ve sermaye sahibinin yararına çalışan, zayıf, muhtaç kimselerin durumlarını da gittikçe kötüleştiren bir işleve sahip olmuştur. Günümüzde küçük tasarruf sahiplerinin faiz yoluyla gelir elde ettiği, faizin sermaye birikimine ve gelirin tabana yayılmasına hizmet ettiği söylense de aracı kurumların düşük faizle topladıkları sermayeyi yüksek faizle yatırımcılara verdiği, yüksek faiz oranının sebep olduğu maliyet artışlarının ve enflasyonun sonuçta küçük tasarruf sahiplerinin kazancını yok ettiği ve toplumun daha büyük kesimini teşkil eden dar gelirlileri ezdiği bilinmektedir.

Enflasyonla faiz arasında bir ilişki kurularak enflasyonun faize gerekçe gösterilmesi doğru değildir. Faiz haddinin enflasyonun üstünde, altında veya ona eşit olması, faizin sebebiyet verdiği haksızlığı ortadan kaldırmamaktadır. Ayrıca enflasyon gerekçesiyle faize izin verilmesi, sermaye sahibinin enflasyondan doğan kaybının telâfi edilmesi gibi cüzi bir fayda için faiz sisteminin sebep olduğu sayısız zararlara kapı açılması demektir.

Ancak burada değinmem gereken çok mühim iki sorun var. Bunlarda birisi yatırım finansmanı meselesi, diğeri de halkın elinde dağınık vaziyetteki birikimlerin faydaya nasıl tahvil edileceği. Maalesef bunlar kendiliğinden çözülecek mevzular değil.

İslâm’da faiz yasak, kâr ise helaldir. Fıtrat bahsi elbette burada da yürürlüğünü sürdürmektedir. İnsanlar genelde az emek ile çok ve garantili kâr arzusu duyarlar. İnsan fıtratı böyle. İnsanlara cazip geliyor böylesi işler. Faizin gerekçesi olarak ileri sürülen finansman ihtiyacını gidermesi ve birikimleri toplayıp sermayeye dönüştürmesi şeklindeki ikili fonksiyonun doldurduğu boşluğu dolduracak bir alternatif ortaya konmazsa, faizden kurtuluş yoktur. Alternatif oluşturulmadan faizin yasaklanması halinde, onun el altından yine hükmünü icra edeceği, insanları bu alternatiflere yönlendirecek cebri mekanizmalar oluşturmadan faizi kaldırmanın yalnız şeklen bir yasaklama olacağı söylenebilir.

Faizin tamamen ortadan kaldırılması ancak şu üç hususun bir arada olmasıyla mümkündür. 1) Faizin haramiyet ve habasetine tam inanmış bir cemiyet. 2) Sermaye finansmanı ihtiyacı ile tasarrufları birbiriyle buluşturacak yatırım bankaları veya benzer kurumların tesisi. Bunlar dinimizin helal gördüğü, ticaret kapsamı içinde olan mudârebe, müşâreke, murâbehe vb. usulleri kullanan kurumlar. 3) Siyasî otoritenin varlığı.

Bir İslam devletinin mevcudiyeti, faizin tam bir fıkhî tanımlamasının yapılıp faizli muamelelerle faiz içermeyen ticarî faaliyetler kesin bir surette tefrik edildikten sonra piyasanın sıkı bir denetime tâbi tutulması için gerekmektedir. Mesela bugün kullandığımız elektrik vb. hizmetlerin zamanında ödenmemesi durumunda verilecek cezaya gecikme faizi deniyor ki bu tamamen yanlış. Devletin olmadığı yerde iktisaddan bahsedilemeyeceği gibi, İslam devletinin olmadığı yerde İslami esasları gözeten bir iktisaddan bahsedilemez. İslami kuralların tatbiki, bir devletin varlığını ilzam etmektedir. İnsanların kazanma ve kazandıklarını tasarruf etme arzusunun ve hakkının doğru yöne kanalize edilmesi ancak bu şekilde mümkün olabilir. İslam fıtratın icabını yasaklamaz, onu doğru ve faydalı cihete yönlendirir. Tıpkı zinanın yasak, evliliğin helal ve övülen bir iş olması gibi. Devletin denetimi altında tasarrufları işleterek memleket hayrına kullanılmasını sağlayacak kurumlara örnek olarak para vakıflarını verebilirim. Murabehe usulüyle ve şeri muameleyi kullanarak çalışan bu vakıflara Ebussuud Efendi ve Osmanlı ulemasınca cevaz verilmiştir. Bugünkü faizsiz finans kurumları bu fetvayı kendilerine dayanak yapmaktadırlar. Yüzlerce yıl boyunca halkın para ihtiyacını bu vakıflar karşılamışlardır.

Az önce sıraladığımız üç husus, zekât emri ve sadaka tavsiyesiyle beraber ülkede ticarî hayatı canlandıracak, birikimleri sermaye haline sokup iş ve istihdam olarak halka döndürecek, sermaye haline dönüştürülen birikimler halkın nisbeten geniş kesimlerine ait olacağından tröstleşmeyi engelleyecek, üretim maliyetinden çıkarıldığı için ülkenin rekabet gücünü, dolayısıyla servetini artıracaktır.

Faizle alakalı yeni bir içtihad veya fetvaya ihtiyaç bulunmadığını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Eksik olan, İslami bir dünya görüşünün denetimi altındaki bir devletin tutarlı bir bütün halinde bu içtihad ve fetvaları kanunlaştırması, birbirine aykırı olanlardan maslahata uygun olanları seçip tatbike koymasıdır.

Kısa kısa birkaç not eklemek istiyorum faizle alakalı ve sonra Üstad Necib Fazıl’dan bir iktibasla konuşmamı bitireceğim.

Ebu Hanife ve İmam Muhammed’e göre; dârülharpte Müslümanla harbî arasında faiz muamelesi câizdir. Aynı şekilde Hanefî mezhebine göre; fasit kabul edilen alışveriş ve ticarî muameleler, bu arada kan, domuz ve ölü hayvan eti satmak, bahis ve kumar oynamak da câizdir. Ancak Müslümanın bu işlemlerden kazançlı çıkması şarttır.

İslâm’ın izin verdiği vadeli satış türü, bedellerden birinin para olduğu muameledir. Paralı bir muamelede ister mal peşin para vadeli, ister para peşin mal vadeli olsun alım satım câizdir. Yani araya para girdiğinde veresiye ve fazlalık faizi ortadan kalkmaktadır. Akit bağlanmadan tek fiyat üzerinde anlaşma olduğu ve satış buna göre yapıldığı takdirde belirsizlik ortadan kalkacağından satış câiz olacaktır. Buna göre vade farkı satışın câiz olmasına engel görülmemiş ve vade sebebiyle fiyatın arttırılabileceği kabul edilmiştir. Bu çerçevede vade farkının faiz kabul edilmemesinin sebebi, vadeye paralel olarak artan fiyatın karşısında bir malın bulunması, yani bedellerden birinin para, diğerinin mal olmasıdır.

Ekonomik bir araç olarak kabul edildikten sonra faize kanunî bir sınır getirilmesi fazla bir anlam ifade etmez. Çünkü arz-talep dengesinin bu sınırın üzerinde oluşması halinde sınırlamanın pratik bir değeri kalmamaktadır. Bu durumda görünüşte kanunî faizden, fakat esasta piyasa fiyatından işlemler yürütülür.

Tasarrufların sermaye birikimine ve yatırıma dönüştürülmesi, sermayeye üretim ve kârdan pay verilmesi ve yatırımlar için kredi temininin tek yolu şüphesiz ki faiz değildir. Bugün Batı ülkelerinde bile İslam fıkhına ait muameleleri kullanan finans kurumları ortaya çıkmaya başlamış, tekafül sigortası birçok ülkede küçük boyutlarda olsa da uygulanmaya başlanmıştır. Bunların başarılı olup olamayacağı ayrı konu, ama böyle bir ilginin varlığı bile faizden duyulan rahatsızlığı gözler önüne sermektedir.

Faizsiz bankaların faize dayalı ekonominin boşluklarından, enflasyonun olumsuz sonuçlarından veya vade farkıyla ilgili yerleşik ticarî uygulamalardan geniş ölçüde faydalanmakta olduğu, bu yüzden faizli ekonomiden tamamıyla ayrı düşünülemeyeceği görüşleri de mevcut olmakla birlikte bu kurumların topladıkları tasarrufları klasik fıkıh literatüründe yer alan ve kural olarak meşrû görülen murâbehe, mudârebe, müşâreke ve icar usulüyle nemâlandırdıkları göz önüne alındığında yaptıkları işlemler prensip itibariyle faizli işlem değildir. Murâbehe, vade farkıyla alım satım esasına dayanan üretim desteği sağlama usulüdür. Mudârebe ve müşâreke, emek-sermaye ortaklığı, kâr ve zarara katılım, icar ise finansal kiralama usulüdür. Bu metotların geliştirilmesi halinde ise faiz haddinin yerini kâr haddinin alacağı ve kâr haddinin, kaynakların verimli alanlara tahsisi ve sermaye birikimi gibi bütün ekonomik fonksiyonları, faizin sebep olduğu istikrarsızlık ve gelir dağılımı dengesizliği gibi sıkıntılara meydan vermeden görebileceği savunulmaktadır. Bunu savunanlar Müslümanlar değil, gayrimüslimler. Bunu da bu arada belirtmek gerek.

TDV’den alıntı yaptığım bu pasajların yazarı, murakıp bir devlet olmadığında faizle yaşamaya alışmış insanları iknânın zorluğunu güzel tasvir ediyor:

“Bu kurumların toplumun iktisadî gelişmesinde aktif rol oynayacak kalıcı yatırımlara, üretime ve ticarete yönelebilmesi ise, tasarruf sahiplerinin beklenti ve güvenleriyle ilgili bir konudur. Çünkü tasarruf sahiplerinin kısa dönemde ve yüksek gelir elde etme beklentileri, uzun vadede gelir sağlayacak köklü yatırımlara gidilmesine pek imkân vermemektedir.”

Konuşmamı Üstad Necib Fazıl’ın bankacılık ve faizle alakalı teklifini aktararak bitirmek istiyorum. İş bankasında yaşadığı tecrübe, ona, meseleyi içerden bilen bir göz olarak çoğu fıkıh âlimi iddiasındakinden daha iyi tahlil etmesine imkân vermektedir. Az önce bahsettiğim faizi tam bir tarif ve yerli yerine oturtma meselesini rahmetli Üstad burada güzel bir şekilde hal yoluna koyuyor. Tabii bu teklifi yatırım bankalarını değil de, para vakıflarının gördüğü işlevin benzeri bir işlev gören tüketici kredisi bankalarını düşünerek anlamak lazım. Ayıca yukarda sıraladığım ortaklıklara iştirak metodlarının sadece yatırım bankalarında değil, bu bankalarda da kullanılması gerekir. Yani basit borç alan-veren bankalar olmaktan çıkarılmaları lazım. Meseleye finansman maliyeti cihetinden bakmak gerekiyor:

Bankalara ve bankaların aldığı ve verdiği faizlere gelince yine rahmet yönünden muamele gayet basittir. İktisadi düzende güdücü ve sermayeye yön verici rolü büyük olan bankalar, esasen asgari halde tutmaları icab eden faizlerini bir isim ve mânâ değişikliğiyle çözümleyebilirler. Bu, işin markasını değiştirmek gibi bir soytarılık olmaz; asıl iyiye çok yaklaştığı halde kötünün adını muhafaza etmekte devam edenleri mânâ değişikliğine ve onun ismine davet etmek olur. Çünkü bankanın, bildiğimiz banker tefeciliğiyle alakası, hem faizin kemmiyeti hem de keyfiyeti bakımından, kolayca koparılır. Banka, kredi verirken 100 liraya 100 lira aynen borçlandırır ve borçludan “masraf karşılığı” ismi altında bir prim alır; mevduatına menfaat gösterirken de “maktu kâr hissesi” namiyle hareket eder. Böylece zaten tefecilik cinayetine uzak mahiyetini ille faiz diye vasıflandırmaktan çıkar ve her hâl ve kârda rahmete sığınır. İslâm bankacılığında ilahî emirlere imtisal bakımından gösterdiğimiz formüller dışında bir çare bulunamaz. Banka, işi son derece faydalı taraflar belirttiği hâlde ona ille faiz demek suretiyle irtikap ettiği faiz zinasını terk etmedikçe, gerçek nikâh yolunu arayarak hakla izdivaca talip olmadıkça kurtulamaz.

Aylık Baran Dergisi 7. Sayı

Eylül 2022