İnternette bir sayfada (Sabitfikir) “Felsefe Olimpiyatları” diye bir başlık görünce, merak edip okudum ve orada Haydarpaşa Lisesi Felsefe öğretmeni ile yapılmış bir röportajla karşılaştım. Şöyle takdim ediliyordu:

- “Bildik olimpiyat oyunlarının bile yeterince ilgi görmediği Türkiye’de, Felsefe Olimpiyatları’nın durumunu merak ettik; gençlerin felsefeye ve özellikle de Felsefe Olimpiyatları’na ilgisini Haydarpaşa Anadolu Lisesi Felsefe Öğretmeni Dilek Baştuğ ile konuştuk.”

Uluslararası çerçevede, liseler arası bir felsefe olimpiyatından bahsediyoruz. 1993’te uluslararası genişlik kazanan, katılan her ülkenin iki lise öğrencisi gönderdiği bir yarışma bu. Farklı filozoflardan yapılan üç iktibasın üzerinden, o iktibaslarda gösterilen meseleyi bulmaya yönelik yazılar yazılıyor. Uluslararası yarışmada İngilizce, Almanca ve Fransızca dillerinden biriyle yazma mecburiyeti bulunuyor. Tutarlılık, iddianın inandırıcılığı, felsefî bilgi, orijinallik ve konuyla ilgili olması gibi kriterlerle değerlendirilerek birinci, ikinci ve üçüncü seçiliyor.

Türkiye’den katılan öğrencilerden 2008 yılında dereceye girenler de olmuş: TED Koleji ve Robert Kolej’den öğrenciler. “Ümraniye Lisesi’nden olacak değildi” dediğinizi duyar gibiyim. Ülkede “eğitimde fırsat eşitliği” var tabiî ama, o eşitlik “bağzıları” için daha “konsantre”… Muhtemelen diğer liselere böyle bir olimpiyat yapıldığının duyurusu bile yapılmamıştır. Zaten felsefe dersine giren müzik öğretmeni, muhtemelen o derste flüt filân çalmıştır.

Röportaja dönelim tekrar… Felsefe öğretmeni Dilek Baştuğ’a sorulan bir soru ve verdiği cevap şu şekilde:

“- Bildiğim kadarıyla Uluslararası Felsefe Olimpiyatları’nda katılımcıların İngilizce, Almanca ve Fransızca dillerinden birini seçerek makalelerini bu dilde yazmaları gerekiyor. Ayrıca katılımcının anadilini kullanarak makale yazması da yasak. Peki sonradan öğrenilen bir dilde düşünce üretmenin, felsefe yapmaya çalışmanın ne gibi zorlukları olur?

- Kuşkusuz belli güçlükleri var. Ama terminoloji hâkimiyeti ve metod bilgisiyle aşılabilecek bir durum. Sonuçta düşünce insanlığın ortak mirası. Yine de anadilinde oturmuş bir felsefi terminoloji başka dillerde düşünce üretirken zihnin daha az zorlanmasını sağlıyor. Tıpkı anadilinde gramer bilgisini oturtmuşsan yabancı dil öğrenirken daha avantajlı olmak gibi.”
Röportajda dile getirildiği gibi, lise öğrencisinin makale yazacak seviyede “yabancı dil” bilmesi, bununla felsefî bir metin yazması, bunun da başarılı olması bekleniyor. Kaç türlü “imkânsızlık” bir arada…

Bir kere bizim liseli genç, kendi düşünce diline, kendi düşünce terminolojisine, kendi düşünce dünyasına yabancıdır. Yabancı dili sular seller gibi bilme ihtimali olan “şanslı liseliler” de vardır belki ama meselâ, tertemiz bir Türkçe ile yazılmış Necib Fazıl’ın eserlerini okuyamaz bu gençler. Okuması için eline lûgat alması gerekir. Sonra bu liseli gencin felsefe olimpiyatında bir felsefi görüş üzerine makale yazması beklenir. Yazar yazmasına fakat, bu makalede sadece birilerinin “görüşlerini” aktarmaktan öteye gidemez. Bir kere tenkid edemez, çünkü tenkid etmek için gerekli “dayanaklardan” yoksundur. Yukarıdaki “idealist” felsefe öğretmeni, “sonuçta düşünce insanlığın ortak mirası” diyor ya, o öyle değil işte… Çünkü düşünce, sadece onu anlayanların, o fikri yürütenlerin, o fikirle meseleleri izah etmeyi öğrenenlerin ortak mirası… “Yabancı terminolojiyi öğrenirsek meseleyi çözeriz” demek, bir mahkûmiyetin itirafıdır. Çünkü sen o terminolojiyi kendi diline mâledememişsen baştan kaybetmişsin demektir.

Keşke bu felsefe olimpiyatı meselesi gerçekten ciddiye alınsa… Batı Felsefesi dibine kadar öğretilse, çağdaş felsefenin hâli incelense, İslâm Tefekkürü-İbda Tefekkürü’nün “Batı tefekkürünü, İslâm tasavvufu önünde hesaba çekme” usulü anlatılsa okullarda… Felsefenin “şanlı” tarihinin bugün gelinen noktada düştüğü durum, Zizek’tir, Badiou’dur meselâ… Bunlar anlatılsa... Gençlerin zihninde “o onu demiş, bu bunu demiş”ten ziyade bir “fikir” oluşsa. Neyi nasıl değerlendireceğini öğreten “hikemiyat” dersleri okutulsa…

Öyle içler acısı bir durumda ki eğitim sistemi, lise seviyesini geçin, üniversite seviyesinde bile “neyin ne olduğundan” haberi olmayan gençler mezun oluyor her yıl… Birbirinden “kopyalardan”, “atıflardan” geçilmeyen, ama herhangi bir “tezi” olmayan tezlerle yapılan akademik kariyerler ve güya “yetiştiricileri yetiştiren” akademisyenler…

Geçtiğimiz hafta Akademya sohbetine uzak semtlerden gelen lise birinci sınıf talebesi iki pırıl pırıl gencin, o yaşta Necib Fazıl okumaları, İbda’ya alâka duymaları, ileriye dönük ideallerinin olması yine de ümitvar olmamız için yeterli sanırım. O pırıltılı gençlerin lise sıralarında pörsümelerine engel olacak, onları hep genç kılacak, “hep genç kalan” Necib Fazıl gibi bir öğretmenleri var çünkü.

Felsefe Olimpiyatları’na gelince; keşke gerçekten ülke çapında bir heyecan dalgası oluşturacak şekilde “Düşünce Olimpiyatları”na hazırlanan okullarımız olsa. “Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, öcünün dâvacısı bir gençlik...” sözü sadece lâfta değil, hakikatte de karşılığını bulsa…

Baran Dergisi 517. Sayı