Aslında bu yazımızda Üstad Necib Fazıl’dan bahsedecektik. O’nun İslam dünyasına kazandırdığı “fikir”den, “fikir adamı” kavramından, O’nu diğer “öncü” diye gösterilenlerden ayıran “fikirsiz olmaz” haykırışından bahsedecektik. Fakat öyle bir haberle karşılaştık ki, Üstad’ın İdeolocya Örgüsü’nde “Batının Buhranı” diye işaretlediği meselelerin en temel noktasını hatırlattı bize.
Stephan Hawking’in yeni kitabı “The Grand Design-Büyük Tasarım” piyasaya çıktığından beri, bazı konferanslarında sarf ettiği sözler bizim medyamızda da yankı buluyor. Medyaya düşen en son haber, Hawking’in “Felsefe öldü” açıklaması. Şöyle demiş:
- “Çoğumuz bu sorular hakkında çoğu zaman endişelenmiyoruz. Ama hemen hepimiz, neden buradayız, nereden geliyoruz diye merak ederiz zaman zaman. Geleneksel olarak, bunlar felsefeyi ilgilendiren sorularsa da felsefe artık öldü. Felsefeciler bilimdeki modern gelişmelerle başa çıkamadılar. Özellikle fizikte.”
Hawking haklı. Batı düşüncesi yeni bir Rönesans yaşayamazsa, bilimin “tanrı”laştığı bu “kör” noktadan çıkış bulamayacaktır. Çünkü Hawking de biliyor ki, Kuvantum Fiziği’nin geldiği nokta, Batı düşüncesinin tıkandığı noktadır. Bu tıkanıklık da, Şamanizm, Taoizm, Budizm çorbası şeklinde Kuvantum felsefesi ve bunların farklı türevleri eşliğinde oluşturulmaya çalışılan “Milenyum Dinleri” ile aşılacak bir şey değildir. Batı “teknolojiyi” kutsal bir mevkiye çıkarıp yüceltiyor, Kuvantum Fiziği’nin buluşlarını teknolojiye havale ediyor, insanın “neden buradayız, nereden geliyoruz” suallerinin cevabını ise Allahsız bir mistisizmle geçiştirmeye çalışıyor.
Ne diyordu Üstad Necib Fazıl hatırlayalım:
- “Batının, sadece (plâstik) kadroda bir kuru akıl hârikası ve onun (estetik) zevkinden ibaret olduğuna şahit, onun şehirleri, meydanları, sokakları, fabrikaları, tavır ve kılıkları, eda ve şekillendirişleri, ölçü ve âletleri ve daima bir hafakan ve kâbus sınırına takılıp kalan fikir ve sanat örnekleridir. Kitaplık mikyasta mucip sebeplere istinat ettirilebilecek olan hüküm, Batının, madde idrakine bağlı bir şuurla, bu şuurun çerçevelediği bir his mihrakının etrafında, sadece fâni dünyaya, fâni dünya imparatorluğuna mahsus bir nizam ve marifet temsil ettiği ve ferdin (metafizik – madde ötesi) vicdanını besleyemediğidir.”
(…)
Maddeyi, aklî ve ruhî her bakımdan ihata ihtirası ve bu ihtirasın büyük eseri olan müsbet bilgiler manzumesi, terakki ede ede bir taraftan batının dünya fâtihliğini sağlarken, öbür taraftan da kendi kendisine hâkimiyetini, ruhî hegemonyasını altüst etti; ve onu, çırpınan, ruhuna dayanak arayan, dışı ziynetli ve içi harap, bir dev haline getirdi.” (1)
Üstad’ın bu sözlerini Hawking kendi mevzuu çevresinde doğruluyor. Felsefecilerin, Kuvantum Fiziği’nin buluşları karşısında yetersiz kaldığını söylüyor. Fizikçilere bir ufuk vermesi beklenen felsefenin öldüğünü söylüyor.
Bizim asıl gelmek istediğimiz nokta, dünyanın en önemli fizikçilerinden birinin, “felsefenin ölümünü” ilân etmiş olmasının, bizim açımızdan ne anlama geldiğidir. Üstad’ın, “ferdin (metafizik-madde ötesi) vicdanını besleyemediğini” söylediği Batı, Salih Mirzabeyoğlu’nun ifadesiyle, “fizikin metafizikleşmesi” karşısında, ipin ucunu kaçırmış, felsefesi de bu konularla “başa çıkamamıştır”.
Peki, İslâm tefekkürü?
İşte Üstad Necib Fazıl’ın veciz bir şekilde, hem doğunun, hem batının “eksiğini” işaretlemesi:
- “Doğu, ruha, batı da maddeye, dürbünün doğru tarafiyle bakmış; Doğu maddeye, Batı da ruha, aynı dürbünün tersini çevirmiştir.” (2)
Bu çerçevede, Salih Mirzabeyoğlu’nun “Madde Nedir?” isimli eserinde izaha kavuşturduğu fizik ve onun yeni buluşları karşısında “ruhçuluk” bahsi:
- “Dikkat: Fiziğin, hâlihazır kavrayışının “ötesi”ni “kavranılması gereken” olarak ve gerçekleşmelerle ortaya çıkacak fizikî bir imkân ve ihtimâller âlemi olarak görmesi, niteliği belirsiz olsa da bir nevi nesneleştirmesi… Böyle bir yaklaşım ve kabul, genel olarak ruhçu anlayışların ve bizim açımızdan ruhçuluğun hakikati olan İslâm’ın ibtali ve reddi demek değil midir?
Değildir!
Fizik mevzuunun kendi idrak ettiğinin veya kavramış farzettiğinin “ötesini” fizikî olarak kavranabilir görmesinden daha tabiî birşey olamaz. Bu, ister yokluk, -yokluğun bir “var” olması- şeklinde, ister “belirlenmemiş bir tabiat” şeklinde olsun; gerçekleşmeden önce “mümkün olma özelliği” ile var olanın bir “fizikî nesne” olarak ele alınması, “öte” gerçekliğinin bu yönden görülmesidir.
Malûm: Cevablar, soruların niteliğine nisbetle ve hakikat nasıl bilindiğine karşı kayıtsızdır. Her bilinenin ötesinde bilinecek olması bir bedahet ve bilinecek olmasa “bilgi” olmaz. Öte’nin halihazırda kendi niteliğiyle bulunması, kavranmışın-hakikatin de kesin olmamasıdır; “öte”, ister “yokluk” ve isterse “belirsizlik” ve “mübhemlik” diye nitelensin. Nitekim bugünkü fizik de değişik versiyonlarıyla bunu böylece delillendirirken, bu husus bir anlamda fiziğin metafizikleştmesidir. (İşin en başındaki fizik’i “fizik” diye niteleyen de metafiziktir; fizik, metafiziktir.) Hakikatin, kavram ve mevzu tayini zaruretinin getirdiği sınırları belirli bir “fizik” ve “metafizik” diye markalanışının dışında “tek bir gerçeklik” olarak görülmesi demek olan bu durum, “bilen”in bilinen’i “fizik” veya “metafizik” şeklinde kavranması veya nitelenmesini aşan ve bizzat kendisinin de sorgulanmasını gerektiren “transandantal-müteâl-aşkın” bir gerçekliğe işaret eder: “Bilen” sır, “bilinen” sır, “bilgi” sır.
Demek oluyor ki, kavrayışın ötesi, ister zaman ve mekânı gerçekleştiren yokluk, ister kavrayışın henüz eremediği öte zaman ve tabiat olarak ona bitişik bir gerçeklik olarak vasıflansın, neticede bütün versiyonlarıyla bunlar, “vahdet-i vücud”a işaret etmektedir; değişik “vahdet-i vücud” anlayışlarına… Burada ortaya iki netice çıkmaktadır: Fizik açısından da “vahdet-i vücud” bir bedahettir ve iş “hangi vahdet-i vücut” meselesini davet etmektedir; ve tabiî giderek “Mutlak Fikrin Gerekliliği-Bütün Fikrin Gerekliliği” davasını.” (3)
Bu nefis fikir ziyafetinden sonra sormak lazım:
Üstad Necib Fazıl’ın niçin “fikirsiz olmaz!” dediği anlaşılıyor mu?
 
 
Notlar:
1- Necib Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yay., İstanbul  1976, s. 39-40.
2- A.g.e., s. 36.
3- Salih Mirzabeyoğlu, Madde Nedir?-Maddenin Kritiği-, İBDA Yay., İstanbul 2007, s. 97-98.