Nasılsınız?
(Av. Güven Yılmaz, iyi olduğunu söylüyor ve Carlos’a kendisinin nasıl olduğunu soruyor.)
İyiyim. Hava biraz soğuk ve yerde kar var ama hiç olmazsa güneş de var.
Dün öğlen mektubunuz geldi. İçinde internetten alınmış makaleler bulunan büyük bir zarftı. Çok teşekkür ediyorum.
Sizi dün aradım ama cevab vermedi telefonunuz.
(Av. Yılmaz, o vakitte cezaevinde olduğunu söylüyor.)
Ha, tamam. Kumandan Mirzabeyoğlu’nu mu ziyaret ediyordunuz?
(Av. Yılmaz, Carlos’u doğruluyor ve kendisine Salih Mirzabeyoğlu’nun devrimci selâmlarını iletiyor.)
Güzel, güzel. Allah razı olsun.
(Av. Yılmaz, Nurettin Güven’in oğluyla telefonda görüştüğünü, Silivri Cezaevi’nde bulunduğunu, iyi olduğunu ve Carlos’a çok selâm söylediğini belirtiyor.)
Oo, çok güzel. Buradaki herkes onu merak ediyor, onu bana soruyorlardı. İyi olması çok güzel. Siz de çok selâm söyleyin. Oğlu da iyi bir çocuk...
Bu arada, BARAN dergisiyle ilgili bir problem yaşıyorum şu sıralar. Hafta içi BARAN ve AYLIK dergileri geldi, aldım.  Herhangi bir problem olmadı. Ne var ki, iki gün önce âniden bir mektub aldım ve içinde yaklaşık olarak şöyle yazıyordu: “Size BARAN adlı bir dergi gelmiştir. Onun size verilmesi için özel bir izin almanız gerekmektedir!”. Neler olup bitiyor bilmiyorum. Görevli kadını çağırdım ve bunun ne demek olduğunu sordum. “Böyle bir talimat aldıklarını” söyledi. “Bu durumda ben de avukatlarıma havale edeceğim meseleyi!” dedim. Kim olduğu bile belli olmayan sorumlu birinden izin alacakmışım! Saçmalık tabiî.
“Her hafta aldığım ve abone olduğum bir dergi bu! İçinde benim makalelerim de yayınlanıyor” dedim görevli kadına. Bu hâdiseyi protesto etmemiz gerekiyor. Kabul edilebilir bir şey değil. Böyle devam ederse, Türkiye’deki Fransız yetkilileri önünde bunu protesto etmeniz gerekecek sanıyorum. Teferruat veremiyorum, anlıyorsunuz. (Gülüyor.) Sizi haberdar edeceğim.
İnsanlara birçok problem çıkartıyorlar bu cezaevinde. Burada olmadığım üç aylık süreçte her şeyi değiştirmişler. Geçmişe göre çok daha az hakkımız var artık. Yaptıkları gece kontrollerinden dolayı insanlar uyuyamıyor. Bunun gibi bir sürü şey...
Bana hâlâ bilgisayarımı geri vermediler meselâ. Bu cezaevine döneli bir buçuk aydan fazla olmuş ama “kontrol edeceğiz!” deyip hâlâ alıkoyuyorlar. Kontrol edecek bir şey yok ki! Haydi benim acelem yok ama diğer mahkûmların tüm meşguliyeti o. Gece-gündüz bilgisayarları başındalar. İşte bu insanlara da aynı şeyi yapıyorlar.
Provokasyon tabiî, insanları kışkırtmaya çalışıyorlar. Burada olan bitenleri bundan sonra da yeri geldikçe anlatacağım.
Her neyse...
Dün öğleden sonra eşim Isabelle Coutant-Peyre, Adalet Sarayı’ndan almayı başardığı bir haberi aktardı bana. Oradaki sekreterlerden bazıları iyi insanlar, bizi severler, bana da saygı duyarlar. Kanun dışı bir iş yapmıyorlar elbette ama bize yardımcı oluyorlar. Filistinli militan Ali el-Issawi ile birlikte çarptırıldığım 4 milyon euro’luk para cezasıyla ilgili kararın bir nüshasını vermişler Isabelle’e. Tam miktarı bilemiyorum, neticede yüz sayfalık bir karar...
Sanıyorum, Ali el-Issawi’yi gidip Suriye’den almaları gerekecek. Tabiî, yapabiliyorlarsa! (Gülüyor.)
Neticede, temyize gideceğiz. Hatırlayacaksınız, bana ceza veren hâkimlerden biri 9 Aralık 2011’de mahkeme salonundan antika bir duvar saati çalmıştı. Bu da bana verilen cezayı geçersiz kılacak bir şey.
Yalnız, mesele sadece para cezası almamdan ibaret değil, bir de belli bir miktarını hemen yatırmam gerekiyor. “Terör kurbanları için garanti fonu” diye bir şey var, o çerçevede benden tahsil edilmek isteniyor bu paranın bana düşen kısmı. Oysa bu devlet fonunun yetkilileri resmî bir yazı yazıp, “bizim bu olaylarla bir ilgimiz yok”, diyor. Mahkemenin yaptığı kanun dışı bir uygulama yâni ama yapılıyor. Mahkememe geldiğinizde siz de gördünüz hukuksuzlukların nasıl cereyan ettiğini.
Kaldı ki “terör kurbanları”na falan gidecek de değil bu para, siyonist avukatlara aktarılacak!
Kuşkusuz, tek problem bu değil. Hâdisenin bir de şu tarafı var ki, cezaevinde kaldığım müddetçe, bana gönderilecek paranın her defasında üçte ikisine el koyacaklar! Telefon, yiyecek ve sâir ihtiyaçlarım için diyelim ki 1000 euro’luk bir ihtiyacım var, bunun bana ulaşması için ayrıca 2000 euro daha yatırılması gerekecek! Yâni ancak bana 3000 euro gönderilirse 1000 euro alabileceğim!
Bunlar, beni telefon görüşmesi yapmaktan, dünyayla irtibat kurmaktan uzak tutmak için kotarılmış oyunlar... Beni bir ömür Fransa’da cezaevinde tutmak ve Venezüella’ya gitmemi engellemek isteyen Amerika Birleşik Devletleri’nin oyunları... Üstelik, Fransız kanunları da bu türlü uygulamalara izin vermiyor aslında ama kendi kanunlarına da saygıları yok. Delilsiz, mesnedsiz ve hukuksuz biçimde, ardarda cezalar veriyorlar.
Hâkimler için, yükselmenin, kariyer yapmanın ve daha yüksek maaşlar almanın yolu, bu nev’i ısmarlama cezalar vermekten geçiyor tabiî. Bu yüzden, Devlet Başkanı’nın ve Adalet Bakanı’nın kirli ve kanun dışı işlerini aklayacak bir “dekorasyon” marifeti sergiliyorlar.
Fransa’da, malûm, sabahtan akşama “Türkiye, Türkiye, Türkiye” diye eleştiriler yapılır. Elbette Türkiye’de eleştirilmesi gereken birçok şey var. Türkiye hükümetinin imza attığı ve katılmadığımız birçok iş var. Siz bu noktada birincisiniz meselâ. Sizin Türkiye’de önemli bir mevkîniz var bu bakımdan. Ancak Fransızların Türkiye’yi eleştirmesi tamamen haksız.
Türkiye cezaevlerindeki mahkûmların, Fransa’dakilere kıyasla çok daha fazla hakkı var örnek olarak. Şöyle ki, Fransa’daki gibi, mahkûmların gazete okuması engellenmiyor Türkiye’de.
Ayrıca, Türk basını genel olarak hür. Sadece Kemal Atatürk hakkında serbestçe konuşamazsınız. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusudur ve bu bakımdan sözkonusu yasağın sebebi az buçuk anlaşılabilir.
Kabul etmemiz gerekir ki, mühim bir rol oynamıştır, iyi bir generaldir ve devlet işlerini kendi tarzında yürütmüştür Atatürk; “kendi tarzında”. Fakat bazı şahsî arızaları da vardır ki, burasına fazla dokunulmaz, teferruatlandırılmasına izin verilmez. Neticede, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun “büyüklüğü”ne halel getireceği düşünülür. Bunun dışında hürdür Türk basını.
Fransa’da ise, kendim için konuşmuyorum, normal Fransız vatandaşları için bile basın hür değildir. Aynı şekilde, Avrupa’nın diğer ülkelerindeki basın, muhtemelen çok daha hürdür Fransa’ya göre.
Şimdi bu Fransızlar kalkıp dünyanın her yerine insan hakları ve ahlâk dersi vermeye çıkıyor, dünyanın her köşesine bu yüzden müdahale ediyorlar. Yetmiyormuş gibi, kendi işledikleri muazzam suçlara bakmadan, kalkıp bizzat “tarih”i bile cezalandırmaya davranıyorlar.
Tamam, Osmanlı devrinde de birtakım büyük suçlar işlenmiştir. Özellikle imparatorluğun son döneminde Sabetayist generallerin işledikleri böyledir. Sadece Ermenilere karşı değil, başkalarına karşı da benzer suçları işlemişlerdir. Fakat onların işledikleri suçlar bile, sayı bakımından Fransız sömürgecilerinin işlediği suçlarla kıyaslanamaz. O kadar büyüktür Fransızların suçları. Geçen yüzyılda, hattâ bu yüzyılda Libya’da, Afganistan’da, şurada burada öldürdükleri insan sayısı, Osmanlıların öldürdükleriyle kesinlikle kıyaslanamayacak kadar yüksektir.
Kaldı ki, Osmanlıların bunlar gibi öyle “cumhuriyet” olmak, “demokrasi” olmak gibi bir iddiaları da yoktu. Hakiki bir imparatorluktu Osmanlı, ama azınlıkların hakkı her zaman saygı görmüştü orada. Her azınlık, her din ve her mezheb, kanunî güvenceye de sahib olarak, saygı görürdü Osmanlı’da.
Fransa’da ise bunların hiçbiri yoktur. Lafta var olduğu söylenen haklar ise, yalnızca bir göz boyamadır ve kendilerine güya önem atfetmek için kullanılmaktadır.
Fransız toplumu seçkin bir toplumdur. Ancak ülkenin bugün yaşadığı hâdise, tam bir çöküştür, çürümedir, yozlaşmadır. Benim burada yaşadığım açık hukuksuzlar, bunun küçük birer delilidir sadece. Amerikan efendilerini hoşnud etmek ve siyonist savaş ağalarını zengin etmek için bana verdikleri para cezasının anlamı budur işte.
Bugün Fransız demokratları bile kabul ediyor ki, Fransa’da Beşinci Cumhuriyet ölmüştür. Artık farklı bir anayasa ve kanunlar getirilerek, “altıncı”sının kurulması gereklidir. Yüzbinlerce normal Fransız ailesi sefalet içindedir bugün.
Neyse...
Suriye’ye gelince, değişmesi gereken bir hükümeti, hattâ hükümet de değil, değişmesi gereken bir rejimi savunmak istemiyorum. Bu hâliyle Suriye’deki rejimin ömrü bitmiştir ve yenisi getirilmelidir.
Ancak, bir isyanın olduğu yerde, Humus’taki gibi evlerin, caddelerin, mahallelerin karargâh yapıldığı bir şehirde, askerin, güvenlik güçlerinin devreye girmesi ve kendilerine saldırılan binaları hedef alması beklenilir bir şeydir. “Siviller bombalanıyor” tesbitinin bir de bu tarafı vardır.
Kaldı ki, hep söyleyegeldiğim üzere, Suriye devletinin silâhlı güçleri, adam öldürmede, suikastte, bombalamada ustalaşmış ve gözlerini kırpmadan bunları yapabilecek insanlardan oluşur.
Yeri gelmişken, başta sözünü ettiğim Ali al-Issawi’nin annesi Suriyelidir. Humus’ta yaşarlar. Hama’lıdırlar.
Suriye’deki köklü partilerin mensubları, işte komünistler, Baas’çılar, milliyetçiler ve diğerleri, Suriye güvenlik güçleri safında savaşmaktadır şu ân ve orada bir iç savaşın gelişmekte olduğu açıktır.
Ve yabancı bir müdahalenin var olduğu da aynı şekilde açıktır. Orada buradaki bombalamaların yalnızca muhalif Suriyeli isyancılardan kaynaklandığını düşünmek aptalcadır.
Yine söylüyorum, Suriye’deki rejim değişmelidir. Ancak şu iki saftan birini seçmek şartıyla: Ya Filistin’deki siyonist işgale ve emperyalistlere karşı direnenlerin, aynı şekilde Suriye’nin şimdiki sınırlarını koruyanların safı veyahud da anayasaları ve insan hakları mevcud olmayan ve kendilerine değil de fakir insanlara güya “Şeriat” uygulayan Körfez ülkelerindeki kraliyet aileleri gibi, ülkelerini Batı’nın, emperyalistlerin, siyonistlerin hizmetçisi yapmak isteyenlerin, yâni İslâm düşmanlarıyla, Arab düşmanlarıyla, çalışan sınıfı sömüren kapitalistlerle müttefik olanların safı!..
Eğer Körfez ülkelerindeki gibi bir rejim gelecekse, Suriye’nin şimdiki rejimi inanın çok daha iyidir.
Selâmetle kalın.
 
11 Şubat 2012
İngilizceden Tercüme:
Hayreddin Soykan