İsrail başbakanı Netanyahu’nun gündeme getirdiği bir isim. Bir mücahit, İslâm’a kara sevdalı, Müslümanların birliği için yanıp tutuşan salih bir Müslüman. Birçok âlimin idrakine varamadığı halifelik müessesesinin ne kadar ehemmiyetli olduğunu anlayan ve bu uğurda hayatını nizamlandıran Osmanlı sevdalı bir Filistinli kardeşimiz. Yahudi Netanyahu ne demişti? “Hitler aslında Yahudileri öldürmeyecekti sürgün etme niyetindeydi. Ancak Hitler, Filistin müftüsü Emin El Hüseyni’nin telkinleriyle Yahudileri katletti.” Hitleri aklama yanında Müslümanları insan dışı mahlûklar olarak gösterme niyeti. Yahudilerin Müslümanlara tarih boyunca attıkları iftiralara eklenecek yeni bir iftira… Çoktandır ele almayı düşündüğümüz ama türlü bahanelerle ertelediğimiz bu güzel insanı tanıtmak bu güne nasipmiş. Kim bilir, bu vesileyle gündeme getirmek ve tanıtmak belki de daha anlamlı bir görev olacak.
Şimdi lafı hiç uzatmadan Ali Ulvi Kurucu’nun hatıratının Emin El Hüseyni ile ilgili bölümünden bir iktibas ile mevzumuza girelim.
“Filistin Müftüsü Emin el-Hüseyni hazretlerini ilk defa olarak Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’nin evinde gördüm. Bu zat, son İslâm liderlerinin en temizlerinden, en samimilerinden, en fedakârlarından ve İslâm düşmanlarının oyunlarını en iyi bilenlerden, çok bilgili, tecrübeli ve basiretli bir mücahit idi.
BİR AZİZ MİSAFİR
Şeyhülislâm hazretleri bize: ‘Bir aziz misafir gelecek, sizler de buyurun’ diye haber göndermişti. Misafirin kim olduğunu bilmiyorduk. Biz, Mustafa Runyun ve Ali Yakup Bey üçümüz gittik. Müftü Efendi her zamanki kıyafeti olan sarık ve cübbe ile değildi. Farklı giyinmişti. Tebdil-i kıyafet etmişti.
DAİMA TAKİP ALTINDAYIM
Görüşme üç dört saat kadar devam etti. Şeyhülislâm şöyle konuştu: ‘Müftü Efendi, ben ancak cumadan cumaya evden çıkıyorum. Bir de ara sıra bu yavruları ziyaret etmek için Ezher’e gidiyorum. Siz dünyanın, mücadelenin, mücahedenin içindesiniz… Şimdi siz anlatacaksınız, biz dinleyeceğiz. Müftü Efendi: ‘Efendim’ dedi, ‘sizi ziyarete gelemeyişim benim suçumdur. Fakat peşimi bırakmıyorlar. Topun ağzındayım. Size de bir eza, zarar gelir diye korkuyorum. İngilizler, Yahudiler peşimi bırakmıyorlar. Daima takip altındayım.’
TÜRKİYE’NİN BAŞINA GELENLER
Müftü Efendi, Yahudilerin, Müslümanların aleyhine kurdukları planlardan, çevirdikleri dolaplardan bahsetti. Sonra söz Türkiye’ye geldi.
‘Türkiye’yi bütün Müslüman dünyası dikkatle takip ediyor. Türkiye’nin başına gelenler, hiçbir milletin başına gelmedi. Olanlarda bir kasd-ı mahsus vardır. Türkiye’nin Müslümanlardan kopmasıyla İslâm âlemi çok şeyler kaybetti. Hâlâ da kaybediyor. Hayret ederim Sultan Abdülhamid yalnız başına Yahudi denen bu güçlerle nasıl savaşmış, otuz üç sene nasıl dayanmış? Ne kuvvetli imanı varmış! Herzl, hatıratında: Dokuz sene Sultan’ın peşinde koştum, etrafında dolaştım, ancak beş kere görüşebildim. Saray erkânını elde ettim, hepsiyle ahbap oldum. Buna rağmen bir şey elde edemedim. Sultan’ın çok cazip teklifleri reddederek vermediği Filistin’i bizler maalesef Yahudi’ye verdik.’
ÇANAKKALE CEPHESİNDE ÜZÜNTÜ
Müftü efendi, sohbet esnasında bir şey anlattı ki, gerçekten üzücü idi. Efendim ben yirmi yaşında idim. Gönüllü olarak Osmanlı ordusuna katıldım. Çanakkale’de bulundum. Cepheye gitmezden önce bize talimler yaptırdılar. Kendim istedim. ‘Ben ancak bir av tüfeği kullanırım, silah atmayı bilmem’ dedim. Bunun üzerine cephe gerisinde, bizleri talimgâha gönderdiler. Burada talim yaptık.
Yalnız Türk zabitlerinin, o mukaddes ve mübarek meydanda, harb sahasında çadırlardaki laubali halleri bana çok dokunmuştu. Namaz kılmamaları, içki sohbetleri, hatta çadırlarda onlara içki sofrası, meze hazırlayan, hizmet eden neferleri görmek bizleri çok üzmüştü. Benim gibi uzaktan, Kırım’dan, Dağıstan’dan, Kafkasya’dan gelen gönüllüler hep şikâyetçi idiler: ‘Ne niyetle geldik, burada neler görüyor, nelere şahit oluyoruz’ diyorlardı. Zabitlerin onda sekizi böyle idi. Bununla savaştan da ümitli değildiler. ‘Bu işin içinden çıkılmaz; kaybedersek kaybedelim. Düşmanın elindeki silah bizde yok; boş yere inat ediyoruz’ diyen zabitler gördüm.
EN BÜYÜK ESARET
Müftü Emin el-Hüseyni’nin bu sözleri üzerine, Mustafa Sabri Efendi şunları söyledi: ‘Derdin büyüğü zaten burada… Bizim milletimiz dışıyla düşmana teslim olmamış, fakat ruhuyla, fikriyle, kalbiyle Garb’a esir olmuş. Esaretlerin en büyüğü, fikrî, ruhî esarettir… Düşmanınızın ilmini, sanatını, harp usulünü, taktiğini alırsınız da onun gibi olmazsınız. Bizdeki felaket buradan başladı. İman birliğimizi kaybettik. O gidince: Türk, ‘Türküm’, Arab, ‘Arabım’ dedi. Kürt, ‘Kürdüm’, Çerkes, ‘Çerkezim’, Arnavut ‘Arnavutum’ diyecek. İslâm birliği bu yüzden perişan olacak… Osmanlı, bunların hepsine Osmanlı demiş. Yani ‘İslâm bayrağı olan o bayrağın altında bulunan vatandaşların hepsi kardeştir’ demiş…
Müftü Efendi: Efendim, dedi, biz evimizde, sofra dualarımızda filan ‘Allah’ım, manevi babamız olan, Peygamber vekili Halifemizi koru’ diye dua ederdik. Halifenin gitmesi, Müslüman dünyasını başsız bırakmıştır. Her zaman bunu söylüyorum. Birinci Cihan Harbi, Osmanlı Devleti’ni yıkmak için düşmanların elbirliğiyle çıkardığı bir harptir.
SULTAN VAHDEDDİN’İN SÖZLERİ
Filistin müftüsü bahsi hilafet meselesine getirince, Mustafa Sabri Efendi, şu tarihi sözleri söyledi: Şeyhülislâm olduğum günlerdeydi. Sultan Vahdeddin ile malum bir meselede anlaşmazlığımız vardı (Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gönderilmesi meselesi). Onun yaptığı bir tayine muhalefet ediyordum. Sultan bana şöyle dedi: ‘Hocam beni mi düşünüyorsunuz? Saltanatımın tehlikeye düşeceğinden mi korkuyorsunuz? Vatan kurtulsun da, varsın saltanat elimden giderse gitsin.’ Böyle bir asalet, bir vatanseverlik gösterdi. Fakat benim endişem, korkum, başka şeyden idi, Kendisine şu cevabı vermiştim: ‘Padişahım, saltanatı değil, temsil etmekte olduğunuz Hilafet-i Aliyye-i İslâmiyye’yi düşünüyorum. Saltanat gitse başka bir saltanat gelebilir, Padişah gitse, ondan daha iyisi de gelebilir. Fakat din gitti mi, ikinci bir din gelmez. Hilafetin ilgasından korkuyorum, Hilafet Müslümanlar için manevi bir kazançtır. Onun gitmesi, Müslümanların başsız kalması demektir. Peygamberi Zişan Efendimiz: Üç Müslüman sefere çıktıklarında, içlerinden birisini emir tayin etsinler ki, ihtilafa düşmesinler, birlikleri bozulmasın, buyuruyor. Bugün ve bundan sonra, dünyadaki büyük Müslüman nüfusun, Allah korusun, manen başsız kalıp paramparça olması, ne büyük facia, ne azim bir zarar olur…’
Ne yazık ki korktuğum oldu. Padişah’a arz ettiğim endişem tahakkuk etti. Bakınız bugün Müslümanlar ne haldeler; ne kadar perişan oldular.
PAPA’YA DOKUNAN YOK
Şeyhülislâm, sözlerine şöyle devam etti: Bakın, Hristiyanların Papası, hâlâ Papa… Ona dokunan yok. Ne kadar tesiri var! Oysa kaç kişi onu dinler. Ama yerinde durur. Aleyhine kimse bir şey demez. Fakat Müslümanların Halifesi, Şeyhülislâmı ortadan kaldırılır.
Geçenlerde talebelerimle konuştuk. Gandi, dünyayı harekete geçirmek, İngilizleri dize getirmek için açlık grevi yapıyor, oruç tutuyor… Gandi ölürse, İngiltere başına gelecek felaketleri düşünsün! Gençlere dedim ki: ‘Gandi oruca başlayacakmış. İhtiyar haliyle bu yüzden ölürse diye, İngiltere’yi korkutacak, dize getirecek… Yahu, Şeyhülislâm yıllardır oruçlu!.. Papa, benim bu halime düşseydi acaba Hristiyan âlemi ne yapardı?’ Şeyhülislâm bunları söyleyince, Müftü Emin el-Hüseyni, mendilini çıkardı, ağlamaya başladı.
TÜRKİYE DUA ALMIŞTIR
Filistin Müftüsü Emin el-Hüseyni ile daha sonraları muhtelif zamanlarda beş altı defa görüştüm.Toplantılar için Mekke’ye geldiğinde, Said Şamil Bey’le (Şeyh Şamil’in torunu) birlikte Medine-i Münevvere’ye uğrarlardı. O vakitlerde kendisini ziyaret ederdik. Müftü Efendi, daima Türkiye için dualar eder. ‘Türkiye’yi ben de sizin kadar takip ediyorum.Türkiye dua almış bir beldedir’ derdi. Hatta bir keresinde, coşarak şöyle demişti: ‘Said Bey, bu sözüme dikkat edin! Ben söylemiyorum, Allah söyletiyor: Türkiye bozulma konusunda Müslüman dünyasına örnek oldu; düzelmekte de örnek olacak inşallah! Said Bey bunun üzerine ellerini açarak duaya katıldı: Efendim bu duaya cümleten diyelim âmin.
BÜYÜK MÜCAHİD
Hayatı boyunca, Müslümanları ilgilendiren hadiseleri yakından takip etmiş, hemen bütün teşkilatlara katılmış ve yakın zamanın şahsiyetlerini tanımış olan Said Şamil Bey, Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseyni hakkında şu mühim tesbitte bulunmuştu:
“Osmanlı İmparatorluğunun inhitat devrinde, yani 19. ve 20.asırlar arasında, Arap saydığımız ülkelerde, Batı’dan gelen tecavüzlere karşı vatan topraklarının müdafaasını yüklenen örnek şahsiyetler ortaya çıkmıştır. Fransızlara karşı Cezayir’de Emir Abdulkadir; İngilizlere Sudan’da Mehdi; İtalyanlara karşı Libya’da Senusi ve Rıf’i, İspanyollara karşı Emir Abdülkerim. Bunlar nasıl savaştılarsa, Yahudilere karşı Filistin’i müdafaaya çalışan Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseyni de aynı çapta bir mücahiddi. Dinlerine, vatanlarına ve milletlerine candan bağlı olan bu büyük şahsiyetlerin beşi de, maddi denilen ihtiraslardan münezzeh idiler. İşin güzeli bunların hepsi de ahfad-ı resuldü. Yeni türeyen Arap münevverlerinin hilafına, bunların beşinin de Türklüğü övdükleri, Türkleri sevdikleri ve saydıkları muhakkaktı. Bunların en talihli tarafları, kendi halkları tarafından benimsenmiş ve desteklenmiş olmalarıdır. Talihsizliklerinin başta geleni ise, çevrelerindeki Müslüman kardeş ülkelerin idarecileri, ricali tarafından engellenmiş bulunmalarıdır. Bu, maalesef tarihi bir hakikattir.”
Baran Dergisi 460. Sayı