Söyleşi: Kâzım Albayrak



 Ahmet Efe Kimdir?
1955 yılında Balıkesir’in Dursunbeyi ilçesinde doğdu. İlkokulu burada okudu. İlkokul bittikten sonra aynı ilçede hafızlık yaptı. 1965 yılında İstanbul’a geldi. Sultanahmet Camii’nin ön kısmındaki rahmetli Gönen’li Mehmet Efendi Kur’an kursunda bir sene kadar kaldı. Bir sene sonra da Draman’daki imam hatip okuluna başladı. Burada 6 sene eğitim aldı. İmam hatip lisesini bitirdikten sonra İstanbul Yüksek Enstitüsü’nde okudu. Buradan 1977 yılında mezun oldu. Mastır ve doktora yapmak için Suudi Arabistan’da ki Mekke Ümmül Qura Üniversitesi’ne gitti. Burada 10 sene kaldı.  Doktorasını tamamlayarak İstanbul’a döndü. 1988’de İstanbul’a döndü. 1992 yılına kadar Ebu Bekir Camii İlim ve Hizmet Vakfı’nda öğrencilere Arapça ve dini dersler okuttu. Bunun yanı sıra; haftada birkaç kez Fatih’te derslere gitti. 1992 yılında Ebu Bekircamii imamı emekli olunca camii cemaat’inin ve çevredekilerin istekleri üzerine Ebu Bekir camii’ne imam oldu. Halen bu görevi yürütmektedir.
 
Öncelikle şu sualle başlayalım, fıkıh nedir?
Bismillahirrahmanirrahim
Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn Vessalâtü vesselâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihi ve sahbihi ecmaîn.
Fıkıh kelimesinin sözlükteki mânası: Derin anlayış, vukuf; ama ilimlerin tasnifi tarihi içinde fıkıh ilmi bir hayrı yolun, ekolün adı olmuş. O da kitap ve sünnetten, ayet ve hadis-i şeriflerden önümüze çıkan yeni bir mesele, bir soruya cevap ararken, ayet ve hadislerdeki kelimeleri, lafızları anlayarak ona bir cevap hazırlamak, bir hüküm bulma yoluna fıkıh denilmiş. Peygamberimiz (S.A.S.) zamanında, Ashab-ı Kiram’ın önlerine bir mesele geldikleri zaman ayet ve hadislerden anlayamıyorlarsa gidip peygamberimize sorarlardı: “Ya Resûlallah bu ne?” Peygamberimiz de cevap verirdi. Peygamberimiz vefat ettikten sonra, Ashab-ı Kiram arasından bir takım sorular geldi. Sorular gelince önce kitaba bakıyorlardı, “Kur’an-ı Kerim’de bunun cavabı var mı?” diye. Varsa eyvallah… Cevabı kitabta bulamazlarsa, peygamberimiz (S.A.S.)’in sözlerinde, amelinde, fiilinde, takrirlerinde buna bir cevap varsa onu alırlardı. Nitekim peygamberimiz Muaz bin Cebel’i Yemen’e valilik yapmaya gönderirken dedi ki:
“Senin önüne bir takım sorular gelecek. Sen bu soruların, problemlerin cevabını nerede bulacaksın? Nasıl vereceksin?”
O da dedi ki:
“Önce Allah’ın kitabından bildiğim sureler, ayetler hükümler ne ise ona göre veririm. Onda bulamazsam Allah Resûlü’nün sünnetine bakarım.”
Peygamberimiz (S.A.S.) yine sordu:
“Peki onda da bulamazsan?”
“Onda da bulamazsam, reyimle, içtihadımla amel ederim. Bu hususta da bir ihmal, üstünkörü meseleye bakma değil, bütün gayretimi sarfederek, derinlemesine onun cevabını bulmaya çalışırım.”
Peygamberimiz (S.A.S.) Muaz bin Cebel’in bu metodundan çok memnun oldu. Dedi ki:
“Allah’ın Resûlü’nün elçisini bu hususta muvaffak kılan Allah’a hamd ederim!”
Buradan da anlaşılıyor ki, edile-i erbaâ, dini delillerin dayanacağı birinci delil Kur’an-ı Kerim, ikincisi sünnettir, üçüncüsü icmâ, dördüncüsü kitap ve sünnetin dışına çıkmayan ondan mülhem olan kıyastır. Resulullah’ı kabul ederken her şeyiyle gözden geçirmişler ve kabul etmişler; çünkü Resulullah’ı her yönüyle akıl süzgecinden geçirmişler ve akıllarının erdiği kadar hiçbir açık bulamamışlar.
Aklın üstünde de diyebiliriz.
Tabiî vahiy aklın üstündedir, onda hiçbir şüphe yok. Ashab-ı Kiram’dan sonra, Tebe-i Tabiin gelmiş. Bunların önüne Müslümanlardan bir soru geldiği zaman bakmışlar ki bu mevzuda ayette, hadiste, sünnette bir şey yok, Ashab-ı Kiram’ın ameli de bu defa devreye girmiş. Ashab-ı Kiram’dan bu mevzuda bir şey söyleyen var mı? Fıkıh usulünde de geçer bu Sahabe Kavli’nin hüccet olup olmaması konusu, “ne kadar hüccettir, ne kadar değildir? İtilaf ettiklerinde nasıl davranmak lâzım, ittifak ettiklerinde nasıl davranmak lâzım?” Daha sonraki ulemanın önünde Sahabe de bu defa delillerin dördünün üzerine o da gelmiş oluyor.
Allah Resûlü’nü Sahabelerinden öğreniyoruz, hadisleri bize onlar naklediyor. Benim size takdim ettiğim Salih Mirzabeyoğlu’nun “Sahabîlerin Rolü ve Mânâsı” kitabının ilk levhasında “ümmetin temel yapısı” olarak görüyor sahabeleri… Bu sapık kolların da çıkış nedeni sahabeye buğz etmek, kin gütmektir.
Elbette… Belki konu değişecek ama sadece Kur’an ile yetinip de sünneti devredışı bırakmak isteyen bir akım var… Böyle bir akım nereden başlamış? Önce mezhepleri ekarte etmekle başlamış, onları devredışı bırakınca sıra sahabeye gelmiş. Hattâ tabiinden de birçok hadis olduğu için onu da konuşmuşlar, onu geçmişler bu defa Ebû Hureyre hakkında Mısırlı bir yazar Ebu Hureyre’yi çürüten müsteşriklerin sözlerinden derleme bir kitap yapmış. Bu nereden başlıyor? Mezhepleri, sonra sahabeyi devre dışı bırakıyor; maksadı da zaten sünneti düşürmek. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim’i bize nakleden kuşak Ashab-ı Kiram…
Mesela abdest almak… Resûlullah gösterdi sahabeye ve bugüne geldi. Onlar olmasa bilmeyecektik abdest almayı…
Zaten sünnete olan ihtiyacın pek çok delilleri var. Kur’an-ı Kerim’i kabul ediyor; ama konu sünnete gelince bu konuda acaba Ashab-ı Kiram nasıl davrandı? Kur’an-ı Kerim sonraki nesillere Ashab-ı Kiram yoluyla ulaşmadı mı? Kur’an-ı Kerim’de dürüst davranan sahabe, sünnette dürüst davranmaz mı? Bir çalışmasını kabul ediyorsun, diğerini etmiyorsun. Böyle bir mantık olmaz.
Sahabelerin hepsi kendi başına içtihad sahibi idi ya… Birinin söylediği ile diğerinin söylediğini karşılaştırıp zıtlık arıyorlar. Oradaki içtihad meselesini de anlayamıyorlar.
Beş parmağın beşi de bir olmadığı gibi Ashab-ı Kiram gerek aklî meleke bakımından, gerekse Resûlullah (S.A.S.) ile uzun zaman beraber olmaları ve sohbetleri açısından hepsi aynı değildir. Birisinin duyduğunu öteki duymamıştır. Birisinin aklî seviyesi diğeri kadar olmayabilir.
Aradaki mizac farkı da var.
Eyvallah… Hz. Osman (R.A) mesele hâlim bir insandı. Mizacların bile fetvalara tesiri var.
Bu mectehidlerin farklı düşünmelerinin birçok sebepleri var. Bu konuda kitaplar da var…
 İmam-ı Şafi Mısır’a gittiği zaman bazı fetvalarını değiştirmiş. Tabiî bu değişen fetvalar örfe, âdete göre değişenlerdir. Sabit olanlar kesinlikle değişmez. İhtiyaca, örfe göre değişebilecekler değişmiştir. Mezheplerin çıkışı bu şekildedir, hiçbir art niyet yok. Bilakis mezheplerin farklılıkları İslâm fıkhına bir zenginlik getirmiş.
Dıştaki saldırıların, İslâm binasının üzerine yapılan saldırıların önüne de set olmuş… İslâm’ı çevrelemişler, dışarıdan gelen farklı düşüncelere karşı korumuşlar. Bir binanın dört sütunu gibi…
Öyle zaten. Temelde bunlar bağlı… Avamdan insanlara mezheplerin çıkışını anlatmak için diyorum ki “bir elinde beş parmak var, bunlar nereye bağlı? Elin ana gövdesine bağlı. Bu ana gövde de İslâm. Kitap ve sünnet… Hepsi aynıdır; ama bu parmakların hepsinin ayrı görevi var.” Bu zamanla tarihî gelişim içerisinde ekol halini almış. Zaten İslâmî ilimlerde sahabeyi, tabiini, tebe-i tabiini geçerseniz ortaya bir şey koymuş olmazsınız.
Necip Fazıl diyor ki: “Bir kimse aklı ile Kur’an-ı tefsir etse Beydavi tefsirinin aynısı olsa o küfürdür.” Bunu şunun için söyledim “İmam-ı Gazali, İmam-ı Hanbelî hepsini bildim üstüne çıktım” mânâsında… Mezhepsizlik o mânâda…
Mesela hiçbir ilmî ekolde, felsefede, mantıkta, “Aristo’yu Eflatun’u tanımıyorum geçtim” diyemezsiniz. Onların görüşlerini alıyor kendisi üzerine bir şey söyleyecekse söylüyor. Aynı şeyi burada da biz uygulayalım. İslâmî konularda bir şey söyleyeceksen, “ben bunların hepsini geçtim, kendim yaparım” diyeceğine, “bu ayeti kerimeyi şu âlim böyle, diğeri şöyle anlamış” hepsini serdettikten sonra kendi görüşünü ortaya koyabilirsin. Bu mezhepleri çiğnemek, geçmek anlamına gelmez. İlmî metod da bunu gerektirir zaten… Bu konuda son olarak İbn-i Abidin’de rastlamıştım… Diyor ki: “İtikadî mezheplerde insan ‘benim mezhebim hak, öteki bâtıl’ demesi lâzım… Amelî mezheplere gelince ‘benim mezhebim racihtir, tercihe şayandır, öteki mezhebin görüşü de sahih olabilir.” Ona bir hak tanıyacaksın. “Yok, benim amelî mezhebim hak, ötekiler bâtıl” dediğin zaman, dört mezhebi hak bilmek nerede kaldı. Öyleyse ötekilere hak payı bırakacağız.
Ne kadar vasıf dışı adam varsa, İslâmî ilime yöneliyor. İlimden kaçmak için fıkıhçı oluyor. Alıyorlar ellerine bir meal, direk işin kaynağına atlıyorlar. İmam-ı Gazali’yi de sevmez bunlar. Böyle fıkıhçılık olur mu? Reformistler, sapkın anlayışlar…
Bunlar konuşmaya bile değmez…
Bu dönemde etkili oluyorlar. Nereden destek alıyorlar?
Mesela memleketimizde, Balıkesir’de eskiden beri duyardım mealciler diye bir akım. Onlar mealle her işi hallediyorlarmış. Siz de ifade ettiniz, Kur’an- Kerim’de namazın kaç vakit olduğu yok, zekât verin var. Haccın detayları yok. Bunları Resulullah (S.A.S.) namaz kılmış “beni nasıl gördüyseniz öyle kılacaksınız” demiş. “Haccın yapılış hükümlerini benden alacaksınız” demiş.
Tatbik fikri gerekiyor.
Sünnet Kur’an-ı Kerim’in tatbikidir.
Çağımızda da Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nun yaptığı “İslâma Muhatab Anlayış” da tatbik fikridir. Çağımızda da bir tatbik fikri gerekiyor. Dolayısıyla İslâm fıkhının yürümesi gerekiyor, şu anda donuk… Bunu sosyal, siyasî sebepleri var.
İslâm fıkhının donuklaşmasının sebebi uygulamada olmamasıdır. Uygulama olsun bu ümmetin içinden ne cevherler çıkacaktır. Uygulamada olmadığı için ecdadımızın o gün uygulamaya dayanarak yazdığını okutmakla yetiniyoruz, mecburuz. Yeni bir ilave sadece teorik oluyor. Uygulamada olsa onun getirdiği sıkıntılar bir başka olur. Onlara cevap verecekler çıkar. Hayat hakikaten çok karmaşıklaştı. 3-5 asır önceki gibi veya İmam-ı Azam dönemindeki gibi sade bir ticari hayat, komşuluk ilişkileri, devlet ilişkileri yok. Hayat karmaşık. Dolayısıyla o gün bir müctehid bir fıkıh kitabı yazmış, içinde kaç tane bab, kaç tane konu var, hepsinde söz söylemiş; bugün aynı şeyi yapamayabilir. Bugün İslâmî özellikle fıkhî konularda isabetli bir şey söylemek için heyet halinde çalışmak lazım. Tek başına insanın hata ihtimali yüksektir. Bugünkü şartlarda bu çok zor bir şey değil.
Bu mevzular hiç konuşulmuyor.
Gündemde olmadığı için konuşulmuyor. Üstadımız Emin Saraç hocam sık sık söylerdi “Mısır’da boşanma konuları, talak konuları sık sık yazılır gazetelerde tartışılır, niye? Orada yaşıyor çünkü.” Dolayısıyla uygulama olmadığından dolayı fıkıhta bir donukluk var. Yoksa zamanımızın meselelerine şöyle veya böyle cevap verecek insanlar çıkar, uygulama olsa. Şu anda hepsi teorik olarak kitapta kalıyor.
Akıl yürütmeleri de sakat mealcilerin, “likör caizdir” diyen ilahiyatçılar var. Bu neden kaynaklanıyor? Ramazan münasebetiyle de çıkıyor “sakız çiğnenebilir oruçluyken” falan diyorlar. “Fıkıhçı jandarmadır” diyoruz, yanlış fikirleri sokmaz.
Fıkıhçının çerçevesini çizecek fıkıhçının fıkıhçısı lâzım…
Biraz önce bahsettiğimiz “İslâma Muhatap Anlayış.” Fıkhın, fehm-anlayış mânâsıyla da düşünürsek Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nun yenileyicilikleri…
“İçtihad kapısı kapanmıştır” diyorlar. Bu sözü söyleyen kişi zaten içtihad etmiş olur. O zaman nasıl kapanacak. İçtihad kapısı kapanmaz; ama müctehid olmaması mesele… İşin ehli yoksa, kendiliğinden kapanır, bir hüküm olarak söylemek yanlıştır, işte fıkıhı dondurmak o zaman olur. Halbuki bizim imanımız o ki “İslâm kıyamete kadar yaşayacak, gittikçe genişleyecek.” Böyle genişleyecek İslâm’ın hayata yön veren hükümlerini dondurursanız, yarın ki sorularımıza cevap veremez olur.
“İslâma Muhatap Anlayış”ı yenilemek olarak anlıyorum ben. İslâm’da itikadî ve amelî ölçüler dört büyük imam tarafından çerçevelendiği için bu mevzularda içtihada gerek yok denilebilir. İmam-ı Rabbani Hz.’leri bin yılın yenileyicisi, İslâma muhatap anlayışı yenilemiş; ama Hanefi mezhebinde.
İmam-ı Gazalî’de Şafi’ye tâbi kalmış.
Devrindeki İslâmî ilimleri ihya etmişler, devrindeki İslâma muhatap anlayışı yenilemişler.
İslâm’ı bu asrın anlayacağı şekilde anlatmak lâzım, ben bunu anlıyorum buradan…
İslâm’ı değil de anlayışlarımızı yenilemek… İnsan, İslâm’a muhatap, İslâm’da bir eksiklik olamayacağına göre bizim anlayışlarımızda bir eksiklik vardır. Anlayışlarımızı yenilemeliyiz. Fıkhın da anlayış mânasına gelmesiyle örtüşüyor. İslâm binası tefekkürde sağlam kurulması lâzım... Sosyalist fikirler, liberal fikirler, ılıman İslâm fikirleri, Selefilik, mealciliki dışlayacak. Bunlar hep tefekkür mevzuu… Salih Mirzabeyoğlu’nun yaptığı bu… Benim anladığım fıkıhçının fıkıhçısı mevzuu bu…
İslâm’ın değişmeyenleri var, değişebilecekleri var. Diyelim ki Allah (c.c.) miras konusunda buyurmuş ki: “Evladınıza miras bıraktığınızda erkek kızın aldığı hissenin iki katını alsın, onun hakkı odur” demiş. Bu sayıdır değişmez. Nasıl ki “zinada 100 sopa vurun.” İftirada “80 sopa vurun” demiş. Biz bu 80’i, 100’ü değiştiremeyiz. Başka türlü anlayamazsın çünkü. Bu gibi İslâm’ın değişmez hükümleri var. Fakat Resulullah (S.A.S.) misvak kullanmış, bize de “kullanın” demiş. Efendimizin sünnetine uymak için misvak kullanacaksak başımızın üzerinde yeri var. Biri derse ki “misvak kullanmaktan maksat, dişlerin temizliğini sağlamak” işte bu zamana ve ihtiyaca göre değişir. Değişecekler var değişmeyecekler var.
Esseyyid Abdülhakim Arvasî Hz.’leri “duş aletinin altına geçtiğinde bütün vücudunun ıslanmasını sağlıyor, ayriyetten üç sağ omuza, üç sol omuza, üç baştan aşağı su dökmeye gerek yok” diyor.
Ne güzel… Biz ilmihal kitaplarımızda görüyoruz: “üç sağ omuza, üç sol omuza, üç baştan aşağı su dökeceksin” diyor. Bunun üzerine “duşu kullanamayız bu İslâm’a aykırı” dersek orada tam bir cahillik yapmış oluruz. Fıkhı anlayamamış oluruz. İşin hikmetini, özünü anlayamamış oluruz.
Hikmete, özüne, tefekküre geldik. Bunlar olmadığı için recm mevzuunda reformist ve modernist anlayışlara sapıldığı için recmi inkâr edici, kıvırtıcı bir sürü fetvalar var; mesela Hayrettin Karaman’ın… Ebubekir Sifil bunu uzun bir yazısında çok güzel tahlil edip söylüyor ve bunu modernite anlayışının, İslâm’ı onlara hep şirin gösterme anlayışının bir mahsulü olarak görüyor. Fıkhî delillere giderken bir de tefekkür yapıyor burada. Zaten fıkhın geniş mânâsı budur.
Recm, Kur’an-ı Kerim’de yok; ama peygamberimizin uygulamalarıyla sabittir. Peygamberimiz Mâiz b. Mâlik’e uygulamıştır recmi. Bunun recmedilişi Ashab-ı Kiram tarafından bize tevatüren nakledilmiştir. Mütevatirdir bu…
İbn-i Ümam Sivasi diyor ki: “Recmi havaricden başka ümmetin içerisinde inkâr eden çıkmamıştır. Onlar da bunu yapmakla kendi dalını kesmişlerdir. Onlar da manevi tevatürü kabul ederler; ama buraya gelince kabul etmemişlerdir. Bunun da sebebi ümmetin ana gövdesini oluşturan ümmetin ulemasıyla görüşmemeyi prensip almışlar, dışlamışlar bir anlamda onları ve bu şekil tevatüren gelen haberlerin varlığından haberdar değiller. Onun için recmi inkâr ederler” diyor. Bunu uygularız uygulayamayız ayrı mesele. Birçok hükmü uygulayamıyoruz; uygulayamıyoruz diye inkâr mı edeceğiz? Kabul edelim, uygulayamıyoruz ayrı mesele.
Tevatür hadisi inkar küfürdür değil mi?
Böyle dersek orada şu devreye girer “hangi şeyler mütevatürdür.” “Mütevatür hadis nedir, kaç tane vardır?” bunlar da ihtilaflı. Tevatür haberi inkâr etmek küfürdür doğru, bu Kur’an-ı Kerim’i de inkâr etmeye gider; çünkü o da tevatüren bize gelmiştir. Hüküm doğru.
“Sahih hadisi de katabiliriz”, Nedim Hoca öyle diyor.
O daha iyi bilir, o hadisçi. “Ben şu hadisi şu şu sebepten kabul etmiyorum” denebilir. Filan muhaddise göre bu hadis uygundur, ötekine göre değildir. Kalkıp onun tekfir etmesi olmaz.
Buhari, Müslim tevatür halinde gelmiş bize…
Buhari, Müslim’e gelmeden önce tevatür olmuş. Buhari Müslim kitaplarına hadisler girdikten sonra, bütün ümmetin elinde var; ama esas tevatür sahabe ve tebe-i tabiin… Yani hadis tedrin edilene kadar ki nesil içinde tevatür varsa o mütevatirdir. Ondan sonrakiler değil…
“Allah katında tek din İslâm’dır” ayeti bazı camilerde Cuma hutbelerinde okunmuyor ve ben okunan camileri tercih ediyorum. Bu konudaki görüşünüzü alabilir miyiz?
Bu ayetin yukarıdan yasaklanması gibi bir durum yok. Böyle bir düşüncenin oluşması gazetecilerin işi gibi geliyor bana. Öyle bir şey yok…
Dinlerarası diyalog mevzuu da var. “Üç din mensupları cennete girecek” diyorlar, bunla alakalı mı?
O biraz ayrı mesele… Hıristiyanları kırmamak için mi yasaklayacaklar “hak katında tek din İslâm’dır” ayetini?.. Böyle bir şey kabul edilemez.
Teşekkür ederiz hocam. Dua edin…
Allah yar ve yardımcınız olsun.



Baran Dergisi, 239. Sayı